ATATÜRK'ÜN ANNESİNE ATILAN İFTİRALARA CEVAP
UYDURMALAR
Annesinin Genelevden Çıkarıldığı Mahkeme Kararı ile Belgeliymiş (!)
GİRİŞ
Türk'e Mustafa Kemal Atatürk’ü veren, en büyük Türk anası hakkında bu biçimde bir konu açıyor olmaktan üzüntü duyuyoruz. Bizi bağışlamasını diliyoruz.
Türkiye’de şeriat düzeni kurmak isteyenler, kendilerine taban oluşturabilmek için din, Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk ve tarih öğelerini kullanırlar. Kişiyi; din öğesiyle “Ben Müslümanım o biçimde laik olamam”; Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk öğesiyle “Soyu sopu belli olmayan bu kadar kötü özelliklere sahip birisinin bitirdikleri iyi olamaz”; tarih öğesiyle de “Ben Türk milletinden değil, İslam ümmetindenim” anlayışına getirirler.
Mustafa Kemal Atatürk hakkında tüm olumlu duygu ve düşünceleri tersine çevirebilmek için, işe annesinden başlarlar. O yüce hanıma, kötü kadın olduğu, genelevde çalıştığı iftirasını atarlar.
İftiralarını 1990 senesinde, feyk bir mahkeme kararı ile belgelemek isterler.
Mahkeme kararına (!) göre; Zübeyde Hanım beraber yaşadığı kişi ölünce, ondan olan oğlu için babalık davası açmış; ölenin yakınları itiraz etmiş, karısı olmadığını, genelevden odalık aldığını ve odalık alındığında Zübeyde Hanım’ın 2 yaşında çocuk sahibi olduğunu bildirmişler. Mahkeme de güya geneleve sormuş, gelen yanıtta da Zübeyde Hanım’ın 19 Haziran 1881’de oğlu ile beraber geneleve girdiği, 11 Nisan 1882’de ölen kişi tarafından genelevden çıkarıldığı belirtilmiş. Böyle olunca mahkeme davanın reddine karar vermiş.
Bu karara göre artık her şey o kadar açık ki, bununla beraber mahkeme kararı ile kanıtlı ki; Mustafa Kemal’in babası belli değildir, annesi de kötü kadındır!
Dünya dillerindeki hiçbir sıfatla anlatılamayacak bu iftiranın yanıtlarına geçmeden, Türkiye’nin geldiği durumu görelim. Bu feyk belge, 1990’da, Almanya’dan, Siirt’ten, Bitlis’ten çeşitli adreslere postalanıyor. En acısı da, Milli Eğitim Bakanlığında çoğaltılıyor (Personel Genel Müdürlüğünün bir şefi tarafından) ve Mecliste milletvekillerinin posta kutularına dahi atılabiliyor (23 Şubat 1994)(1)
Basın o günlerde bu iftiraya tepki gösterdi ve feyk belgeyi inceledi.
Basının vardığı sonuç:
-Kağıdın rengi bozulmamış, yazılar hasar görmemiş, 110 yıllık belgede bu muhtemel değildir.
-O dönemin kararlarında pul yoktur. Bunda pul var.
-Kararda, imzası bulunan hakimlerin adlarının ve kıdemlerinin yazılı olması gerekir. Bunda yok.
-Ayrıca kararda hukuksal mantık olarak da büyük bir yazım ve görüş hatası vardır. (2)
Bunları, yine feyk belge hazırlarken ders alsınlar diye ortaya koyduk. Ama asıl ders çıkarmaları gereken konular, şimdi başlıyor. Diyoruz ki: “olabilirlik“ yaklaşımını kronolojiyle birlikte kullanmadan; inceleme ve araştırmaya dayanan bilimsel düşünceyle, neden, neden, iyi mi, acaba sorularına yanıt aranmadan, doğrusu “telsiz kafalı” olmaktan kurtulamadan bir yere varılamaz. Bu iftira atılırken şunlar düşünülmeliydi:
-Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi ile ne zaman evlendi? Düzmece kararın yılı olan 1882’ye kadar kaç çocuğu oldu? Mustafa Kemal’den önceki üç çocuğu için neden babalık davası söz konusu değil? Mahkeme sırasında Ali Rıza Efendi’nin durumu ne, sağ mı, ölümü, kocası mı, değil mi? Sağsa ve kocası ise bu durumda evli bir kadın nasıl babalık davası açabiliyor?
