ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ HAKKINDA

 Mustafa Kemal Atatürk'ü karalamaya çalışan kişiler Mustafa Kemal Atatürk periyodu ekonominin oldukça fena bulunduğunu söylüyorlar ve bu mevzuda ısrarcılar.. Savaştan yeni çıkmış bir ülke için oldukça iyi olan neticeleri şimdi sizinle paylaşacağız!

Mustafa Kemal Atatürk Yönetiminde Türkiye Ekonomisi: 1924-1929

Türkiye ekonomisinin zamanı gelişimine bir göz atıyorum. 1923 senesinde Cumhuriyet kurulduktan sonrasında iyi mi bir performans izlemişiz, bugünlere iyi mi gelmişiz diye merak ediyorum. Ilginç bir kaç sayı da vereceğim. Kurtuluş Savaşı filmlerinden hatırladığımız kadarıyla Türk ekonomisinin ne büyük bir beşeri sermayesi ne fiziki sermayesi ne de bir teknolojik üstünlüğü vardı. Ekonominin bütünü ziraat ve tecim üstüne dayalı idi. Savaş ondan sonra Osmanlı’nın borçlarını da ödemek bizlere düşüyordu. Ayrıca Lozan Antlaşması gereği gümrük duvarlarımız 1929 yılına kadar Osmanlı’nın son dönemindeki seviyesini korumak zorunda kalacaktı. Yani hiçbir teknolojik üstünlüğü olmayan ülkemiz toplu iğneyi dahi ithal ediyor olacaktı.

Öte yandan daha ilkin savaşmaya ayrılan kaynakların hepsi (bilhassa insanlarımız) artık köylerine dönüp çiftçiliklerine devam edebileceklerdi. Bunun neticesinde 1924-1929 döneminde ekonomimiz ortalama ,8’lik bir hızla büyüyerek altı yılda kümülatif olarak y’sevinç bir gelişme sergilemiş. Tarımdaki mevsimsel/kuraklık dalgalanmanın bir neticesinde ülke ekonomisi 1927 senesinde ,7 şeklinde bir hızla küçülme gerçekleşmiş. Aslına bakarsanız 1927 senesinde Amerika’de de hafifçe bir resesyon gerçekleşmiş fakat bunun küresel boyutları nelerdir tam bilemeyeceğim. Amerika demişken, ABD o dönemler hemen hemen dünyanın süper gücü değildi. Buna karşın Türkiye’nin göreceli performansını ölçmek için şimdi yakalamaya çalıştığımız Amerika ekonomisini kullanacağım. 1924-1929 içinde Amerika ekonomisi benim derlediğim bilgilere bakılırsa ortalama %3,3 gerçek hızla büyümüş. Anlayacağınız küresel koşullar Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok da olumlu yönde değilmiş. Buna karşın o dönemde ABD ekonomisinden toplamda H daha çok büyümüşüz.

Peki bu süper performansı neye borçluyuz, politik ve askeri bir deha olan Mustafa Kemal Atatürk ekonomik alanda da bir deha mı idi? Bu soruya yanıt vermeden ilkin bu yüksek gelişme hızını iyi mi gerçekleştirdiğimizi açıklayayım. Birincisi Lozan Antlaşmasından ötürü gümrük duvarlarını 1929 yılına kadar istediğimiz şeklinde belirleyemiyorduk. Yani bir bakıma ithalatın özgür bulunduğunu düşünebiliriz. Kör milliyetçiler bu durumun ekonomimiz için iyi bir konum olmadığını savunabilir fakat reel konum farklı. 1930’larda gümrük duvarlarını yükseltip ithal ikameci bir siyaset gütmeye çabalıyoruz. Bunun yabancıların örnek 1 liraya sattığı şekeri bizim 3 liraya yapım edip kullanmamız anlamına geliyor başlangıçta. Yani ekonominin uzun vadeli performansı açısından hiç de doğru bir yaklaşım değil. 1930’ları tartışmadan ilkin 1920’lere yine geri dönelim.

Fatih Üniversitesinden Ali Coşkun tarafınca kaleme alınan “Cumhuriyetin Ilk Yıllarında Türkiye Ekonomisi” başlıklı ve Atatürkçü Düşünce Dergisinin Kasım 2003 sayısında yazılan makaleden bir kaç rakama dikkatinizi çekeceğim. Bu rakamların deposu ve doğruluğu hakkındaki bir bilgim yok. Birinci Dünya Savaşı sonucunda Anadolu’da ancak 2 adet askeri amaçlı yapınak ve 282 adet de  imalathane varmış, tamamı bu. Birinci Dünya Savaşını kaybetmemize şaşIrmamak lazım, inanç kuvvetiyle sadece bir yere kadar savaşılıyor. Türkiye Cumhuriyetinin ilk bütçesi 1 Mart 1924’de kabul edilmiş ve toplam 124 milyon TL imiş. 1924 senesinde 1 Amerika doları ise 1,67 lira imiş (aşağı yukarı şimdiki kurlara yakın doğrusu). Mahfi Eğilmez köşesinde Türkiye’nin ulusal hasılatının 1923 senesinde 570 milyon Amerika doları bulunduğunu belirtiyor. Bu kuru kullanarak 952 milyon TL ulusal gelirimiz bulunduğunu hesaplıyoruz. Yani devletin bütçesi ulusal gelirimizin ’ü imiş.
1927 senesinde ilk nüfus sayımı yapılmış, nüfusumuz 13.648.000 imiş ve bunun G,7’si ziraatçi imiş. Çiftçilik deyip burun kıvırmamak lazım, o zamanlar ziraat ürünlerinin tutarları bugüne kıyasla gerçek olarak oldukça daha yüksekti. Türkiye’nin 1923 senesinde yaptığı $51 milyonlük ihracatın �’si pamuk, kuru üzüm şeklinde ziraat mamüllerinden oluşmakta idi. Mustafa Kemal Atatürk’ün “köylü milletin efendisidir” lafına de bu bağlamda şaşırmamak lazımdır, zira çiftçiler ekonominin en büyük üreticileri idi. 1925 senesinde bir kanunla çiftçilere bedelini 20 yılda ödemek suretiyle gömü arazisi dağıtılmış ek olarak. Zirai araçlar ve makinalara sübvansiyonlar uygulanmış, Ziraat Bankası kullanılarak çiftçilere ucuz krediler dağıtılmış, ek olarak Ankara’da kurulan Mustafa Kemal Atatürk Orman Çiftliği şeklinde yerlerde uygar ziraat teknikleri çiftçilerimize öğretilmeye çalışılmış.

Öte yandan 1924 senesinde düşünülen bir kanunla demir yollarının devletleştirilmesi amaçlanmış. Bu amaçla yabancıların elinde olan hatlar satın alınmıştır. Ekonominin gelişmesi için demiryolu yatırımları dirimsel öneme sahipti, doğrudur. Devletin bu yatırımları yapmasına da o günkü ortamı göz önüne alarak karşı çıkmıyoruz. Ancak devletin elindeki sınırı olan sayıdaki kaynakların yabancılar tarafınca işletilen demiryollarının satın alınmasında kullanılması yanlıştır. Yapmanız ihtiyaç duyulan demiryollarının regülasyonunun yapılmasıdır, doğrusu fiyatlarının ve kullanım şartlarının devlet tarafınca belirlenmesidir. Elinizdeki para ile de yeni demiryolu yada daha da iyisi demir çelik fabrikası yaparsınız. Devletin elinde para olmadığı için demiryolu satınalmalarına 1928 yılına kadar başlamamış.
Büyük Buhran Sırasında Türkiye Ekonomisi: 1930-1938
Mustafa Kemal Atatürk Yönetiminde Türkiye Ekonomisi: 1924-1929 baslikli yazımızda Cumhuriyet’in ilk 6 senesinde Türk ekonomisinin performansına göz atmış ve Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde Türk ekonomisinin 6 yılda toplam y büyüdüğünü, buna mukabil Amerikan ekonomisinin ise aynı dönemde !’lik bir performans gösterdiğini ortaya koymuştuk. Bu yazımızda da Büyük Buhran esnasında Türkiye Ekonomisinin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün iyi mi bir performans gösterdiğine bakacağız. Blogumuzun eski ve kıymetli yazarı baris ise bu yazımızı eleştiren Cumhuriyet Doneminde Ekonomi baslikli bir makale yayınlayarak Türk ekonomisinin bu kadar iyi bir performans göstermesinin temel sebebinin en önce harp sebebiyle azalan nüfusun savaştan sonrasında yine artması (bilhassa emek harcama yaşındaki nüfusun artması), harp sonrası yıkılan binaların yapılması neticesinde inşaat sektöründeki süratli büyümenin endüstri üretimini arttırması, (ziraat sektöründeki genişlemenin öteki bir sebebi ise) ve dünya ziraat ürünleri fiyatlarının artması bulunduğunu anlatım ediyor. 1923-1929 içinde ziraat üretiminin nerede ise ikiye katlandığını, halbuki şahıs başına düşen ziraat üretiminin Osmanlı periyodunun altında kaldığını anlatım ediyor. Sonuç olarak da “Ortada süper bir performans değil, on bir senelik savaşın yol açmış olduğu yıkımın tamiratı laf konusudur. Büyüme oranlarındaki yükseklik geçici ziraat üretimi artışından, ayrıca da inşaat artışından kaynaklanmıştır.” ifadesini kullanıyor.
Ben baştan bu döneme meraktan baktığımı anlatım etmiştim, elimizde doğru dürüst veri olduğu da söylenemez. Bu makalelerin bir faydası ortaya farklı yerlerde bulunan verileri bir araya toplaması olacak. Barış’ın ifadelerini çözümleme etmeden ilkin 1930-1938 içinde Türkiye ekonomisinin iyi mi bir performans gösterdiğine bir bakalım. Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde Türkiye Büyük Buhranda iyi mi bir performans sergilemiş görelim:


Grafikten de göreceğiniz suretiyle bu 9 senelik dünya ekonomisinin ve Amerika’nın 20. Yüzyılda yaşamış olduğu en büyük ekonomik daralma döneminde Türkiye ekonomisi yaklaşık %5,9 büyümüş, kümülatif olarak ise a büyümüşüz. Öte yandan Amerikan ekonomisi yaklaşık %0,6 ,kümülatif olarak ise +üyümüş. Türk ekonomisi Amerikan ekonomisine kıyasla ` daha çok bir gelişme gerçekleştirmiş. Yani bahsettiğimiz yüksek gelişme ancak harp sonrasındaki 6 yıla mahsus değil, sonrasındaki 9 yılda da devasa yükseklikte hızlarda ekonomimiz büyümeye devam etmiş. Doğrudur, yaklaşık gelişme hızı yavaşlamıştır fakat Büyük Buhranda %5,9 hızla büyümek o şekildeki yabana atılacak bir performans değildir.

1924-1938 arasındaki 15 senelik Mustafa Kemal Atatürk yönetimindeki döneme bakarsak ekonomimizin 1923’ün sonuna kıyasla 2,89 katına çıktığını, buna kıyasla Amerikan ekonomisinin ise ancak # büyüdüğünü belirtelim. Şimdi de hem baris’in eleştirilerine yanıt vermeye çalışalım, bununla birlikte büyümemizin bir muhasebesini yapalım.

Akla ilk gelen izahat nüfusun artması, bilhassa çalışabilir adam nüfusundaki artış. Elimizde Orhan Karaca’nın hesapladığı nüfus sayıları var, bunlar doğal ki 1927 ve 1935 yıllarında meydana getirilen nüfus sayımına dayanıyor. 1938 senesinde Türkiye’nin nüfusu 1923 yılına kıyasla 4,5 artış göstermiş. Amerika’nın nüfusu ise ancak  yükselmiş. Bu rakamlar bizlere Amerika’da şahıs başına gelirin bu 15 senelik müddette aşağı yukarı durağan kaldığını, Türkiye’de ise iki katından fazla arttığını gösteriyor. Bu anlamına gelir ki nüfusun artması Türkiye’nin 2,89 katına çıkan ulusal hasılatındaki artışın küçük bir kısmını açıklıyor. Belki nüfusdan ziyade çalışabilir insan nüfusu fazlaca arttığı için ulusal gelirimiz bu kadar fazlaca artmıştır.
Elimizde 1924 yılına ilişik nüfus dağılımı yok, 1927 nüfus sayımı ise dağılımın dökümünü yapmamış. 1935 ve 1940 yıllarında meydana getirilen nüfus sayımında bu bilgiler var ve bu tarz şeyleri geriye çekerek 1924 yılındaki nüfus dağılımını aşağı yukarı hesaplayabiliriz. Bunu yaparken iki adet faraziye kullanacağız. Birincisi 1935-1940 arasındaki ölüm oranının 1924-1935 içinde da değişmediğini varsayacağız. Ikincisi 1935 nüfus sayımında 10-14 yaş kategorisinde olanların 1930 senesinde 5-9 yaş kategorisinde, 1925 senesinde ise 0-4 yaş kategorisinde bulunduğunu varsayacağız (araya ekstradan insanoğlu girip çıkmayacak).

1935 senesinde 10-14 yaş grubunda olan 1 milyon 595 bin şahıs varmış, 1940 senesinde ise 15-19 yaş kategorisindekilerin sayısı 1 milyon 526 milyon imiş. Bu yaş grubu 5 yılda %4,3 ölümler yada standardize hataları sebebiyle azalmış. 1935 senesinde 15-19 yaş grubunda 1 milyon 45 bin şahıs varken, 1940 senesinde 20-24 yaş grubunda 1 milyon 42 bin şahıs varmış. Bu yaş grubu ise 5 yılda ancak %0,2 azalmış. Istatistikler tutulurken muhtemelen insanlara yaşları sözlü olarak soruluyordu. O yüzden bu mevzuda bir miktar standardize yanlışı var, sadece genele baktığımız vakit standardize hataları birbirlerini nötralize ederek toplamdaki hata bizim hedefimiz için önemsiz olacaktır. Şimdi bu hesapladığımız oranları kullanarak 1935 senesinde 20-24 yaş grubunda olan 1 milyon 389 bin bireyin 1930 senesinde 15-19 yaş grubunda olduklarını ve sayılarının ise 1930 senesinde 1 milyon 392 bin ve 1925 senesinde ise 1 milyon 455 bin bulunduğunu hesaplıyoruz. Sonra bunu bütün yaş grupları için tekrarlıyoruz. Bu yöntemi kullanarak 1925 yılı için hesapladığımız toplam nüfus Orhan Karaca’dan aldığımız 1923 yılı toplam nüfusuna eşit çıkıyor. Yöntemde fazladan düzeltme yapmak yerine ikimiz de 1925 nüfus dağılımı ile 1940 yılı nüfus dağılımını karşılaştırmaya karar veriyoruz. Amacımız çalışabilir insan sayısındaki değişimi ölçmek olduğundan bunda fazlaca büyük bir mahzur yok. Nüfus dağılımı şu şekilde:






Çalışma yaşını 15-54 olarak varsayarsak 1925 senesinde 6 milyon 779 bin şahıs emek harcama yaşlarında imiş, 1940 senesinde ise bu sayı 8 milyon 760 bine yükselmiş. Yani artış payı ),2 olarak gerçekleşmiş. Yok nüfusun mühim bir bölümü tarımda çalmış olduğu için 10-14 yaş grubunu da çalışabilir insanoğlu arasına koymalıyız derseniz bu sefer artış payı 2,9’a yükseliyor fakat doğumlarda bir bebek patlaması yaşandığı için toplam nüfus artışında gözlemlediğimiz 4,5 rakamına ulaşamıyor.


Buraya kadar olan bölümü özetleyecek olursak nüfus artışı gelişme sayıları üstüne olumlu yönde tesir eden bir unsur olduğundan ek olarak şahıs başına düşen ulusal gelirdeki artış oranları hesaplanır. Bunu yaptığımız zaman 1924-1938 içinde yaklaşık şahıs başına düşen ulusal gelirin yıllık %5,73 arttığını görüyoruz. Cumhuriyet tarihinin geride kalan 71 senesinde ise bu sayı yaklaşık yıllık %2,17. Bu anlama gelir ki Türkiye’nin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün bu dönemdeki performansını açıklayan başka bir unsur bulmamız gerekecek.


Baris’in önerilmiş olduğu öteki bir unsur ise ziraat fiyatlarındaki artışın Türkiye’nin büyümesini körüklediği, iyi mi bugün petrol ihraç eden ülkeler büyük hızlarda büyüyorlarsa Cumhuriyet’in ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk yönetimindeki Türk ekonomisi de iktisat tarıma dayalı olduğundan ve ziraat tutarları yükseldiği için yüksek hızlarla büyümüştür diyor. Açıkcası bu mevzuda pek bir bilgim yoktu, iyi mi olduysa Minneapolis Fed sayfasında Italya’ya ilişik ziraat ürünleri fiyat endeksine ulaşmayı başardım. Türkiye ile benzer iklime haiz Italya’da ziraat ürünleri fiyat endeksi şöyleki gelişmiş:


Göreceğiniz suretiyle 1924 senesinde ziraat tutarları gerilemiş bulunmasına karşın, 1925 senesinde %, 1926 senesinde ise artış göstermiş. Daha sonrasında ise fiyatlar gerilemeye başlamış ve 1927 senesinde  düşmüş. Hatırlarsanız 1927 senesinde Türkiye ekonomisi de ’dan daha yüksek bir hızla küçülmüştü. Demek ki ziraat fiyatlarındaki düşüşün de bunda bir tesiri var. Düşüş 1928 senesinde %4, 1929 senesinde %6 olarak gerçekleşmiş. Büyük Buhran'ın başlaması ziraat tutarları üstünde hiç de iyi bir tesir yapmamış ve 1930 ve 1931 yıllarının her birinde fiyatlar  daha düşmüş. 1932 senesinde fiyatlar bütün bu düşüşlerin üzerine ]aha düşmüş, ve 1933 senesinde ise bir kere daha  düşerek 1925 yılındaki seviyesinin yarısına inmiştir. Her ne kadar Cumhuriyetin derhal başlangıcındaki 3 senenin ikisinde ziraat tutarları yükselmişse de hemen sonra düşmeye başlamış ve Büyük Buhran esnasında ise yarı yarıya düşerek ekonomisi tarıma dayalı bir ülke olan Türkiye’yi herkesten oldukca etkilemiş olmalıdır.

Ihracat rakamlarımıza (DTM'den aldim rakamlari) baktığımız vakit fotoğraf daha da netleşiyor. 1924 senesinde ziraat tutarları düşmesine karşın ihracatımız a artış göstermiş. 1925 senesinde ihracattaki artış ile fiyat artışı orantılı; 1926 senesinde ise fiyatlar artmasına karşın ihracat azalmış. Ihracat rakamlarını ziraat tutarları endeksine bölerek bir “gerçek ihracat endeksi” oluşturdum, ondaki hareketleri takip ederseniz ihracatın 1933 yılına kadar ziraat fiyatlarıyla paralel seyrettiğini görürsünüz, 1933’den 1938’e kadar geçen müddette ise bir ihracat patlaması yaşadığımız ve bunun fiyatlarla bir alakasının olmadığı görülüyor. Ikinci Dünya Savaşının başlamasıyla işler yeniden bozuluyor fakat bu Mustafa Kemal Atatürk’ün değil Ismet Inönü’nün yönetimi altında gerçekleşiyor.
Bu faktörü de özetleyecek olursak 1924-1938 arasındaki yaklaşık ziraat tutarları yükselmemiş, düşmüştür. Ilk yıllarda yelkenlerimizi rüzgarla doldurmuş bulunmasına karşın daha sonraki yıllarda verdiğinden oldukca daha fazlasını geri almıştır. O yüzden de Mustafa Kemal Atatürk’ün 15 senelik performansında mühim bir katkı yapmış olduğu söylenemez.

Değerli Dostlarım. Mustafa Kemal Atatürk genel hatları itibariyle Cumhuriyet tarihinin en başarıya ulaşmış 15 senelik ekonomik performansını göstermiştir. Doğrudur, bunda savaştan çıkmış olmamızın katkısı vardır, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ziraat fiyatlarının 2-3 sene yüksek seyretmesinin de oranı vardır. Ancak savaşın yaraları sarıldıktan sonrasında ve ziraat tutarları yarı yarıya düşerken dahi ülkemiz şimdiki averajının üstünde büyümüştür. Büyük Buhranın ortasında 1930-1938 döneminde Türkiye ekonomisi senelik yaklaşık %5,9 büyümüş. Büyük Buhranla karşılaştırılamayacak kadar hafifçe geçen 2007-2009 döneminde Türkiye ekonomisi %0 ile yerinde saymıştır. Mustafa Kemal Atatürk Türk ekonomisinin Cumhuriyet tarihinin en iyi performansını göstermesini sağlamıştır, daha iyisi sonradan maalesef çıkmamıştır.
Şimdi bundan Mustafa Kemal Atatürk’ün her almış olduğu ekonomik karar doğruydu anlamı çıkarılmasın. Yapılan büyük hatalar da var. Mesela yabancıların işletmesi altında olan kurumların devletleştirilmesi, ekonominin dışarıya kapatılması şeklinde konular Mustafa Kemal Atatürk’ün attığı yanlış adımlar arasındadır. Ülkenin büyümek için dış kaynağa en çokca ihtiyacı olduğu dönemlerde elimizdeki kapital ile ek yatirim yapacagimiza mevcut ozel sirketleri satin alip sermayeyi kacirmisiz, öteki büyük ülkelerin gazına gelmiş olarak ekonomiyi dışarı kapatmış ve kendi kendimize zarar vermişizdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısının sırrı inanmayacaksınız fakat devlet eliyle ekonomiye doğrultu vermektir. Bu bilhassa küçük ve gelişmemiş ekonomilerde kaynaklar tam olarak kullanılmadığı zamanlarda büyük gelişme hızları yaratıyor. Insanlar devlet tarafınca eğitilip yetenekleri (goreceli olarak) arttırılıyor, kaynaklar üretimin emrine veriliyor, altyapı yatırımları yapılıyor (Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan şarkısını hatırladınız mı?), devletin koruması altında endüstri kuruluyor, vs. Tüm bunların neticesinde ekonominin yüksek hızlarda büyümesi sürpriz olmuyor.
Problem bu tür devletçi yaklaşımların bir süre sonra tıkanmasında. Atıl kaynaklar üretimin hizmetine sokulduktan sonrasında verimsiz bir biçimde kullanılıyor olsalar bile (asla kullanılmadıkları zamana kıyasla) ekonominin büyümesine katkı sağlıyorlar. Bu ilk aşamayı atlattıktan sonrasında devlet tarafınca işletilen kurumları hususi sektöre devredip daha bereketli ve daha zeki çalışmalarını sağlamak gerekiyor, yarattigimiz tekellerin kor topal 80 yıl daha devam etmesini saglamak degil. Sosyalizmin tökezlediği nokta burası oldu. Türkiye’nin tökezlediği nokta da burası oldu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında insanların benliklerine işleyen sosyalizm mantığından ondan sonra bir türlü tam olarak kurtulamadık. Bugün dahi insanoğlu kalkıp eski tekerlemeleri önümüze getirip devletin piyasalarda etken olarak oyuncu yada tutarları düzenleyen bir rol almasını istek ediyorlar.

Mustafa Kemal Atatürk yaşıyor olsaydı iyi mi bir yol izlerdi bilmiyoruz. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ten sonrasında gelenlerin ne tür bir performans sergilediğini biliyoruz. Mustafa Kemal Atatürk’ten ilkin gelenlerin de iyi mi bir performans sergilediği ortada. Her önder kendinden öncekilerin miras bıraktığı ülkeyi devralır fakat kendisine dağıtılan kartları iyi mi oynayacağına da kendisi karar verir. Mustafa Kemal Atatürk bence kendisine dağıtılan kağıtları oldukça güzel oynamıştır, rakamlar da bunu göstermektedir. Daha sonraki hiçbir 15 senelik süreçte Türkiye bu kadar başarıya ulaşmış bir ekonomik performans göstermemiştir. Içerisinde büyük buhranın yer almış olduğu 1929-1938 döneminde dahi ekonomimiz ondan sonraki herhangi bir 10 senelik vakit diliminden daha iyi bir performans göstermiştir. Mustafa Kemal Atatürk 80 yıl öncesinden “Küresel kriz o şekildeki teğet geçmez, bu şekilde teğet geçer” diyerek bugünün politikacılarına el sallamaktadır.



Veriler: Kalkınma Bakanlığı, TÜİK Verilerine Göre Uyumlaştırılmış GSYH. T.C. Dışişleri Bakanlığı. Not: Kırmızı koalisyon, mavi tek parti, siyah ise ara/askeri dönem hükümetleridir. 2 yıldan az süren hükümetler hesaplamaya dahil edilmemiştir. 2. Dünya savaşı yılları hesaplamaya dahil edilmemiştir.Grafik & Hesaplama @sirincagdas (Bir kısmı alıntıdır bir kısmı ekleme/düzenlemedir)

Ekstradan bakmak isterseniz https://cdn.istanbul.edu.tr/statics/ataturkilkeleri.istanbul.edu.tr/wp-content/uploads/2013/03/ydta-02-ozel.pdf

https://www.kafkas.edu.tr/dosyalar/iibfdergi/file/12/08.pdf

1.1 Osmanlı’dan devralınan ekonomi:


Hali hazırda iyi bir vaziyette olmayan Osmanlı ekonomisi 1. Dünya savaşı yenilgisi ile ağır bir darbe almıştı. Cumhuriyet dönemi ekonomisinin daha iyi anlaşılması için 1. Dünya Savaşı ve sonrasında Osmanlının yaşadığı iktisadi yıkımı somut istatistikler ile görmek elzemdir:


Kömür üretimi, 1913-14 ortalamasıyla karşılaştırıldığında, 1916’da yüzde 40, 1918'de ise yüzde 75 oranında geriledi. Diğer madenlerin üretimi de, savaş öncesine göre, yüzde 50 ile 80 arasında değişen oranlarda düştü. Pamuklu tekstil üretimi ise, 1918’de, 1913’teki düzeyinin yüzde 50 altındaydı. Savaş sırasında toplam sanayi üretiminde ortaya çıkan düşüşle ilgili bir tahmin bulunmuyor, ancak yüzde 30 ile 50 aralığında olması bize makul gözüküyor.”[1]

“1918 yılına gelindiğinde, yük hayvanlarının sayısı yüzde 50, koyun ve keçilerin sayısı ise yüzde 40 oranında azalmıştı. Savaş sırasında kadınlar daha fazla çalışmış olsalar da, ekili alanlar ve üretim düzeyi de büyük ölçüde azaldı. Resmi istatistikler ekili alanların ve tarımsal üretim düzeyinin savaşın ilk yılından itibaren gerilediğini gösteriyor. 1913- 14 düzeyleriyle karşılaştırıldığında, buğday üretimi 1916 yılında yaklaşık yüzde 30 oranında düşmüştü. Çoğu ihraç ürününün üretimin- deki düşüş oranları daha da yüksekti. 1918 yılında üretimdeki düşüş buğdayda yüzde 40’a yakın, tütün, kuru üzüm, fındık, zeytinyağı, ham ipek ve pamukta ise yüzde 50’nin üzerindeydi. Ancak, tarımsal üreticiler, savaş dönemi vergilerinden ya da ordunun el koymasından kaçınmak için ürünlerini saklamış ya da olduğundan az göstermiş olabilecekleri için, bu resmi rakamlar üretimdeki düşüşü olduğundan daha fazla gösteriyor olabilir. Savaş dönemi ile ilgili milli gelir tahminleri bulunmuyor. Bir bölümü burada sunulan eldeki sektörel verilere dayanarak, 1918’de, İmparatorluğun milli gelirinin, savaştan. önceki düzeyine göre en az yüzde 40 oranında, hatta daha da fazla gerilediği söylenebilir.” [2]

Aynı şekilde bu dönemlerde Osmanlı-Türk tarihinin en büyük enflasyon dalgası da görülmüştür, bu enflasyon şokunun Cumhuriyet dönemi bütçe-para politikalarına etkileri ise çok büyüktür, zira bu şokun yarattığı acı tecrübe sonucu Cumhuriyet döneminde çok sıkı bir para ve bütçe politikası takip edilmiştir, ilerleyen kısımlarda bu konuya daha ayrıntılı biçimde değinilecektir.