-Annesi genelevde çalışmış olan ve hatta bu durumu mahkeme kararı ile belgelenmiş birisini, Osmanlı ordusunda askeri okullara alıyorlar mıydı?
-Osmanlının o yıllarında resmi genelev var mıydı? Varsa personelleri kimlerdi? Yoksa, bu konu nereden çıktı?
-Annesinin ikinci evliliğine bile, küçük yaşına karşın, tahammül edemeyen bir Mustafa Kemal, annesinin bu biçimde bir durumu olsa onu reddetmez miydi? Böyle bir anneye ölümüne kadar bakar mıydı?
-Ayrıca sözü edilen tarihte Zübeyde Hanım 24 yaşında ve babası ile iki erkek kardeşi var. Bu koşullarda ve o günkü Türk aile yapısında böyle bir şey olabilir mi?
-Eğer böyle bir şey olsaydı, Mustafa Kemal’in muhalifleri, o yıllarda ve hemen sonra, Mustafa Kemal’i öldürme girişimleri yerine, bu durumu kullanmazlar mıydı?
-Eğer böyle bir şey olsaydı, Padişah Vahidettin, Mustafa Kemal’e kızıyla evlenmesini teklif eder miydi?
-Karşı taraftan “Bu durum o zamanlar bilinmiyordu” sesleri geliyor. Mümkün mü? Selanik benzer biçimde her adamın birbirini tanıdığı, özellikle Türklerin birbirlerini tanıdıkları bir şehirde böyle bir şey gizli saklı saklı kalabilir mi? Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşları var, okul arkadaşları var, hemen sonra Selanik’te görev gerçekleştiren asker arkadaşları var. Bunların içinde sonradan muhalifi olanlar var. Bunlar, böyle bir şey olsa duymazlar mıydı? Duyanlardan, en azından biri, en azından Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk öldükten sonrasında, dile getirmez miydi? Karşı taraftan “Rıza Nur dile getirdi” sesi geliyor. Biraz bekleyin, Rıza Nur’a ayrıca geleceğiz.
Bu irdelemeyi daha çoğaltabiliriz. Ama irdelemedeki bu kadar soru bile bizi bir noktaya getiriyor:
Desteksiz atıyorlar, alçaklığın en büyüğünü yapıyorlar.
Sorulardan, yanıtlanması gerekenlere herkes yanıt verelim.
EVLİ BİR KADIN BABALIK DAVASI AÇABiLiR Mi?
Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi ile 1871 senenin da 14 yaşlarında iken evlenir ve 1882’ye (feyk mahkeme kararına) kadar, sırası ile Fatma, Ahmet, Ömer ve Mustafa isminde 4 evladı olur. (3)
Ali Rıza Efendi sağdır ve kocasıdır. Dört çocuklu ve kocalı bir kadının, dördüncü evladı için bir başka adama yönelik kocalık davası açması mantıki değildir. Açması demek en basitinden kocasından ayrılmış yada ayrılmayı göze almış olması demektir. Oysa böyle bir şey yok. Ali Rıza Efendi’nin öldüğü tarih olan 1893 yılına kadar birliktelikleri sürer, Makbule ve Naciye isminde iki evlatları daha olur. Ayrıca bir koca, bu şekilde bir davayı öğrendiğinde üç kez ‘boş ol” der, eşiyle olan evliliği bitirir. Evlilik devam ettiğine nazaran böyle bir şey yoktur, dava olmadığına nazaran karar da yoktur.
Evli ve dört çocuklu ve kocasının geliri olan bir hanım genelevde çalışmaz. Özellikle o günün terbiye anlayışında bu olası değil. Bazı kafalardan geçen suali yanıtlayalım. Ali Rıza Efendi bir ihtimal toleranslı davranmıştır. Olmaz fakat varsayalım ki öyle. Ancak Zübeyde Hanım bir tek değil. Kocasının haricinde babası ve adam kardeşleri var. O günün Türk aile yapısında, bu koşullardaki bir hanım, değil geneleve girmek, başka biçimde yanlış bir adım atsa, iş namus meselesi olur ve kanla temizlenir.