Osmanlı dönemindeki sermayenin demografik durumundan da bahsetmek zaruridir, zira böylece cumhuriyet döneminde milli burjuvazi yaratma politikaları anlaşılabilir;


“(Azınlıklar)Türklere, Müslümanlara göre çok daha önemli nispi payları ellerinde tutuyorlardı. Vilayet salnameleri taranarak çıkartılan bir döküme göre, 1912 yılında, imparatorlukta iç ticaretle uğraşılan 18.000 kadar iş yerinin % 15’i Türklere, % 49'u Rumlara, % 23'ü Ermenilere ve % 19’u levantenler, diğer gayrimüslimler ve diğer Müslümanlara aitti. Artizanal dükkanlar da içinde olmak üzere 6.500 kadar imalat iş yerinin % 12'si Türklerin, % 49’u Rumların, % 30’u Ermenilerin, % 10’u diğerlerinindi. Doktor, mühendis, muhasebeci gibi 5.300 kadar serbest meslek sahibinin % 14'ü Türk, %44’ü Rum, % 22'si Ermeni'ydi İstanbul, İzmir ve Trabzon gibi nüfuslarında gayrimüslimlerin önemli paya sahip olduğu kentlerde Türklerin ticaret ve serbest mesleklerdeki payı daha da azdı. Meselâ 1910’lu yıllarda İzmir’de “azınlıklardan 88, Türklerden ise yalnız 7 doktor vardı. 43 eczacının bir teki bile Türk değildi." 1922 yılı İstanbul’unda dış ticaret işletmelerinin sadece % 4’ü, taşımacı firmaların % 3'ü, toptancı mağazaların % 15'i ve perakendeci mağazaların % 25’i Müslümanlara aitti. 1919 yılında Batı Anadolu’da çalışmakta olan 3.300 imalat sanayi işyerinin % 73'ü Rumların olup, bu iş yerlerindeki 22.000 İşçinin % 85’i de gayrimüslimdi.”[3]

“Söz konusu dönemde(1924 İstanbul'da) ithalat-ihracat faaliyetlerinin yüzde 4'ü ile komisyonculuğun yalnızca yüzde 3'ü Türklerin elindeydi. Liman işlerinin tamamı azınlıkların kontrolünde bulunuyordu. Esham ve Kambiyo Borsa'sında faaliyet gösteren borsa kurumlarının yüzde doksan beşi azınlıklara aitti. İç piyasaya yönelik olarak faaliyet gösteren toptancıların yalnızca yüzde on beşi, yarı toptancıların ve perakendecilerin ise yalnızca yüzde yirmi beşi Türk'tü. Yine tüm belediye ve kent hizmetleri ile tütün tekeli gibi imtiyazlı işler yabancı şirketler tarafından gerçekleştiriliyordu." Bu verileri ortaya koyan ise yine Milli Türk Ticaret Birliği tarafından kurulan bir şirket tarafından gerçekleştirilen Türk Ticaret Salnamesi adlı bir çalışmaydı.”[4]

1923’de Osmanlı’dan tüm fabrikalar ise şöyleydi:


“Osmanlı'dan Cumhuriyete kalan fabrikalar şunlardı: Bakırköy Dokuma Fabrikası, Feshane Yün İplik Fabrikası, Hereke İpek Dokuma Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası ve Tophane Silah Fabrikası. (Osmanlı'dan Cumhuriyete kalan fabrikalar şunlardı: Bakırköy Dokuma Fabrikası, Feshane Yün İplik Fabrikası, Hereke İpek Dokuma Fabrikası, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası ve Tophane Silah Fabrikası.”[5]

1922 yılında Osmanlı Devletinin GSYH’sinin dünya GSYH’sine oranı yüzde 0.3, kişi başına düşen milli gelir ise 47 dolar civarındadır.[6]


Şimdi bu alıntılar ışığında okuyucu Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı ekonominin durumu hakkında az çok bir fikir sahibi olduğunu düşünüyoruz.


1.2 İzmir İktisat Kongresi:


Milli Mücadeleden sonra İstanbullu Türk burjuvazi Milli Türk Ticaret Birliği’ni kurdular. Birliğin temel amacı; yabancı ekonomilerle, dış ekonomik ilişkileri sürdüren azınlıkların tasfiyesiyle meydana gelen boşluğu doldurmaktı. Milli Türk Ticaret Birliği, Ocak 1923’te Ticaret-i Hariciye Kongresi düzenlemeye karar verdi. Bu arada Ankara Hükümeti bir yandan Lozan’da karşılaşılan zorlukları Türk ve dünya kamuoyuna duyurmak, diğer taraftan ekonominin çeşitli sorunlarını tartışmak üzere İzmir İktisat Kongresi hazırlıkları içerisindeydi. Milli Türk Ticaret Birliği’nin de katıldığı İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplandı. İzmir İktisat Kongresi’ne çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi temsilcilerinden oluşan toplam 1135 temsilci katılmıştır. Kongrede alınan temel kararlar milli bir burjuvazinin yaratılması[7], kapitülasyonlar sonucu oluşan yabancı tekellerden kaçınılması(* Türkiye ekonomisinin tamamıyla yabancı burjuvazi elinde bulunması, Türk yöneticiler tarafından bir mâli güvenlik sorunu olarak değerlendirilmiştir. Bunun temel sebebi de İngilizler’in Lozan’da Türkiye’yi bununla tehdit olması olsa gerek, zira Lord Curzon konferans boyunca azınlıkların Türkiye ekonomisi üzerinde tekel olduğunu belirtmiş ve Türkiye’yi bu olgu ile defalarca kez sıkıştırmaya çalışmıştır: “Türkiye'nin refahı büyük ölçüde yabancıların yaptığı ticarete dayanıyor: İngiliz, Fransız, Rum, Ermeni ve başkaları, büyük iş yerleri kurarak ticaret ilişkilerine girmişler ve burada büyük sermaye yatırımlarında bulunmuşlardır. Türkiye, İsmet Paşa'nın şimdi yaptığı gibi, önerdiğimiz bütün tasarılara kesin bir retle karşı çıkmaktan vazgeçmezse, bütün ekonomik sisteminin çökmesine ve iflasına yol açabilir... (Böyle yaparsa) Türkiye, Asya'nın ıssızlıkları içinde yitik düşmüş sefil bir ülke durumuna dönüşecektir! [8], Kâzım Karabekir Paşa ise bu yabancı tekellerinden oluşan sendromu şöyle ifade eder: “Kapitülasyonlardan öylesine çok çekmiştik ki, ecnebi sermaye yardımından ürker olmuştuk.”[9]ve en önemli olarak Cumhuriyet döneminin kalkınma Stratejisi Özel Teşebbüsün mutlak şekilde öne çıkacağına işaret edilmiş, Liberal politikaların uygulanmasına karar verilmiştir. [10] [11] [12] [13] [14] [15] [16] [17]


Yine kongrede yabancı sermaye hakkında da Türkiye Hükümeti gelecekteki tavrını yansıtmıştır.(Kemalist Dönem ve Yabancı Sermaye ilişkisi ayrı bir bölümde ayrıntılı biçimde ele alınacaktır) Mustafa Kemal ülkenin başında olan kimse olarak yabancı sermayenin Türkiye'ye davet edilmesi ve çekilmesi gerektiğini, bu durumun karşılıklı yarar sağlayacağını fakat bununla birlikte yabancıların Türkiye'de devrim öncesindeki gibi mutlak bir egemenliğe sahip oldukları dönemlerin son bulduğunu bildirmiştir. Mustafa Kemal'e göre bundan böyle yabancı sermaye Türkiye'nin iç yasalarına bağlanacaktır. [18] [19] Yine Mustafa Kemal söz alıp şöyle konuşmuştur:

“Zannolunmasın ki, ecnebi sermayesine hasımız; hayır, bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermaye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza uymak şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye hemen hazırız.”[20]

İzmir İktisat Kongresindeki tüm kararlar ise şöyledir:

  1. Aşarın Kaldırılması

  2. Temettü vergisinin gelir vergisine dönüştürülmesi

  3. Reji idare ve yönetimin kaldırılması

  4. Bir ana ticaret bankası kurulması

  5. Kambiyo merkezleri, özellikle nakit ve tahviller borsasının millileştirilmesi, büyük ticaret merkezlerinde hisse senedi, sermaye ve tahvil borsaları açılması

  6. Türk limanlarında Kabotaj hakkının tanınması

  7. Sanayi Teşvik Kanunu çıkartılması(Böylece rejim sanayileşme görevini özel sektöre devrettiğini ifade eder)

  8. Her yıl sergiler açılması

  9. Sanayi bankasının kurulması

  10. İş gücünün en fazla 8 saat çalışması

  11. Haftada bir gün çalışanlara tatil imkanı verilmesi

  12. Sendika hakkının tanınması


İzmir İktisat Kongresi kararlarını Sabahattin Selek ise şöyle yorumlar:

Emperyalizme ve kapitalizme karşı olan “Anadolu İhtilali”, halkçı ve devletçi karakterini zaferden hemen sonra unutmuş ve liberal ekonomiye dönmüştür.”[21]

1.3 Lozan


Kapitülasyonlar her zaman Osmanlı-Türk Ekonomisi için bir sorun olmuşlardır. Ali Paşa, 2. Abdülhamit ve İttihat ve Terakki döneminde Kapitülasyonların kaldırılması için çeşitli girişimlerde bulunulmuş fakat bunlar sonuçsuz kalmıştı. Tanzimat Modernleşmesinin en önde gelen 3 Paşasından birisi olan Sadrazam Ali Paşa kapitülasyonlar hakkında şöyle konuşur: “Kapitülasyonlar Devlet-i Âliye’nin iç işlerini idare olunmaz bir dereceye getirmiş ve bayağı bir devlet içinden on beş-yirmi devlet hâlini çıkartmıştır.” [22] Kapitülasyonlar ise Osmanlı Ekonomisini kaçınılmaz şekilde iflasa sürüklemiştir:


1874/1875 Osmanlı bütçesinde 25.000.000 Osmanlı Lirası gelir gösterilmişti. Fakat gerçek gelir 17.000.000 Osmanlı Lirası'ydı. Osmanlı’nın, bu paranın 13.000.000 lirasını dış borç için ayırması gerekiyordu. Geriye kalan 4.000.000 lirayla devleti yönetmek olanaksızdı. İflas kaçınılmazdı.” [23]

“1876'da II. Abdülhamit padişah olduğunda devlet gelirlerinin yüzde 80’i bile dış borçları ödemeye yetmiyordu. Bu nedenle öncelikle memurların, emeklilerin ve bakanların aylıkları düşürüldü. Bu düşük memur aylıkları bile ancak dört-beş yıl gecikmeyle ödenebildi.” [24]

Osmanlı Muharrem Kararnâmesi ile fiilen iflasını ilan ettikten sonra da Düyunu Umumiye idaresi kurulur. O dönem Duyunu Umumiye ve Osmanlı Ekonomisini birinci elden incelemiş iktisatçı Parvus Efendi şöyle yazar:


“Düyunu Umumiye, Osmanlı Maliye Nezareti’nin yanında ikinci bir maliye bakanlığı gibiydi. Çok büyük bir geliri yönetiyordu: Kurulduğunda 2.552.000 Osmanlı Lirası kadar bir geliri kontrol eden kurum, 1911-1912'de 8.258.000 Osmanlı Lirası kadar bir geliri kontrol ediyordu. Yani, bütün Osmanlı gelirlerinin yüzde 31,5’i Düyunu Umumiye’nin kontrolündeydi.”[25]

Lozan’da Düyunu Umumiye konusu çok tartışılmıştır ve Konferansta varılan mutabakat sonucunda: “Bir başka ifade ile Düyun-ı Umumiye bir haciz kurumu olmaktan çıkmış ve Türkiye ile alacaklı-borçlu ilişkisine girilmiştir.”[26]


Aynı şekilde konferansta tüm kapitülasyonlar kaldırılmış fakat Osmanlı’nın borçlarının bir kısmının ödenilmesi taahhüt edilmiştir:

“İmparatorluk, gerisinde dev bir borç bırakarak yıkılmıştı. Bu borçların kimler tarafından ödeneceği büyük bir soru işaretiydi. Lozan görüşmeleri sırasında Osmanlı borçlarının kesin akıbeti belli olmamakla birlikte ilkesel olarak bu borcun, İmparatorluğun savaş öncesindeki topraklarını bölüşen devletler arasında her birinin aldığı toprakların geliri ile orantılı olarak dağıtılması benimsenmiştir. Lozan'ın ardından, uzun süren pazarlıklar sonucu Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalan 1912 yılından önceki borçların yüzde 62'sini ve 1916 yılından sonraki borçların da yüzde 76'sını yani tüm borçların kabaca üçte ikisini yüklenmek zorunda kalmıştır." Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsızlıklarını elde eden tüm ülkeler arasında ödenmesi gereken en yüksek borç miktarı olan bu tutar, 161,3 milyon lira olan toplam Osmanlı borcunun 107,5 milyon lirasına denk geliyordu. Türkiye borç ödemelerinin ilk taksitini 1929 yılında yatıracaktı. Bununla birlikte 1933 yılında Türkiye'nin alacaklı ülkelerle yaptığı ikinci bir anlaşmayla mevcut borç yükü 86 milyon liraya indirilmiştir. Bu büyük borcun ödemeleri ancak 1954 yılında tamamlanmıştır.”[27]

Bu bağlamda Lozan’ın ekonomik olarak Türkiye’ye en temel pozitif etkileri, Kapitülasyonların kaldırılması ve Düyunu Umumiye’nin haciz ve vergi koyma yetkilerinin lağvıdır.


1.4 Cumhuriyet Dönemi Mülkiyet ve Ekonomi Hukuku


Bir ülkenin iktisadi durumunun tahlili için bakılması gereken en önemli hususlardan birisi o ülkenin anayasasında ve yasalarında tanımlanan Mülkiyet ve Ekonomi hukukudur. İşte şimdi de Cumhuriyet dönemi İktisadi hukuk yapısı çeşitli alıntılarla gözler önüne serilecektir:

Bülent Tanör ekonomik konularda 1924 Anayasasının tutumunu şöyle ifade eder:

Ekonomik konularda Anayasanın bireysel mülkiyet ve girişimi koruyucu özellikleri açıktır. 1924 Anayasası’nın devleti, müdahaleci ve sınırlayıcı değildir. Müdahaleler çok istisnaî olarak işaretlenmiştir. Bir yıl önce yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde alınan Liberal ve özel teşebbüsçü kararların ruhu Anayasa’da da sinmiştir.” [28]

Yahya Sezai Tezel ise bu dönem Türkiye’nin Kapitalist hukuk sistemi benimsediğini aktarır:

“Kemalist rejim, bilindiği gibi, bir hayli hızlı bir tempoyla önemli bir hukuk reformunu gerçekleştirdi. 1920’lerde, birbirini tamamlayan bir dizi geniş kapsamlı temel kanunlarla, Türk hukuk sistemi Batı toplumlarındaki örnekleri izleyerek çağdaşlaştırılırken, tam anlamıyla kapitalist mülkiyete dayanan bir yasa düzeni Türkiye'de yerleştirilmiş oluyordu. 1924 Anayasası özel mülkiyet ve miras haklarını en temel haklar arasında güvence altına aldı. İsviçre Medeni Kanunu’ndan uyarlanmış Türk Medeni Kanunu'nun 1926 yılında kabul edilmesiyle, Osmanlı hukuk yapılarının taşınmaz mallarda özel mülkiyet rejimiyle bağdaşmayan bütün kalıntıları tasfiye edildi. 1926 ve 1929 tarihli yeni ticaret kanunları, çeşitli usul kanunları ve bu kanunlara uygun adalet örgütlerinin kurulmasıyla Türkiye'deki hukuk yapısının ʻbatılılaştırılması’ tamamlandı. Türkiye'deki hukuk sisteminin Batı modeline göre yenilenmesi 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nda başlamıştı. Ama Osmanlı hukuk sistemi, içinde eski geleneksel-İslamî kurallar ve yargılama yapıları devam ettiği için, Cumhuriyet’e kadar ikili ve eklektik kalmıştı. Sistemi Batı modeline göre bütünleştiren Kemalist hukuk reformu oldu. Türk toplumunun yasal, toplumsal ilişki ve kurumlarında radikal değişikliklere yol açmış olan bu reform, Kemalistlerin ana gelişme stratejileriyle uyumluydu. Hatta bu stratejinin bir türevi gibiydi. Kapitalist gelişme stratejisi açısından uygun bir hukuk yapısının oluşturulması can alıcı bir önem taşıyordu. Bu önemli iş birkaç yıl içinde tamamlandı.”[29]

1.5 1923-1939 arasında Tarım ve Sanayi Sektörü:


1.5.1 Cumhuriyet Döneminde Tarım Sektörü


1920’lerin başında Türkiye’de tarım sektörü, yaklaşık olarak çalışan nüfusun %80’i ve GSYH’nin %50’sini oluşturuyordu. On yıldan fazla süren savaşlar sonucunda tarım sektörü büyük bir darboğazdaydı. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Osmanlı İmparatorluğundan kalan bir vergi politikasıyla karşılaşmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun vergi politikasında en büyük kaynağı tarımsal üretimin yüzde 10’u olarak alınan Aşar vergisiydi. 1924 yılının rakamlarına göre Türkiye’nin toplam vergi gelirlerinin içerisinde dolaysız vergilerin payı yüzde 49’du.[30] Dolaysız vergi hasılatının yüzde 80’i ise aşar ve ağnam vergilerinden elde ediliyordu. Ancak Osmanlı’dan beri Namık Kemal gibi birçok aydın Aşar vergisini eleştirmişlerdir, İzmir İktisat Kongresine çiftçi grubu da şiddetle Aşar’ın kaldırılmasını talep etmiş ve böylece Kongre sonucu alınan kararlardan birisi de Aşar vergisinin kaldırılması olmuştur. Bu bağlamda Aşar vergisi 17 Şubat 1925 tarihinde TBMM tarafından oy birliğiyle kaldırılmıştır. Aşar vergisinin kaldırılmasıyla, tarım sektörü için en büyük vergi indirimi sağlanmıştır[31], ayrıyeten şunu da ifade etmek gerekir ki 1960’a kadar tarım sektörü etkin bir biçimde dolaysız vergi kapsamına da alınmamıştır.[32] [33] [34] (2. Dünya Savaşında tarım sektörü Savaş için vergilendirilmiştir, fakat bu geçici bir uygulama olarak görülmüş ve 2. Dünya Savaşından hemen sonra kaldırılmıştır.) Vergi sistemindeki bu önemli değişiklik ziraat kesiminin Kapalı iktisadi yapıdan çıkarak, nakit ihtiyacının karşılanması için zirai ürünlerin pazara yönelmesini sağlamıştır. Bunun en büyük kanıtları da Tarım/Ticaret Borsalarının yaygınlaşması olmuştur. Türkiye de 1925’te Ticaret ve Sanayi odaları tarafımdan kurulan ve faaliyet gösteren zahire ve hububat borsaları bulundukları bölgelerdeki fiyat farklılıklarını ortadan kaldırarak alıcı ve satıcının güvenle işlem yapmasını, ürünlerinin kalite ve değerlerinin sistemli bir şekilde belirlenmesini sağlamıştır. Meşrutiyet yıllarında tarım borsaları kurma girişimi olmuşsa da başarılı sayılabilecek tek örnek Konya’dır. Ticaret Borsaları Cumhuriyetle birlikte tam anlamıyla önem kazanmıştır.[35] [36] Fakat 1920’lerde Cumhuriyetin tarım politikalarının küçük köylünün aleyhine ve toprak ağalığı/feodalizmin lehine olduğu konusunda da çeşitli yorumlar mevcuttur. Aslında bu bakış açısı yüzde 100 doğru olmasa da yine de doğrudur. Bu politikaların sebebi aslında Cumhuriyeti kuran güçlerin bir araya gelerek oluşturduğu koalisyonda saklıdır:


“Kemalist rejim, Anadolu'nun Avrupalı güçler tarafından bölünmesine karşı direnen güçlerin bir ittifakı olarak doğmuştu. Bağımsızlık mücadelesinin ötesinde, yeni rejimin niteliği konusunda bu güçler arasında çok fazla fikir birliği yoktu. Koalisyon, asker ve sivil devlet memurlarından, bir aydın sınıfını meydana getiren yeni meslek sahiplerinden -hukukçular, gazeteciler, öğretmenler-, tüccarlardan, işadamlarından, toprak ağaları ve kırsal kesimdeki eşraftan oluşuyordu.(..) Bu ittifakın içinde belli gerilimler vardı; fakat uzlaşmayla çözümleniyorlardı. Subaylar, sivil devlet memurları ve aydınlar değişim isteklerinde daha radikal olmaya yöneliyor ve radikal bir program uygulamada devletin aktif olmasını istiyorlardı. Diğer yanda, tüccarlar ve işadamları, toprak ağaları ve eşraf, toprak reformu ve ticarette devlet tekeli olasılığı çıkarlarını tehdit ettiği ölçüde devlet müdahalesinden rahatsızlık duyuyorlardı. Bu ittifak, radikallere toplumsal ve ekonomik yapıyı önemli ölçüde değiştirmeden devletin yapısını modernize etme olanağı tanıyan yazılı olmayan bir anlaşma temelinde varlığını sürdürüyordu. Bu nedenle Kemalist rejim bir anayasa, bir meclis, modern bir hukuk sistemi ve laik bir devlet yarattı; fakat nüfusun yüzde 80'inin yaşadığı ve çalıştığı Türkiye'nin kırsal yapısını ve feodalizmi değiştirmek için hiçbir ciddi girişimde bulunulmadı.” [37]

Bu konunun aslında toprak reformuyla bağlantılı olduğu söylenebilir. Feroz Ahmad Türkiye’de Kapitalizmin hızlı gelişememesinin en büyük sebebinin ağalığa dayanan toprak düzeni olduğunu ifade eder[38] Aynı şekilde 1960’lara kadar bu tartışma sürmüş ve 1960’larda Başbakan İnönü tarafından davet edilen İngiliz Ekonomist Nicholas Kaldor hükümetin toprak politikasını değiştirmesi ve ağalara karşı daha sıkı önlem almasını; ancak böyle güçlü bir sanayi burjuvazisi ve kapitalist ekonomi yaratılacağını ifade etmiştir.[39] Fakat Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Atatürk defalarca kere toprak reformunun öneminin altını çizmiş[40] [41], fakat bu sözleri tam anlamıyla bir eyleme geçememiştir. Asım Karaömeroğlu ise toprak reformu anlayışını şöyle açıklar:


Ülkemizde toprak reformunun amaçları radikal değil, muhafazakârdı. Köylülerin köylerinde tutulması, mülkiyet duyguları beslenmiş bir kitlenin rejime kazandırılması, toprak dağıtılarak her türlü potansiyel sol ve radikal hareketin önünün alınması, devlet erkânının kentleşmemiş ve farklılaşmamış bir toplumsal doku içinde ayrıcalıklarının kolayca sürdürülmesi, gibi kaygılar Türkiye'de hep ön planda tutuldu.”[42]

Toprak ağalığının önüne geçilmesi için etkili bir önlem alınmamasının yanı sıra 1920’lerde büyük arazi sahiplerinin büyümesini kolaylaştıran çeşitli uygulamalar da olmuştur:


1926 yılında İsviçre’den uyarlanan Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle, bir yanda özel mülkiyete ve liberal, laik, bireyci bir devlet anlayışına dayanan yeni hukuk düzeninin en önemli unsuru oluşturulurken, diğer yanda geniş tarım alanları üstünde fiilî denetim kurmuş olan güçlü ailelerin, bu alanları tam malik(sahip) sıfatıyla tapuya kaydettirmeleri son derece kolayaştırılmış oldu.[Medeni Kanunun kapitalist özellikleri için bakınız: kaynak 43] 1929’da, büyük arazi sahipleri açısından olağanüstü önem taşıyan bir başka kanun çıkarıldı. Buna göre, tımar, iltizam gibi kurumlarla ilgili olarak Osmanlı hükümetinin geçmiş yüzyıllar içinde çeşitli ailelere vermiş olduğu ve geniş tarımsal alanlara tasarruf hakkı sağlayan belgeler, bu alanların 1926 Medeni Kanunu çerçevesinde özel mülk olarak tapuya kaydettirilmesi için yeterli sayıldı. Osmanlı belgelerinde sözü edilen alanlarla ilgili arazilerin fiziki sınırları son derece muğlak olduğu, Türkiye’nin kadastrosu bulunmadığı için elinde bu tür belgeler bulunan nüfuzlu aileler, çok geniş alanların mülkiyetini kazanmaya başladılar. Bu arada, Birinci Dünya Savaşı sırasında öldürülen ve sürülen Ermenilerden ve Lozan Antlaşması’na göre nüfus değiştirmesine konu olarak Yunanistan'a gönderilen Rumlardan kalan milyonlarca dekarlık arazinin sahiplenilmesinde de kaymağı kırsal kesimdeki nüfuzlu aileler yedi.” [44]

Fakat yukarıda ifade edildiği gibi Cumhuriyet zamanında ağalık sistemi devam etmiş ve Kemalist Koalisyon içerisinde yer almıştır. Fakat özellikle Doğu Anadolu’da çeşitli sebeplerden mütevellit isyanlar sonucu Ankara, toprak ağalarının gücünü kırmak için çeşitli adımlar da atmıştır, 1938'e kadar dalgalanarak sürecek olan Kürt isyanı sırasında, ayaklanmalarda başı çeken ailelerin, güçlerini, doğuda hüküm süren büyük arazi sahipliği ve bağımlılık ilişkilerinden aldığı iyice acığa çıktı. Hükümet, 1927 yılında, “idarî, askerî ve içtimaî" nedenlerle, 1.500 kadar Kürt ailesinin Doğu Anadolu’dan “garp vilavetlerine nakli" için bir kanun çıkarttı. Batı'da iskan edilecek olan bu ailelerin terk ettiği araziler, kendilerine iskan edilecekleri illerde yeni arazi verilmesi koşuluyla, “hazineye intikal" edecekti.[45]


Bu uygulamaları 1934 İskan kanunu da izlemiştir, 1936 sonrası Doğu Anadolu’da(özellikle Tunceli ve civarı) ağaların bölücü faaliyetleri radikalleştiğinde ise rejim toprak reformu konusunda daha istekli olmuştur, işte 1945 Toprak Reformu yasa teklifi de tam olarak bu sürecin ürünüdür, fakat yukarıda ifade edildiği gibi bu uygulamalar bölgedeki feodalizmi köküne kadar sarsacak nitelikte ve radikalizmde olamamıştır. Bu bağlamda Toprak ağalığı ve feodalizm sorunu 20. Yüzyılın sonuna kadar ekonominin gelişmesi için büyük bir engel olmuştur, öyle ki 1960’larda yapılan araştırmalara göre toprak sahiplerinin yüzde 87.28’inin bütün topraklarım yüzde 51.34’üne sahip olduğu, yüzde 12.72’lik kesimin ise toprakların yüzde 46.3’üne sahip olduğu saptanmıştır. [46] Bu bağlamda fakat yinde de tarımda kayda değer artışlar görülmüştür, 1925 yılına gelindiğinde bile, tarım ürünlerinin Savaş öncesine göre yüzde 51 arttığı görülmüştür.[47] 1926-1950 arasında da toplam tarımsal üretim yüzde 76’lık bir artış gerçekleşmiştir. Tarımsal yatırımların yüzde 21’i kamu, yüzde 79’u ise özel sektör tarafından gerçekleştirilmiştir.[48]


Cumhuriyet dönemimdeki temel tarım endeksleri ise şöyle olmuştur:


Tarımın 1923-1930 arasında gayri safi yurt içi hasıladaki payı ise şöyledir:



1.5.2 Sanayi Sektörü


Osmanlı döneminde bazı sanayi programlarının olduğu bilinen bir gerçektir, fakat İlber Ortaylı bu sanayileşme programlarının o dönemin gerçekleriyle bağdaşmadığını ifade eder[49] ve Osmanlının sanayi mirası hakkında şöyle yazar: “Kuşkusuz Osmanlı Sanayisi yeni Türkiye’ye özgün teknolojisiyle işleyen bir yapı bırakmadı, çünkü öyle kurulmamıştı. Kurulan imalathanelere rağmen Osmanlı tarihinin son yüzyılında güçlü sanayileşmeden söz edilemeyeceği açıktır. Sanayi toplumuna özgü değer normları ve girişimci iş adamları grubu Osmanlı mirası arasında yoktur.”[50]


Bernard Lewis ise Tanzimattan beri süren sanayi girişimlerinin en baştan beri niteliksiz olduğunu ve başarısız olmaya mahkum olduğunu ifade eder[51].