Kendisine “Zübeyde Molla” denilen bu ulu hanım üstünde, bu yakışıksız konuların asla konuşulmaması gerekirdi.
MUSTAFA KEMAL ASKERİ OKULA GİREBİLİR MİYDİ?
Şimdi de askeri okullara giriş koşullarına bakalım.
1845 senesinde orta dereceli askeri okullar açılırken, talebe alımı esasları da belirlenir ve şu şekildeki denir:
“Açılacak (askeri) okullara ancak hanedan ve asker evlatları alınmayacak; özü ve nesli belli halkın evlatlarından da okullara kayıt yapılacak; camia arasında fena tavır ve şekilde olduğu bilinenlerin evlatlarının kayıtları yapılmayacaktır.“ (4)
Mustafa Kemal Selanik Askeri Rüştiyesine (ortaokul) 1894 senesinde bu koşullar uygulanırken kayıt olur.
Selanik Asliye Hukuk Mahkemesi, 1882 senesinde, bir çocuğun babasının belli olmadığına ve annesinin fena hanım olduğuna karar verecek ve 12 sene sonrasında bu çocuk aynı yerdeki askeri okula, yukarıdaki koşullara karşın kayıt yaptıracak; olacak şey değildir. Bunlar devlet terimini da bilmiyorlar, devletle alay ediyorlar.
DEVLETLE ALAY EDİYORLAR, ÜÇ PADİŞAHI AŞAĞILIYORLAR
Sadece devletle alay etmiyorlar, o devrin üç padişahını da aşağılıyorlar. Mustafa Kemal, Abdülhamit döneminde askeri okula girer, onun döneminde Askeri Liseyi, Harp Okulunu, Harp Akademisini bitirir ve kurmay subay olur. Sultan Reşat döneminde paşalığa yükseltilir. Vahidettin de O’nu kendisine fahri yaver olarak seçer. Bunlar iyi mi padişahlık yapmışlar? Diyelim ki Abdülhamit idaresi durumun farkına varmadı, fakat Sultan Reşat idaresi için aynı şeyi söyleyemeyiz; bundan dolayı şahıs paşa yapılacak. Diyelim ki o yönetim de atladı. Artık Vahdettin’den kaçmaması gerekir. Nedenine gelince; Mustafa Kemal’i yakinen tanır, beraber uzun bir Almanya seyahati yaparlar. Padişah olduktan sonrasında da en çokca görüştüğü paşalardan biridir. O’nu fahri yaveri yapar. Kızı Sabiha Sultan’la evlenmesini ister.(5)
Bir padişah düşünün ki, kızıyla evlendirmek istediği ferdin soyunu sopunu araştırmayacak. Olur mu bu şekilde şey? Mutlaka incelemiştir, sonrasında bu öneriyi yapmıştır. Demek ki bunların bulup çıkardığı mahkeme kararını Vahdettin bile bulduramamış!
OSMANLI’DA GENELEV VAR MIYDI?
Osmanlıda fuhuş yasaktır. İslam hukukuna nazaran zina kabul edilir ve ağır cezası vardır. Fuhuşu önlemek için padişahlar sık sık buyruk çıkarırlar. Esir ticaretinin kaldırıldığı 1858 yılına kadar, oldukça fakirler hariç, erkekler bir fuhuş ortamına gereksinim duymazlar. Dört hanımla evlenebilmekte ve ek olarak tutsak pazarından “yataklık” hanım alabilmektedirler.