Aynı şekilde yukarıda Necdet Uğur’da Osmanlı’dan Türkiye’ye kaç fabrika kaldığını ifade ettiğini görmüştük.[Bkz: Kaynak 5] Bu bağlamda ifade edebiliriz ki Osmanlı’dan Cumhuriyet’e el ile tutulur ne bir sanayi altyapısı ne de bir milli sanayi burjuvazi kültürü miras kalmıştır. Bunu cumhuriyet dönemi iş adamlarından Vehbi Koç da anılarında ifade etmektedir.[52] Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ise aşağıda daha detaylı göreceğimiz şekilde amaç yerli bir sanayi/ticaret burjuvazisi yaratmak olmuştur. 1923-1930 arasında sanayileşme de özel sektöre bırakılmıştır, 1930’ların aksine devlet bu dönemde doğrudan genellikle sanayiye dahil olmamış, bunun yerine özel teşebbüsü sanayi faaliyetlerinde teşvik etmiştir[53] [54] [55] bunun en büyük kanıtı da yine Teşvik-i Sanayi Kanunudur [56] Bu dönemde aşağıda daha ayrıntılı ifade edileceği üzere İş Bankası gibi kuruluşlar veya ifade edildiği gibi Teşvik-i Sanayi kanunu gibi uygulamalar aracılığıyla özel sektör sanayi yatırımlarında teşvik edilmiş ve sanayileşme ağırlıkla özel sektöre bırakılmıştır.


 

Yukarıdaki grafiğin kaynağı: [57]


1929 Büyük Buhran’ının etkisiyle 1930 yılından itibaren de devlet sanayi sektörüne fiilen dahil olmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet rejimi bu dönem sanayileşmeyi daha rahat finanse edebilmek için de dış borç yöntemine başvurmuştur.[58] Bu dönemde Devletçilik veya Atatürk’ün tabiriyle “Ilımlı Devletçilik”[59] politikaları öne çıkmıştır.(Devletçiliğe aşağıda ayrıntılı bir şekilde değinilicektir.) Aslında Büyük Buhran’dan önce de özel sektörün sanayileşme performansı Ankara’nın beklentilerini karşılamamıştır.(ilerleyen kısımda buna da daha ayrıntılı buna değinilecektir.)

Bu dönemde kurulan fabrikalar ise şöyledir;


1923-1938 arası kurulan tüm fabrikalar :


1- Ankara Fişek Fabrikası (1924)

2- Gölcük Tersanesi (1924)

3- Şakir Zümre Fabrikası (1925)

4- Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925)

5- Alpullu Şeker Fabrikası (1926)

6- Uşak Şeker Fabrikası (1926)

7- Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926)

8- Bünyan Dokuma Fabrikası (1927)

9- Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927)

10- Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1928)

11- Ankara Çimento Fabrikası (1928)

12- Ankara Havagazı Fabrikası (1929)

13- İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929)

14- Kayaş Kapsül Fabrikası (1930)

15- Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası (1930)

16- Kırıkkale Elektrik Santrali ve Çelik Fabrikası (1930)

17- Eskişehir Şeker Fabrikası (1934)

18- Turhal Şeker Fabrikaları (1934)

19- Konya Ereğli Bez Fabrikaları (1934)

20- Bakırköy Bez Fabrikaları (1934)

21- Bursa Süt Fabrikası (1934)

22- İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam (1934) Fabrikası (1934)

23- Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934)

24- Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934)

25- Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934)

26- Isparta Gül Yağı Fabrikası (1934)

27- Kayseri Bez Fabrikası (1934)

28- Nazilli Basma Fabrikası (1935)

29- Nazilli Merinos Fabrikası (1935

30- Gemlik Suni İpek Fabrikası

31- Zonguldak Taş ve Kömür Fabrikası (1935)

32- Barut, Tüfek ve Top Fabrikası (1936)

33- Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936)

34- Malatya Sigara Fabrikası (1936)

35- Bitlis Sigara Fabrikası (1936)

36- Malatya Bez Fabrikası (1937)

37- İzmit Kağıt ve Karton Fabrikası

38- Karabük Demir Çelik Fabrikası (1938)

39- İzmir Klor Fabrikası (1938)

40- Sivas Çimento Fabrikası (1938) [60]


Şahsi kanaatimizce fabrika sayısından ziyade sanayi üretimine, dünya sanayi üretimi içerisindeki oranımıza veya sanayi sektörünün toplam hacmine bakmak daha verimli olacaktır, işte dönemin sanayi üretimini anlamak için çeşitli tablolar:




Yukarıdaki tablonun kaynağı[61] [62]


Yukarıdaki tablo, kaynakta 1 sayfada verilmediği ve 2 sayfada verildiği için bizce birleştirilmiştir. Kaynak: 61. ve 62. Kaynak ile aynı.

ı.

























Yukarıdaki Tablonun kaynağı: [63]


















Yukarıdaki Tablonun kaynağı: [64]















Yukarıdaki Tablonun Kaynağı[65]



















Yukarıdaki Tablonun Kaynağı[65]


Son olarak da Türkiye’nin dünya sanayi üretimi içindeki pozisyonuna bakmak yerinde olur, Türkiye sanayi üretiminde 1927-1939 yılları arasında dünyaya kıyasla önemli bir ivme yakaladığı aşikardır. 1927 ile 1939 yılları arasında Türkiye’nin sanayi üretimi, tüm dünyadaki toplam sanayi üretimi içerisinde, %0.15’ten %0.23’e çıkmıştıt. Bundan daha hızlı bir sanayi kalkınması sadece Rusya ve Japonya’da tespit edilebilmiştir.[67] [68] Yani denebilir ki, 1927-1939 arasında Türkiye en hızlı sanayileşme ivmesine sahip dünyadaki 3 ülkeden birisiydi.


1.6 1922-1939 Döneminde, Türkiye Ekonomisinde Yabancı Sermayenin Yeri:


1.6.1 Cumhuriyet’in İlanı Öncesi Ankara Hükümeti ve Yabancı Sermaye:


İzmir İktisat Kongresi bölümünde yüzeysel olarak Yabancı sermaye ve Kemalist rejim ilişkisinin üzerinde durmuştuk, yukarıda ifade ettiğimiz gibi Mustafa Kemal Atatürk, İzmir İktisat Kongresinde söz alıp şöyle konuşur:


“Zannolunmasın ki, ecnebi sermayesine hasımız; hayır, bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza uymak şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim emeğimize katılsın ve bizim ile onlar için faideli neticeler versin...”[Kaynak 20 ile aynı]

Aynı şekilde yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi Türkiye Devleti İzmir İktisat Kongresiyle Yabancı Sermayeye Türk İç Yasalarına bağlanmak koşuluyla hoşgörülü davranacağını ifade etmiştir.[69] Aslında Mustafa Kemal Atatürk yabancı sermayeye karşı tutumunu 1922 yılında yavaş yavaş belli etmeye başlamıştı, örneğin 27 Eylül 1922’de Daily Telegraph gazetesine şöyle konuşur:


“Musul, Misak-ı Milli içindedir.. Mesela Amerika ülkemizde siyasi ihtiraslara sahip olmadıkça, Amerikalıların Türkiye'deki petrol alanlarını işletmesine kimse karşı değildir. İngiltere benzer bir tutum izlerse, bu, kendi bakış açısından da makul bir tutum olur.” [70]

Burada Chester Projesinden bahsetmek yerinde olacaktır, zira bu konu da Cumhuriyetin ilanı öncesi Türk Devletinin yabancı sermayeye karşı bakış açısı için yerinde bir örnektir, söz konusu Projeye göre Chester Grubu Musul'a demir yolu inşa edecek, hattın iki yanında 40 km genişliğinde bir arazide petrol dahil her türlü yer altı maden kaynaklarını arama ve işletme tekeline de sahip olacaktı. Projede tarım işletmeciliğine dair hükümler de vardı. Devlet Demiryolları Müdürü Muhtar Bey, Chester Grubu ile Ankara'da görüşmeler yapıyor, Meclis'e verdiği bilgide 99 yıl süreliğine Chester'a petrol ve demir yolu imtiyazı verilebileceğini söylüyordu. İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt da projeyi destekliyordu, devletleştirme fikrine karşı çıkıyordu. 1923 Şubat'ının sonunda Ankara Chester imtiyazına mutabakatını bildiriyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart günü Meclis'te yaptığı konuşmasında Chester Projesi'ni kastederek "İktisat Vekâleti tarafından bir ecnebi sahib-i teşebbüs ile mukavelename tanzim kılınmış" olduğunu belirtiyordu. İktisat Vekili Mahmut Esat Bey tarafından imzalanan Chester Projesi 1 Nisan'da Meclis'te oylanıyordu, 206 oydan 185'ini alarak kanunlaşıyordu. Bu arada Chester Grubu'nun yetkilileri Ankara hükümetinin cömert bir şekilde davrandığını da dile getiriyorlardı. [71] Chester Grubu içindeki ihtilaflar ve proje için finansman bulamaması, Amerikan devletinin projeye sahip çıkmaması, nihayet Lozan sonrası Musul'un durumunun çıkmaza girmesi gibi sebeplerle proje hayata geçmeyecekti, taleplerine bir karşılık alamayan Ankara, Aralık 1923'te projeyi iptal edecektir. [72] [73]Aynı şekilde Lozan’da Türk tarafı Gümrük tarifelerini düşük tutmayı taahhüt etmişti.[74]


1.6.2 1923-1929 Arası Yabancı Sermaye Kullanımı:


Bunun yanı sıra Türkiye Devletinin yabancı sermayeye çeşitli teşvikleri sonucunda yabancı sermaye artmıştır:


Chester Projesi’nin yaşama geçmemesinin yarattığı hayal kırıklığına rağmen Türkiye’de özel yabancı sermayeyi yatırım yapmaya özendirici tavır ve uygulamaların da sürdürüldüğü görülmektedir. 1923’te İstanbul’daki su, tramvay, telefon, elektrik şirketleri ve Aydın Demiryolu Şirketi gibi bazı yabancı şirketlerle yeni sözleşmeler imzalandı. 1925’te Osmanlı Bankası’nın ayrıcalığı, bankanın hükümete açtığı krediye karşılık olarak uzatıldı. Aynı yıl, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan devlet sanayi işletmelerinin özel anonim şirketlere satılması için bir kanun çıkartılarak yabancıların şirketlerde % 49 oranına kadar pay sahibi olmalarına olanak tanındı. Buna ek olarak 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun getirdiği olanaklardan yabancı sermayeli şirketlerin de yararlanması sağlandı.

Türkiye’de yeni yabancı sermaye yatırımları 1930 yılına kadar, özellikle 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan sonra, artan bir tempoyla devam etti. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ayrıcalıklı şirketlerin çoğu varlığını 1920’li yıllarda da sürdürürken, Cumhuriyet Hükümetleri ticaret, ormancılık, madencilik, taşımacılık ve yapım alanlarında yeni yabancı sermayeli şirketlere ayrıcalıklı statüler tanıdı. 1924’te İstanbul Seydiköy Gaz ve Elektrik Şirketi (Belçika sermayeli), 1925’te İzmir Telefon Şirketi (İsveç), 1926’da İzmir Elektrik ve Tramvay Şirketi (Belçika), 1928’de Adana Elektrik Şirketi (Alman) ve Ankara Elektrik ve Gaz Şirketi (İngiltere) ve Fethiye Simli-Kurşun Madencilik Şirketi (Fransa), 1929’da Ford Şirketi (ABD) ve Kömür Madencilik Şirketi (Fransa) Ankara Hükümeti’nden ayrıcalıklı statü elde ettiler. Bazı yabancı şirketler de Türkiye’de ayrıcalıksız yapım şubeleri açtılar. Fransız ve Belçika sermayesiyle iki çimento fabrikası kuruldu. 1925’te Adana’da bir İngiliz firması büyük bir çırçır fabrikası açtı. Diğer yandan Nestle’nin çikolata fabrikası, bazı yabancı kimya şirketlerinin ilaç fabrikaları, Bursa’da Japonların kurduğu ipekli dokuma fabrikası, HMV ve Columbia plak fabrikaları imalat sektörüne yapılan yeni yabancı yatırımların en önde gelenlerindendi. Bunların dışında yabancıların Türkler ile kurduğu karma şirketler de önemliydi. 1920-1930 arasında Türkiye’de 201 anonim şirket kurulmuştu ve bunların 66’sında yabancı sermaye vardı. Bütün anonim şirketlerin ödenen sermayelerinin toplamı 73 milyondu ve bunun % 43’ü yabancı sermayeli Türk anonim şirketlerine aitti. Bu ortaklıklarda Türk hissedarların kârdan pay alan, fakat sermayeye katılmayan unsurlar oldukları ve söz konusu meblağın hemen hemen tamamının yabancı kaynaklı olduğu söylenebilir. Yabancı sermayeli anonim şirketlerin yüzde yüz yerli sermayeli şirketlerden daha güçlü oldukları faaliyet alanları şunlardı: dokuma, gıda ve çimento sanayileri, elektrik-havagazı üretimi, orman işletmeciliği, haberleşme-yayın ve sinema-tiyatro-otel ve kaplıca işletmeleri.[75]






