Esir ticaretinin kaldırılmasından sonrasında, büyük şehirlerde, fuhuş üstündeki baskıda bir gevşeme olur. Gizli buluşma evleri ortaya çıkar. Devlet değil, kent yöneticileri görmezlikten gelir; rüşvet karşılığında çalışmalarına göz yumulur. Rüşvetle göz yumulur fakat, onun da koşulu vardır: kapital olarak Müslüman hanım çalıştırılmayacaktır. Ve bunun kontrolü yapılır. Müslüman kapital çalıştıran yere göz yumma sonlanır ve yakalanan hanıma oldukça ağır ceza verilir. İstanbul’da bu biçimde yakalanan bir Müslüman kadının, ceza olarak, cinsi organının kesilmesi vakası ünlüdür.
Sonuç, Osmanlıda devletten müsaadeli, *ruhsatlı, meşru genelev yoktur. *
Dolayısıyla Selanik mahkemesinin karşısında, yazışacağı bir muhatap yoktur. Muhatap olmayınca kontakt yoktur, kontakt olmayınca belirtilen basit cevap da yoktur.
Konu oldukça uzadı fakat; mühim olduğu için, Mustafa Kemal Atatürk’e bakış açısını etkilediği için, bu kadar ayrıntıya girdik. Bir mevzu üstünde daha durarak mevzuyu noktalayacağız.
BU İFTİRANIN KAYNAĞI VE RIZA NUR(6)
Bu bayağılığı ilk icra eden Rıza Nur’dur. “Hayat ve Hatıratım” isminde baştan sona kara çalma ve uydurma ile dolu kitabında, “İhtiyar Teselyalıların rivayeti şudur” diye adım atar ve Mustafa Kemal’in annesinin genelevde çalıştığını açıklayan utanç verici iftirayı atar. Rıza Nur tipindeki ötekiler de, doğrusu yeni Rıza Nurlar, bu iftiraya sarılırlar ve buna bir de mahkeme sonucu eklerler.
İftiranın ortaya çıkış nedenini anlayabilmek için Rıza Nur’u birazcık tanıtmamız gerekecek. Ayrıca uydurma ve iftiraların’ının deposu da bu kişidir, belirttiğimiz kitabıdır.
Rıza Nur tıp doktorudur. Birinci ve İkinci Meclislerde iki devre milletvekilliği yapmış, iki kez hükümette vazife almış, Lozan Konferansına İsmet İnönü’nün maiyetinde katılmış bir kişidir. Kurtuluş Savaşından sonrasında 14 ciltlik “Türk Tarihi” isminde bir yapıt yazar ve burada Kurtuluş Savaşını oldukça başarı göstermiş biçimde anlatır.
Eylül 1926’da Türkiye’den ayrılır ve Fransa’ya yerleşir. Buna karşın milletvekilliği maaşının ödenmesine devam edilir. Gidişi de kendisinden, hastalığından kaynaklanır. 1927 senesinde Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’u okur ve yayımlar. Nutuk’ta bu ferdin, Balkan Savaşı esnasında vatana ihanet etmiş olduğu, hepimiz vatanı kurtarma çabası içindeyken bunun Arnavutları başkaldırı ettirme faaliyetinde bulunmuş olduğu açıklanır.
Rıza Nur 1928 senesinde, Nutuk’u okur ve “Hayat ve Hatıratım” isminde anılarını yazmaya adım atar. Yazarken kullandığı kaynak Nutuk’tur. Nutuk’u ters yüz ederek anı yazar, fakat hiç bir belge ve kaynak göstermeden yazınca da kalemi iyice kayganlaşır, hayallerini, kafasından geçenleri, fütursuzca kâğıda döker. Böylece hainliğinin açığa çıkmasının karşılığını verir.
Anılarını, 1935 senesinde, British Museum’a “1960 yılına kadar okuyuculara sunulmamak” koşuluyla gönderir. Yani vaka tanıklarının ölmesini bekler.
Anılar, 1967-1968 senesinde, 4 cilt halinde Türkiye’de yayımlanır. İşte bundan sonrasında Mustafa Kemal Atatürk düşmanları, Türk ve Türkiye düşmanları, kendilerince bir madene kavuşurlar. Mustafa Kemal Atatürk periyodu tarihini belgelere, gerçeklere dayalı değil, Rıza Nur’a dayalı işlemeye başlarlar.
Anılara nazaran Mustafa Kemal Atatürk, her çeşit fena özelliğe haiz bir kişidir. Kurtuluş Savaşını Rıza Nur yardımıyla zafere ulaştırmıştır. Lozan’ı icra eden, saltanatı kaldıran, cumhuriyeti kuran, hilafeti kaldıran ve devrimlerin düşünce babası hep Rıza Nur’dur!
Peki bu Rıza Nur iyi mi bir kişidir? Anılarında kendisini tanıtıcı oldukça malumat verir ve kendisine hekim olarak koyduğu teşhis şudur;
“Şüphesiz ki ben nevrastenik idim”, Evet, kendisinin de kabul etmiş olduğu şeklinde hasta bir kişidir.
Turgut Özakman, bu ferdin benlik yapısını “Dr. Rıza Nur Dosyası” (Bilgi Yayınevi) isminde eserinde detaylı olarak ortaya koyar. Ve bir doktordan, yazdıklarının incelenmesiyle bir teşhise ulaşmasını ister. Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Dr. Hasan Behçet Tokol’un teşhisi şöyledir:
“Bu kişide bir koğuş hastaya kafi gelecek kadar rahatsızlık var. Teşhisim; psikopatik bir zemin üstünde paranoit tepki, doğrusu oldukça ağır bir psikolojik bozukluk tablosu. Bu tür hastalar, zekâ fakülteleri tamamen bozulmadığından kısa süreli de olsa müspet işler yapabilirler. Anılarını; son duygu, fikir ve yargılarına nazaran değiştirerek, geriye dönerek yine kurgulayarak, sanki gerçekmiş şeklinde nakletmiş ki, bu tutum, bu tür hastalara has bir telafi ve doyum yoludur. Böyle bir hastanın anılarını ve tanıklığını ciddiye almak tıbben olası değildir.”
Doktorun, Rıza Nur’da belirlediği rahatsızlık adları de şu şekildeki:
İzolasyon (kendini çevreden soyutlama), depresyon (psikolojik yavaşlama, içe kapanma, çöküntü), eşcinsel eğilimli, obsesif-kompülsiv sendrom (toz, mikrop korkusu), depersonelizasyon (aşağılık duygusu) agresif ve hostil (saldırgan ve kızgın), psikopat (benlik bozukluğu), mitomani (gerçek dışı söyleme), labulasyon (masal uydurma, düşsel hikayeci), fanteziler (hayal etmiş olduğu vakaları reel sanma), megalomani (büyüklük fikirleri), narsisizm (kendine fanatik olma), paranoid tepki (takip edildiğini sanma duygusu, öldürülme korkusu), egosantirizm (kıskançlık, herkesi karalama, güvensizlik, sürekli övünme, feyk gurur).
Gerçekten bir koğuş hastaya kafi gelecek kadar hastalığa sahipmiş.
İşte yeni Rıza Nurlar’ın ardından gittiği, hep kaynak gösterdikleri şahıs bu. Belki kimilerine bu şekildeki hekim ifadesi bir şey anlatım etmeyebilir. Biz, Turgut Özakman’ın kitabından alıntılarla kişiyi birazcık daha tanıtalım.
Rıza Nur, bir uçtan bir uca sürekli gidip gelen bir kişidir. Balkan Savaşında Arnavutları ayaklandırır, Kurtuluş Savaşında milliyetçidir, anılarını yazarken ırkçıdır. Anılarında hem saltanatı ve hilafeti kaldırmış olmakla övünür; bununla birlikte hazırladığı parti programında hilafeti oluşturmak ister.
“Türk Tarihi” isimli kitabında Mustafa Kemal’in hakkını teslim eder, onsuz zaferin olmayacağını belirtir, anılarında olmayacak iftiralar atar.
Cinsi yönden de sıhhatli değildir. Kendi anlatımıyla gençliğinde bir kez cinsi tacize, bir kez de tecavüze uğrar. Sonrasında bir Harbiyeliye âşık olur. Kadın olmak ister. Husyelerini aldırtmayı düşünür.