1.6.3 1929-1939 Yılları Arası Yabancı Sermaye Kullanımı:


1929’da Büyük Buhran’ın etkisiyle dünya ticareti ciddi bir şekilde daralmış bu da Sermaye hareketlerini kötü bir biçimde etkilemiştir. 1929 sonrası dünya ticaretindeki daralma ise şöyledir:





















Yukarıdaki gösterimin kaynağı: [76]


Türkiye’de bu durumdan doğal olarak etkilenmiştir. Fakat 1929-1939 yılları arasında Türkiye’de Yabancı sermaye hareketleri ve yatırımları azalsa da bitmemiştir. 1930-1933 yılları arasında toplam 7.3 Milyon lira tutarında yeni yabancı yatırımlar yapılmıştır.[77] Aynı şekilde Türkiye bu dönemde yabancı özel sermaye bulmak için çeşitli adımlar da atmıştır: “1931 yılında Maliye Bakanı Saraçoğlu özel Amerikan sermayesini Türkiye’ye çekmek için ABD’ye gönderildi, ne var ki bu gezi başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun dışında Türkiye’de yatırım yapacak girişimciler bulmak amacıyla Fransa’da sürdürülen çabalar da sonuçsuz kaldı.” [78]


Krize sebebiyle yukarıda ifade edildiği gibi yabancı yatırım azalmış; fakat bitmemiştir:

1930’lu yıllarda yabancı taahhüt firmaları demiryolu yapımında büyük projeleri uygulamayı sürdürdüler. Ayrıca devlet aracılığıyla kurulmakta olan yeni fabrikalar da yabancı taahhüt firmalarına iş olanakları sağladı. Örneğin, Kayseri Uçak Fabrikası bir Amerikan şirketine ve Karabük Demir-Çelik fabrikası ise İngiliz H.A. Brassert and London Şirketine borç karşılığı yaptırılmıştır. Fabrikada kullanılacak makineler de İngiltere’den getirttirilmiştir. Ayrıca, İngiliz Alexander and Partners Şirketi İstanbul liman inşaatını üstlenmiş, Diyarbakır-İran sınırı arasında kalan demiryolu hattı ölçümü ile Anadolu’da sulama tesislerinin kurulması işlerine de katılmıştır. Aynı yıllarda Türk-İngiliz ilişkilerinde görülen yakınlaşma da bu imtiyazlarda verilmesinde şüphesiz etkili olmuştur. Bu dönemde bazı yabancı şirketlere imtiyazlar da verilmiştir. Buna bir örnek kibrit ve çakmak tekelinin bir Amerikan şirketine verilmesidir. Kibrit ve çakmak üretimi 2 Haziran 1929 tarihli kararla tekel haline getirilmiştir. 14 Haziran 1930 tarihinde yapılan ve 15 Haziran’da Meclis’te kabul edilen bir anlaşma ile bu tekel Türkiye’ye % 6,5 yıllık faizle 10 milyon dolar kredi vermesi karşılığında 25 sene müddetle “The American-Turkish Investment Cooperation”a bırakılmıştır.” [Kaynak: Kaynak 79]

Türkiye Devletinin yabancı sermaye konusundaki tutumunu gösteren bir diğer olay ise 1930 yılında kurulan Bakanlar Konsorsiyum’udur. Bakanlar Konsorsiyumun görevi, bir Merkez Bankası kurulunca ve faaliyete geçinceye kadar, Kambiyo alım satımını idare etmek, spekülasyonu engellemek, piyasayı denetlemek, para arzını kontrol etmektir. Maliye Bakanlığı ve 11 bakanlığın katıldığı ve toplam sermayesi 1.2 milyon sterlin civarında olan bir kurumdu.[Kaynak 79 ile aynı ] Konsorsiyuma katılan kurumlar ve sermaye payları ise şöyleydi:


























Yukarıdaki tablonun kaynağı: [Kaynak 80 ile aynı]


Yukarıdaki tablodan anlaşılabilir ki Konsorsiyumun toplam sermayesinin %34’ü kısmen ya da tamamen yabancı sermayeli bankalardan gelmektedir. Bu Konsorsiyumun tüm işleri ise 1931 yılında Merkez Bankasına devredilmiştir.


Yabancı sermayenin kullanımı hakkında bir diğer örnekse Ford Şirketine verilen imtiyazdır;


“2 Şubat 1929 tarihinde çıkan bir kanun ile Ford şirketine bir montaj fabrikası kurma ve lazım olan idarehanelerin inşa, tesis ve işletme hakkı verilmiştir. Meclis’te kanun hakkında yapılan görüşmede konuşan Maliye Bakanı Şükrü (Saraçoğlu) Bey, bunun 25 sene geçerli bir imtiyaz olduğunu, bir tekel olmadığını ve çalışanlarının %75’inin Türkiye Vatandaşı olması zorunluluğu olduğunu belirtmiştir. Ford imalathanesinin kurulduğu yerin 400 metre yakınına başka bir şirkete imtiyaz verilmeyeceğini söylemiştir. Şükrü Bey’e göre Ford Şirketi’ne verilen bu imtiyaz başka yabancı müesseselerin de gelip Türkiye’de yatırım yapmasını sağlayacaktır. Türkiye’deki ilk Ford arabalar Ocak 1930’da üretilmiş ve Türkiye’deki bu ilk otomobil fabrikasında günlük kapasite sekiz otomobil olmuştur. Bu araçların bir kısmı içeride, bir kısmı da dışarıya, Yakın ve Uzakdoğu’ya satılmıştır.”[Kaynak 81]

Bu fabrika ise 1930’ların ortasında faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmıştır, bunun en büyük sebepleriyse Türkiye’ye komşu ülkelerin getirdikleri ticaret kısıtlamaları ve o tarihteki devalüasyonlardır. Aynı şekilde bu dönemdeki en önemli yabancı sermaye örneklerinden bazıları ise maden şirketleri için verilen teşviklerdir. Çoğunlukla yerli şirketlere madem imtiyazı verilmiş olsa da 20’den fazla yabancı maden şirketleri/yabancı iş adamları maden imtiyazı almayı başarmıştır:


[Aşağıdaki Tablonun kaynağı: [82]




































































1934-1938 arasında Türkiye’de ise toplam 32 yeni yabancı şirket kuruldu. Diğer yandan yabancı taahhüt firmaları demiryolu yapımlarında büyük projelerini uygulamayı sürdürdüler. Ayrıca devlet eliyle kurulmakta olan yeni fabrikalar da, yabancı taahhüt şirketlerine yeni iş olanakları sağladılar. Örneğin Kayseri uçak montaj fabrikasını bir Amerikan şirketi, Karabük Demir Çelik Fabrikası’nı bir İngiliz firması yaptı.[83]


Yahya Sezai Tezel ise Kemalist dönem ve yabancı kaynak/sermaye kullanımı hakkında şöyle yazar:


Cumhuriyet tarihinde yabancı kaynak kullanımından “arıtılmış" bir Kemalist dönem var saymak ve bu dış finansmansız “bağımsız" kalkınma döneminin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ya da hemen önce sona erdiğini söylemek yanlıştır. 1923-1938 dönemi boyunca Türkiye ekonomisinde dış kaynak kullanımı yolunda güçlü bir eğilim vardır. Atatürk dönemindeki kapitalist gelişme stratejisi dış kaynaklara önemli ölçüde başvurma eğilimine sahip olmuş, bunu sürdürmüştür.”[84]

Fakat 1929 sonrası birçok Millileştirme de olmuştur:


1929-1938 yılları arası birçok yabancı şirket millileştirilmiştir. Bu millileştirme hareketi her sektöre aynı derecede güçlü bir şekilde yansımamıştır. Yapılan bu millileştirmeler daha çok demiryolları, limanlar ve belediye hizmetleri gibi devletin güvenliği ile alakalı veya doğrudan halka hizmet olarak götürülecek alanlarda olmuştur.

1.6.4 Millileştirmeler


Bölüm 1.1’de Kapitülasyonlar ve imtiyazlar ( Örneğin, Osmanlıda Müslümanlar yüzde 12-50 tutarında iç ticaret ve iç taşıma vergisi ödemekle yükümlüyken, Gayrimüslim ve yabancı tüccarlar bundan muaftı.[85] )sonucu oluşan sermaye dağılımından söz edilmişti.


Bige Sükan 1923-1939 arası millileştirmelerini şöyle aktarır:


1920’lerde sadece 3 yabancı şirket millileştirilmişken, Türk Hükümeti 1933-1945 döneminde 21 ayrıcalıklı yabancı şirketi millileştirmişti. Millileştirmelerin ezici büyüklükteki kısmı demir yolları, limanlar ve belediye hizmetleriyle ilgiliydi. Örneğin 1928-1937 yılları arasında demir yolları ve limanlar sektöründe faaliyet gösteren 8 şirket, 1933-1945 yılları arasında belediye hizmetleriyle ilgili 12 şirket satın alınmıştı. Demir yollarının millileştirilmesinde, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırasında hatların yabancı şirketlerin elinde olmasının yol açtığı stratejik sakıncalar önemli rol oynamıştı.Diğer yandan 1930’larda, Büyük Dünya Bunalımı koşullarında yabancı şirketler diğer yandan 1930’larda, Büyük Dünya Bunalımı koşullarında yabancı şirketler, hatları yenilemekte ve sözleşme gereklerini yerine getirmekte güçlük çekiyor ve büyük zararlarla karşı karşıya kalıyorlardı. Türk hükümeti ise, kilometre garantisi ile yükümlü olduğu için şirketlerin zararlarını karşılamak zorundaydı. Dolayısıyla hükümet, bu hatları satın alma ve tek bir ulusal demir yolu şirketi kurma yolunu seçti, ayrıca demir yolu millileştirmelerinin yabancı sermayeyi tasfiye etmek amacıyla yapılmadığını birkaç kez açıkladı. Yabancı şirketlerin satın almalar karşısındaki tavrı ise, bakımı büyük harcamalar gerektiren ve kârlılık koşullarında çalıştırılamayan hatları elden çıkarmak için adeta gönüllü oldukları yönündeydi. Yabancıların işlettiği belediye hizmetlerinin, elektrik, havagazı, su, tramvay, telefon şirketlerinin satın alınması da yine yabancı sermayeye karşı bir tavır değildi. Kentlilerin günlük yaşamında önemli yer tutan bu hizmetlerin, kâr amacı güden yabancı şirketler yerine kârlılık beklentisi düşünülmeden kamu kuruluşları tarafından işletilmesi sosyal politika gereği yeğlenmişti. Bu şirketler de satışlarda oldukça gönüllü bir davranış sergilemişlerdi. Madencilik alanındaki iki millileştirme (Ergani’de yatırıma ve üretime başlamamış olan Alman bakır şirketinin çıplak ayrıcalığı ve Zonguldak’taki Fransız kömür şirketlerinin satın alınması) ise, 1930’ların ikinci yarısında devletçi sanayileşme politikası doğrultusunda gerçekleşmişti. Bu millileştirmeler, Etibank’ın kurulmasından ve madencilik alanındaki devlet yatırım programlarından kaynaklanıyordu. Bununla birlikte bir kısmı Osmanlı bir kısmı Cumhuriyet döneminde elde ettikleri imtiyazlara dayanarak faaliyetlerini sürdüren birçok yabancı sermayeli madencilik şirketi varlığını 1933-1950 döneminde korumuştu. Özetlenecek olursa yabancı şirketlerin millileştirilmesinde, gerçekçi bir yaklaşımla, “öncelik” ilkesini gözeten bir yol izlenmiştir. Bu çerçevede ilk aşamada öncelikli önem taşıyan demir yolu, elektrik, su, havagazı gibi yabancı şirketler satın alınmıştır. Burada söz konusu olan yabancı şirketlerin tasfiyesi değil, kamu hizmetleri alanının yabancı sermayeye bırakılmaması konusundaki zorunluluktur.”[86]






















Aynı şekilde, 1930’lar ve 1940’lardaki millileştirmelerin, Türk hükümetinin yabancı sermaye karşısındaki tavrı konusunda yanılgılara yol açmaması gerektiğini, Başbakan Bayar 29 Haziran 1938 tarihli Meclis konuşmasında vurgulamıştır:

Biz her zaman tekrar edildiği vechile, ecnebi sermayesinin düşmanı değiliz istemediğimiz sermaye “vagabond” yani serseri sermaye, politik sermaye, aynı zamanda spekülatif sermayedir.. memleketimize normal şerait dahilinde gelmiş… normal şerait dahilinde teessüs etmiş müesseselere karşı bizim... yardımlarımız da olur. Mübayaa ettiğimiz müesseselere gelince, bunlar, mukavelelerine riayet etmeyen ve aynı zamanda imtiyaz müddetleri kısalmış olan müesseselerdir. Bunlar mukaveleleri hükümlerine göre çalışmak imkânından mahrum oldukları içindir ki satmayı kendileri tercih etmektedir. ... bu ... müesseselerin satın alınışı nazar-ı itibare alınaraktan bizim ecnebi sermayesi hakkındaki telakkimiz(görüşümüzü, anlayışımızı) buna tabi tutuluyorsa arz edeyim ki çok yanlıştır.“[87]

Son olarak Yahya Sezai Tezel bu Millileştirme hadiselerini şöyle değerlendirir: “Bu nedenlerledir ki, millileştirme işlemleri yabancı sermayeye karşı bir politikanın uygulandığına kanıt olarak gösterilemez. Unutulmamalıdır ki, millileştirmelerin en yoğun olduğu 1934-1938 aralığında Türkiye’de 32 yeni yabancı şirket faaliyete geçmiştir. Önceki dönemlerde çalışmaya başlamış olan, Osmanlı Bankası ve birçok ayrıcalıklı madencilik şirketi gibi yabancı sermayeli kuruluşlar da etkinliklerini 1930’lar ve 1940’lar boyunca sürdürmüştür.”[88]

Yukarıdaki Tablonun Kaynağı: [89]


1.7 Ulaşım Harcamaları/Yatırımları:


Demir yolları sadece Türkiye için değil Osmanlı içinde önemli bir yere sahip olmuştur:

Her yerdeki ayaklanmaların üzerine asker sevk ermek, tarım ürünlerini değerlendirmek ve geniş ülkeyi gerçekten denetlemek için İmparatorluğun yöneticileri de demiryollarına özlem duyuyorlardı. Meşhur rivayettir, Sirkeci Garı’nın yapımı dolayısıyla Topkapı Sarayı’na ait araziden geçmesi gereken demir yolu için istenen izin, nazırlar arasında tartışmaya neden olmuş, Sultan Abdülaziz ise “Tek yapılsın da isterse sırtımdan geçsin demiş.”[90] İlber Ortaylı Osmanlı ve ulaşım/demir yolu politikasını ve işleyişini şöyle anlatır: “19. Yüzyılda modern devletin etkinliğini pekiştiren araçların başında demir yolu gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nda demir yolu, şiddetle arzu edilen, gerçekleştirilmesi pahalıya mal olan ve 20. yüzyıla sorunlu bir miras olarak kalan altyapıdır, 1865 Paris Kongresi'nden beri, Avrupa sermayesi Osmanlı İmparatorluğu'nda demir yolu yatırımlarına girişmeye istekli idi. Islahat Fermanı yabancı yatırımlara olanak tanıdığından dış girişimciler demir yolu imtiyazı avcılığına başlamışlardı(..) Ancak yabancı sermayenin isteği doğrultusunda döşenen demir yolları, karayolu ve deniz yollarıyla birlikte ülkede yeterli ve rasyonel bir ulaşım sistemi yaratmaktan uzaktı. Demir yolları, limanlardan iç bölgelere doğru verimli tarım topraklarının zenginliğini emmek için uzanan vantuzlar gibiydi. Dar kıyı bölgelerinin ardındaki koca vilayetler, demir yollarıyla gelecek uygarlığın nimetlerinden, ürünlerini sevk ve pazarlama imkânından mahrumdu. Rumeli bölgesinde tamamlanan hatlardan sonra Anadolu'da işletmeye açılan ilk demir yolu, İzmir-Aydın arasında İngiliz sermayesiyle yapıldı. Ardından Fansızlar Manisa’ya doğru ikinci bir hat döşediler. Bunu İngiliz sermayeli Mersin-Adana demir yolu izledi. 1890’larda Alman sermayesi İstanbul’dan Ankara ve Konya'ya doğru ilerleyince, Fransızlar da Suriye ve Lübnan'da Akdeniz kıyı kentleriyle iç bölgelerdeki merkezleri birbirine bağlayan 665 km'lik birkaç hat inşa ettiler. Yüzyılın başında, Akdeniz kıyılarından iç kısımlara birbiriyle bütünleşmeden uzanan Alman, İngiliz ve Fransız demir yollarının toplamı üç bin kilometreye yaklaşıyordu. Avrupa'nın demir yolları sayesinde sanayi ve ticaretini geliştirdiği bir dönemde, Osmanlı ülkesi bu altyapıdan mahrumdu. Demir yolları döşendiğinde de hükümet, güzergâhı saptamak konusunda söz sahibi olmadığı gibi, kilometre garantisi olarak yüklü miktarda ödemek zorundaydı. Daha doğrusu kilometre garantisini peşin ödeyemeyeceği için hattın geçeceği vilayetlerin, âşar gelirlerine alacaklılar adına Düyunu Umumiye el koyacaktı. [91] Türkiye Hükümetinin 1920’lerdeki kalkınma politikasının en önemli noktası ulaştırma altyapısının geliştirilmesi ve özellikle de demir yolu yapımı olmuştur.[92] 1930 sonrası toplam kamu yatırımlarının yarısından fazlası ulaşım ve demir yolları üzerine olmuştur.[93] Demir yolu ve ulaşım yatırımlarına bu kadar önem verilmelerinin arkasında “Bütünleştirilmiş bir iç Pazar yaratmak, ülkenin ihracat kapasitesini artırmak gibi temel ekonomik ve toplumsal nedenler”[94] vardı. 1924 yılında Türkiye’de toplam demir yolu sadece 4 bin 86 kilometreydi.[95] Bu 50 yıldan fazla sürede inşa edilmiş 4 bin km demir yolunun yanına, 14 yıllık kısa bir süre içerisinde 3 bin kilometre demir yolu eklenerek 7 bin kilometrelik bir demir yolu ağına ulaşıldı.[96] Şevket Pamuk, Demir yolu politikalarının sonucunu ve eksiklerini şöyle anlatır: “Demir yolları sadece ekonominin değil, yeni ülkenin oluşturulmasında da çok önemli rol oynadılar. Ama demir yollarının yerel yerleşim merkezlerine ve köylere bağlayan ikincil yolların yapımına yeterince ağırlık verilmedi. Yine de oluşturulan demir yolları ağı sayesinde 1930’lardan itibaren ve özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında büyük kentler İç ve Doğu Anadolu’da üretilen buğday ile beslenebilmiştir.[97] Emre Alkin ve Yalın Alpay ise demir yolu ve ulaşım yatırımlarının sonuçlarını şöyle aktarır: “Demir yolu ve karayolu inşaları iç piyasanın ölçeğini genişleterek Türkiye'deki sermaye birikimini hızlandırmıştır. Daha önce adeta kapalı ekonomi alanları gibi olan iç bölgelerden büyük kentlere ve ihraç limanlarına akan ürün hacmi genişlerken, ithal ve yerli sanayi mallarına karşı ülkedeki toplam talep de artmıştır. Yeni hatların işletmeye açılması ve taşıma fiyatlarının azaltılması, demir yollarında taşınan buğday miktarının 1924'te 48 bin tondan 1926'da 106 bin ve 1929-1930'da 149 bin tona çıkmasında rol oynamıştır.”[98]

1.8 Cumhuriyet Dönemi Bütçe ve Para Politikaları


Yukarıda bölüm 1.0’da değinildiği gibi erken Cumhuriyet Dönemi zamanında çok sıkı bir bütçe ve para politikaları izlenmiştir.

Aynı şekilde 1. Dünya Savaşı zamanında zuhur eden hiper-enflasyon sonucu halkın Türk parası üzerine güveni tamamen alt üst olmuştu.[99] Bu bağlamda Cumhuriyet para politikasının önemli bir amacı da halkın güvenini yeniden kazanmaktı, dolayısıyla anti-enflasyonist bir para politikası izlenmiştir.[100] Ayrıyeten dönemin bütçe ve para politikalarını net bir şekilde gösteren tablolara da bakmak dönemin politikalarını anlamak için yerinde olacaktır:



Şunu da belirtmek gerekir ki 1930’larda dünyanın çoğu yerinde vuku bulan, bütçe açığı vererek ekonomiyi canlandırma girişimi yani Keynes'ci politikalar Türkiye’de uygulanmamıştır:


1930’lu yıllarda İnönü hükümetleri makroekonomik politikalarda son derece ihtiyatlı davrandılar, bütçe açıkları ve para basma yoluyla ek kaynak yaratma seçeneğini bilinçli olarak kullanmadılar. Bir başka deyişle, “Keynes'den önce Keynes'ci" politikalar Türkiye'de uygulanmadı. Tam tersine, Înönü hükümetlerinin iktisadi konulardaki en önemli ilkelerinden biri, “denk bütçe-sağlam para politikası" oldu. Devlet bütçesi denk tutuldu, bütçede açık verilmedi, bu nedenle de ek para basılmadı.”[101]


1.9 1923-1930; Devlet Destekli Liberal Kalkınma

1920’lerde Türkiye’de devlet destekli bir Liberal kalkınma uygulanmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan devlet modelinin, dünyada o dönemdeki konjonktürde belirmeye başlayan “sosyal devlet" modelinin belli unsurlarını içerdiğini ve ortaya çıkan ekonomik modelinde liberal yanı ağır basan “karma ekonomi" modelinin içeriğine sahip olduğunu ifade edebiliriz.[102] 1920’lerde izlenen iktisadi modelin önde gelen uygulaması ve sembolü İş Bankası'dır. 1924 yılında, Mustafa Kemal de dahil olmak üzere, rejimin önde gelenleri tarafından kurulan ve genel müdürlüğüne daha sonraki CHP hükümetlerinde bakanlık ve başbakanlık yapacak olan Celal Bey'in (Bayar) getirildiği İş Bankası, özel sektör ağırlıklı iktisat politikasının iyi bir örneğidir. Bankanın misyonu Türkiye'de özel sektörün desteklenmesi ve gelişmesi olarak özetlenebilir. Bu çerçevede erken dönemden itibaren, özellikle de partiye yakın kişilere kaynak aktarılması, ayrıcalıklar tanınması gündeme gelmiştir. Bu kesimler etrafında ortaya çıkan çeşitli yolsuzluklar nedeniyle, banka çevresinde nüfuz ticareti yapan kişiler bankanın Fransızca ismindeki “iş" sözcüğü kullanılarak, aynı zamanda “çıkarcı" anlamına gelen “affairiste"ler olarak anılıyorlardı. Çeşitli alanlarda süregelen veya yeni oluşturulan devlet tekellerinin çeşitli kişilere veya şirketlere devri yöntemi de devlet yoluyla özel sektör ya da milli burjuvazi yaratma siyasetinin sık sık kullanılan bir diğer yöntemi oldu. [103] [104] 1923-1930 arasında yukarıda ifade ettiğimiz gibi sanayileşme de özel sektöre bırakılmıştır, 1930’ların aksine devlet bu dönemde doğrudan genellikle sanayiye dahil olmamış, bunun yerine özel teşebbüsü sanayi faaliyetlerinde teşvik etmiştir.[105] [106] [107] Bunun en büyük kanıtı da Teşvik-i Sanayi Kanunudur. [108]


Feroz Ahmad bu dönemki ekonomik modeli şöyle yazar:

Rejimin sözcüleri, François Guizot’nun Fransız burjuvazisine yaptığı tavsiyeyi benimsediler: "Enrichisez-vous Messieurs! (Efendiler, zengin olunuz). Artık barış gelmişti, siyasal risk olmadığı sürece, bu göreve yardımcı olmak için yabancı sermayeye başvurmak mantıklıydı. 1924’te İş Bankası’nın kurulması devletin ekonomi felsefesini sembolize ediyordu.”[109]

Aynı şekilde Ahmad, bu dönemde kemalist rejimin tam l’aisez faire uygulamak istediğini yazar.[110]


Şevket Pamuk bu dönemki ekonomik modeli şöyle anlatır: “1920’lerde ekonomide özel sektöre dayalı bir model öngörülüyordu. Ancak Ankara çevreleri ekonominin denetimini tümüyle piyasaya veya özel sektöre bırakmak niyetinde değillerdi. Zaten Ermeni ve Rum müteşebbislerin yokluğunda, böyle bir rolü üstlenecek güçte bir özel sektör de ortalıkta görülmüyordu. Kısacası 1920’lerdeki iktisat politikalarının temel yaklaşımı, özel sektör lehine ve özel sektörü güçlendirmek amacıyla sınırlı bir devlet müdahaleciliği olarak özetlenebilir.” [111] Mahfi Eğilmez’se bu döneme doğrudan liberal derken[112] ve Sinan Meydan bu dönemi “devlet destekli liberal kalkınma” olarak nitelemiştir.[113] Korkut Boratav, bu dönemin iktisadi yönetim biçimi hakkında şöyle yazar;


"1923-1929 dönemini “liberal” diye nitelemek yaygındır. Liberal sözcüğü, özel sermâyenin desteklenmesi' anlamında kullanılıyorsa, bu yaftaya itiraz etmeyebiliriz. Ancak liberalizm, genel olarak anlaşıldığı gibi, devletin ekonomiye müdahalesinin mümkün en az düzeyde tutulmasını ifâde ediyorsa, bu döneme 'liberal' demekle bazı ciddi yorum hatalarına yol açmış oluruz. Zirâ 1923-1929 yılları, devletin Özel sermâye birikimi lehine çeşitli dolaysız müdahaleler yaptığı bir dönemdi."[114] Erik Jan Zürcher’se 1923-1930 dönemi iktisadi politikalarının temelde liberal olduğunu, özel teşebbüse dayandığını fakat çeşitli alanlarda(örneğin demiryolları, sağlık, savunma sanayi) devletin müdahaleci davranmaktan çekinmediğini yazar.[115] Şevket Süreyya Aydemir, doğrudan 1923-1930 arası dönemin iktisat modelinin liberal olduğunu yazar.[116] Cemil Koçak’sa neredeyse tüm iktisat tarihçilerinin 1923-1929 döneminde izlenen modelin “liberal”/ “özel girişim yanlısı” olduğu konusunda hemfikir olduklarını yazar.[117]. Tabi bizce bu dönemde için tam anlamıyla bir l’aisez faire modelinden bahsetmek doğru olmaz, fakat varolan ekonomik modelin liberal yanının ağır bastığı aşikar bir gerçektir. Hülasa bu dönem hakkındaki ampirik iktisadi verilerde bu tezi destekler niteliktedir; 1928 yılında Gayri Safi Yurt İçi Hasıla içerisindeki yatırımlar yüzde 11’e kadar çıkmıştı, bunun yüzde 8’i özel sektöre, yüzde 3’ü ise devlete aitti. Yani denebilir ki tüm yatırımların yaklaşık %75’i özel sektördeydi. Devletin yatırımlarının nerdeyse tamamı da ulaşım-altyapı-sosyal devlet yatırımlarıydı. Aynı şekilde bu dönemde GSYH içindeki tüm devlet harcamaları GSYH’nın %13-15 civarına denk gelmekteydi.[ Tüm verilerin Kaynakları: [118] [119] ] Bu bağlamda, bu veriler ışığında ifade edilebilir ki bu dönemde özel ağırlıklı bir ekonomi modeli uygulanmıştır. Bu bağlamda Türkiye Ekonomisi 1923-1930 arasında yıllık ortalama %9.5 gibi büyük bir rakamla büyüme sağlamıştır.[120]

1.10 1930-1939 Arasında Türkiye Ekonomisi(Sosyal Piyasalar-Devletçilik):


1929’da başlayan Büyük Buhran Türkiye’yi de etkilemiştir, bu dönemde Osmanlı döneminden beri faaliyet gösteren Türkiye topraklarındaki en büyük borsa; Galata Borsası da krizden etkilenmiştir. 1929-1932 dönemi kemalist rejim için bir arayış dönemi olmuş[121] ve bunun sonucunda devletçilik denilen bir ekonomik model ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Kemalist Kadronun “Devletçilik” adını verdikleri bir ekonomik sistem ortaya çıkmıştır, peki bu devletçilik nedir? Kemalist Paradigma bu devletçiliği nasıl tanımlamaktadır, bu devletçilik sosyalist bir ekonomi midir yoksa?