“Hayat ve Hatıratım” isimli kitabın birtakım cümlelerini aynen verelim:
“Karımdan şu mektubu aldım:
‘Ben burada kendime bir yaşam arkadaşı buldum. Bunu başkasından duyarak üzülmene imkân bırakmıyorum.’
Namussuz karı! Sonunda bana boynuz da taktı (s.1785). Galiba bu işte M.Kemal’in ve İsmet’in (İnönü) de parmağı var (s.1786).“
“(Karımın) ahlakı da bozuldu. Evdeki kızları benden gizli saklı çırılçıplak soyuyor, dans ettiriyor (s.1346)”
“Bir Rus hekim, zampara mı zampara. Karının lafına nazaran de bizim karıya da sataşmış (s.1410).”
“Yataktan fırladım. Adam da hemen kaçtı. Baktım ki donum kesilmiş. Artık uyuyamadım (s.78).”
“Yaşlı erkek tabancasını çekti ve bana. ‘Çöz! Yoksa öldürürüm’ dedi… Boğuşma başladı… Nihayet bayılıp kalmışım… Gözümü açtığım zaman yanımda kimse yoktu (s.84).”
“Bu evladı (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım… Görmesem aklımdan asla çıkmıyor, görsem yüzüne bakamıyor, içimde coşku duyuyordum… Anladım ki bu çocuğa âşık olmuştum… Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsi ilişki) demektir (s.22).”
“Kadın, erkekten aşağı bir mahluktur (s.1530).”
“Ne hayvan, ne de insan sevmem. Hele insanlar, iğrendiğim şeylerdir (s.1531).”
“Arnavutları isyana teşvik ettiğimi ben kendi elimle yazdım. Bu kusur değil, iftiharım sebebidir (s.378). Bugün de bununla iftihar ederim. Bana büyük şereftir (s.1305).“
“Ahlak ve pak âdetler ve faziletlerin bir bölümü kendiliğinden gitti, bir kısmını da bilerek ben terke zorunlu oldum. Yalan da söyledim (s.105).”
Hazırladığı bir parti programından inciler:
“İdare sistemi laik ve sosyaldir. Fakat devletin resmi dini vardır.
Eski yazıya dönülecek ve Latin harfi ile ikisi birlikte yürüyecek. Mustafa Kemal’in Nutuk’u toplattırılıp, imha edilecek.
Partiye mistik bir biçim verilip, üyeleri Türkçülük hususunda tarikat ve dervişlik şeklinde tanrısal bir ülkü ve gayrete haiz olacaktır.
Halveti tarikatına müsaade etmeli.
Hilafetin yine tesisi yaşamsal bir ihtiyaçtır.
Başbakanlığa bağlı bir ırk müdürlüğü kurulacak, Türk olmayanlar memurluktan çıkarılacak.
Kadını erkekle eşit saymak, ona memuriyet vermekten büyük hata olamaz. Kadın çocuk makinesidir. Dans yasaklanacak. Kalıtsal hastalığı olanlar kısırlaştırılacak.“
İşte Rıza Nur bu. Hem de kendi kaleminden. Böyle bir şahıs iyi mi ciddiye alınır, yazdıklarına inanılır?
Araştırmadan, karşılaştırmadan razı gelen da herhalde yeni bir Rıza Nur’dur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Özel Yaşamı, İsmet Görgülü, Bilgi Yayınevi, 2013 KAYNAKÇA DEVAMI
1 Tuşalğ, Erbil; "Şeriat A.Ş." , s.103, Bilgi Yayınevi, 1994.
2 Sabah gazetesi, 21 Ocak 1990.
3 Güler, Ali; "Mustafa Kemal Atatürk, Soyu, Ailesi ve Öğretim Hayatı" , s.47, 59, Ankara,1999.
4 "Işıklar Askeri Lisesi Tarihi", s.170, Bursa, 1994.
5 Bayur, Hikmet; "Mustafa Kemal Atatürk, Hayatı ve Eseri", s.148, Mustafa Kemal Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1990.
6 Turgut Özakman "Dr. Rıza Nur Dosyası" Bilgi Yayınevi, 1995
Atatürk’ün Özel Yaşamı, İsmet Görgülü, Bilgi Yayınevi, 2013