Açıkçası devletçiliğin hiçbir zaman mutlak olarak uzlaşmaya varılan bir tanımı olmamıştır. Devletçilik ilk ortaya çıktığında Büyük Buhran’ın da etkisiyle daha katı bir yorum içermekteydi ve bu yorum 1930’ların ortalarına kadar etkisini sürdürdü[122]. İsmet İnönü ve Recep Peker gibi katı bir etatist anlayışa sahip önemli mevkilerde kişiler koyu bir devletçilik yorumuna sahiplerdi[İnönü’nün devletçilik yorumu için Kadro Dergisindeki yazılarına veya 123’e bakılabilir ve İnönü bu iktisadi modeli kalıcı olarak benimsiyorlardı.[124][125] [Peker’in iktisadi düşünceleri için 126’ya bakılabilir] Bu dönemde iktisadi fikirler açısından CHP’nin 2 fraksiyona ayrıldığı söylenebilir; “Birinci Çevre(veya İş Bankası çevresi” ve “İkinci Çevre(veya İsmet Paşa Çevresi)”. Birinci Çevre, Celal Bayar, Kılıç Ali, Salih Bozok, Nuri Conker, Fuat Bulda, Mahmut Soydan, Hasan Saka gibi özel teşebbüsün üstünlüğünü savunanlardan oluşmaktaydı. İkinci Çevreyse; İsmet İnönü, Tevfik Rüştü Aras, Mustafa Şeref Özkan, Kâzım Özalp, Refik Saydam, Fuat Ağralı gibi kişilerden oluşmakta ve bu kişiler daha katı bir devletçi yorumunu müdafaa etmekteydiler.[127]


İktisadi olarak katı devletçi kanatın bu dönemde ağır bastığını söylemek zordur, hatta hala liberal kanat bazı açılardan üstün gelmekteydi(Örneğin anayasa açısından.[128]). Hülasa Recep Peker, 1935 4. CHP Genel Kurultayında devletin mevcut modelini “Liberal” olarak nitelendiriyor ve bunu üstü kapalı bir şekilde eleştiriyordu.[129] Nitekim, 1930’ların ortasına kadar güçlenen ve yaygınlaşan bu katı devletçi kanata, Feroz Ahmad’ın tabiriyle CHP içindeki Bayar’ın başını çektiği “Cumhuriyetçi Liberaller” veya Mete Tunçay’ın tabiriyle “İş Bankası Çevresi” karşı çıktı ve Atatürk’ün de yardımıyla da bu katı devletçi kanatı geri püskürttüler.[130] Örneğin, Bayar 12 Eylül 1933 tarihinde bir bildirge yayınlamış ve ferdi teşebbüsün önüne geçen katı devletçilik fikirlerini sert bir şekilde eleştirmiştir.[131] Aslında bu bildirge bir açıdan üstü kapalı olarak CHP’nin katı devletçi kanatını hedef almaktaydı. Aynı şekilde, Atatürk de İnönü’nün katı devletçi yorumlarından memnun değildi.[132] Bu sebeple Atatürk’ün de desteğiyle bu devletçilik tartışmasında Bayar’ın başını çektiği liberal cumhuriyetçi kanat ağır bastı.[133] Şu da ifade edilmeli ki CHP içindeki liberal-katı devletçi tartışması sadece iktisadi meseleler hakkında değil, sosyal meseleler üzerineydi de.( İnönü ekonomik meselelerde katı devletçi kanat içerisinde yer almasına rağmen sosyal meselelerde, Peker’in tersine özgürlükçü kanata yakındı.)

Bu dönemde bu anlaşmazlıkların Peker gibi birçok kişi katı devletçi kişi de bizatti olarak Atatürk’ün talimatıyla tasfiye edildi.[Peker’in tasfiyesi için 134 ve 135] Bunun yanı sıra kemalizmi devlet sosyalizmiyle bağdaştıran Mahmut Esat Bozkurt’sa İnönü’ye bile danışılmadan bizzat Atatürk’ün talimatıyla istifa ettirildi.[136](ekleme: İnönü bu kendisine sorulmadan yapılan bu tasfiyeye çok öfkelenmiştir ve hatta gece yarısı bunun için Atatürk’e sert bir telgraf yollamıştır. Bu telgrafın tam metni için bkz: kaynak 137) Bu tasfiyeler olurken de Bayar iktisat bakanlığındaki ve kabinedeki yeri daha da güçleniyordu. Şu da ifade edilmelidir ki, Bayar’ın İktisat Vekilliğine atanması, İnönü’nün itirazlarına rağmen yapılmış ve İsmet Paşa’ya rağmen olmuştu.[138] Celal Bayar’ın devletçilik anlayışı çünkü çok daha liberaldi. Bayar, Devletçilik hakkında şöyle konuşmaktaydı;

“Almanya’da… Büyük Frederik örnek fabrikalar yapmak ve bunları ilk fırsatta müstahsillere(üreticilere) mal etmek yolunu tutmuştu. Yaptıklarını satar, yeni fabrikalar kurarak şahıslara devrederdi… Bu sistemin bizde de tatbiki netice verir… Bizim devletçiliğimiz… Ferdin teşebbüsünü destekleyen bir devletçiliktir.”[139]

Görülebileceği gibi Bayar burada açıkça kemalist devletçiliğin özelleştirmeye sıcak baktığını ifade eder.


Bu ekonomik felsefe farklılığından dolayı, kabine içerisinde İnönü ve Bayar’ın yine birçok anlaşmazlığı da olmuştur. Bayar, Cemal Kutay’la söyleşisinde bu anlaşmazlıkların en temel sebebinin iktisadi meseleler olduğunu; kendisinin ferdiyetçi ve piyasacı bir tavır benimserken İnönü’nün ise daha katı bir devletçi tavır takındığını dile getirir.[140] Aynı şekilde Bayar, Milliyet Gazetesine bir röportajındaysa şöyle konuşur:

“Atatürk, tedricen dar devletçilikten beriye doğru geldi. İsmet Paşa olduğu yerde kaldı. Mesele budur.”[141]

Cemil Koçak, Atatürk ve İnönü’nün iktisadi görüşlerinin farklılıklarını şöyle yazar;

Bayar’ı İnönü'den farklı kılan, onun devletçiliği bir İktisadi politikası olarak geçici bir süre uygulamak, bu sırada özel girişime katkıda bulunmak ve bundan sonra da ekonomide liberalizmin tedricen yeniden ağırlık kazanmasına çalışmak gerektiğine inanmasıydı. İnönü ise, devletçiliği sürekli bir uygulama olarak görüyordu. Bu görüşte, muhtemelen, CHP Umumî Katibi Recep Peker’den etkilenmekteydi. İnönü, elbette özel girişime karşı değildi. Ancak uygulamada, özel girişim-devlet işletmeciliği tercihi, devletçilik lehine gelişme eğilimindeydi.”[142]

İfade edildiği gibi Atatürk de Bayar’ın yorumuna daha yakındı;

“Atatürk ise, 19301u yılların ikinci yansında kurulmaya çalışılan "yepyeni bir güdümlü ekonomi düzeni" konusunda aslında Bayar ile aynı görüşleri paylaşıyordu. Özel girişimin başarılı olabileceği alanlarda devletin yatırım yapmasını, devlete yüklenmiş gereksiz bir ağırlık olarak görüyordu. Devlet, ancak özel girişimin ulaşamayacağı alanlara müdahale etmeliydi. Zaten bir süre sonra, özel kesim güçlendiği oranda, bu tür müdahalelere gerek de kalmayacaktı.”[143]

Bunun yanısıra Atatürk’ün Bayar hakkındaki şu ifadesini de göz önünde bulundurmak gerekir;

“ Bilesiniz ki, Mahmut Celal Bey Türkiye’nin en büyük iktisatçısıdır.”[144]

Mustafa Kemal Atatürk’ün devletçilik hakkındaki fikirlerini daha iyi anlamak için, bizzat kendisinin kaleme aldığı Medeni Bilgiler kitabında Devletçilik açıklamasına bakılmalıdır;


Devletin bu konudaki çalışmasının sınırını çizmek ve dayanacağı kuralları belirlemek, diğer yandan yurttaşın kişisel girişim ve çalışma özgürlüğünü kısıtlamamış olmak, devleti yönetmeye yetkili kılınanların düşünüp belirlemesi gereken sorunlardır.


İlke olarak devlet, bireyin yerine geçmemelidir. Fakat, “bireyin gelişmesi için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır.” Bir bireyin kişisel etkinliği ekonomik ilerlemenin ana kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin gelişmesine engel olmamak, onların her açıdan olduğu gibi, özellikle ekonomik alanda özgürlüğü ve girişimleri önünde, devletin kendi çalışmasıyla bir engel oluşturmaması, demokrasi ilkesinin en önemli temelidir. O hâlde diyebiliriz ki, “bireylerin gelişmesinin, engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet etkinliğinin sınırını oluşturur.”[145]


Yine Mustafa Kemal Atatürk şöyle devam eder:

Özetle Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin, demokrasi ana ilkesinden ayrılmamakla birlikte, “ılımlı devletçilik” ilkesine uygun yürümeleri bugün içinde bulunduğumuz durumlara, koşullara ve zorunluluklara uygun olur. Bizim izlenmesini uygun gördüğümüz “ılımlı devletçilik''ilkesi; bütün üretim ve dağıtım araçlarını bireylerden alarak, ulusu büsbütün başka temeller içinde düzenlemek amacını izleyen sosyalizm ilkesine dayanan kolektivizm ya da komünizm gibi özel ve bireysel ekonomik girişim ve çalışmaya olanak vermeyen bir sistem değildir.”[146]

Ağustos 1935’de İzmir Fuarında Mustafa Kemal, Devletçilik üzerine şöyle konuşmuştur:

Fertlerin hususi teşebbüslerini ve şahsi kabiliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak memleket ekonomisini devletin eline alması esasına dayanarak Türkiye'nin tatbik ettiği devletçilik sistemi, on dokuzuncu asırdan beri sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir.”[147]

İfade edildiği gibi bu devletçilik tartışmasında ağır basan taraf Liberal kanat olmuştu. 1937 yılında İnönü’nün istifası sonrası(İnönü’nün istifasında şüphesiz ki birçok etken vardır, fakat bu faktörlerden bir tanesi de Atatürk ile ekonomik konularda fikir ayrılıklarıydı. Zira hatıratlarında İnönü de böyle yazar.) iktisat politikalarındaki bu liberal tutum daha da netleşmişti.[148] Hatta İnönü bile özellikle 1945 sonrası bu katı devletçi yorumundan feragat eder. Zira 1945-1950 arası CHP hükümetleri, İnönü’nün de takdiriyle ağırlıklı olarak liberal iktisat politikaları benimsemiştir.[149 ] [150]1960’lardaysa İsmet İnönü Kemalist Devletçilik ilkesinin Ortanın Solu olduğunu ifade eder ve aynı şekilde Devletçilik ile 1930’larda Amerika’da uygulanan F.D. Roosevelt’in Sosyal Liberal “New Deal” politikalarıyla bağdaştırır. [151] [152] [153] (Ekleme: Yukarıda kemalist dönemde sıkı bütçe politikası izlendiği ifade edilmiştir, bu bağlamda nasıl bu New Deal ile bağdaştırılabilir gibi sorular sorabilir; Fakat halbuki New Deal döneminde de tarihteki diğer Keynesyen politikalarla karşılaştırınca çok daha sıkı bir bütçe politikası görmekteyiz, öyle ki bu dönemde Amerikan Başkanı F. D. Roosevelt bizzat John Maynard Keynes yüzünden sıkı bütçe politikası(“Bugdet Conservatism)” yüzünden eleştirilmiş, Demokrat Parti içinde birçok kişi New Deal’ın fazla muhafazakar bir anlayışa sahip olduğunu ifade etmiştir.[154])


İsmet İnönü’nün kendisi de Atatürk’ün iktisadi fikirlerinin kendisinden farklı olduğunu ifade eder. İnönü şöyle der;

“Atatürk Devletçi değildi. Liberal ekonomiden yana idi.”[155][156]

Şimdi Devletçilik modelinin pratikte uygulanmasına geçelim:

1923-1930 arasında sanayileşme çoğunlukla özel sektöre bırakılmıştır, aynı şekilde şunu da ifade etmek gerekir ki, Türkiye hükümeti iktisadi faaliyetlerde gelişmişliğin temel indikatörü olarak Sanayileşme oranını kullanmış ve sanayileşmenin modern iktisadi yaşamın kaçınılmaz bir sonucu olacağını savunmuştur, bu dönemde ağır sanayinin özel sektörce yavaş gelişmesi yüzünden İsmet İnönü gibi devlet adamları planlı kalkınmada ısrar etmişlerdir[157], halbuki sanayileşme oranı aslında çok güvenilir bir gösterge değildir, zira o zaman karşımıza Zelanda gibi zirai ekonomiye dayanan ülkeler çıkmaktadır.. Halil İnalcık, Japonya-Türkiye Modernleşmesi adında 1962 yılında New York’ta katıldığı konferansta endüstrileşme/sanayileşmenin konferansta modernizasyon ve modern iktisadi yaşamın kanıtı olarak sayılmadığını aktarır:


“Endüstrileşmenin modernizasyona götüren başlıca amil olduğu fikri itirazla karşılandı.(Zelanda gibi zirai ekonomiye dayanan cemiyetlerin pekâlâ modern sayıldığı kaydedildi)”[158] Fakat şunu da hesaba katmak zaruridir, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla, 1937 yılında ilk kez Amerikan ekonomistler tarafından formüle edilmiş ve 1945 yılında Ekonomik gelişimin en temel indikatörü olarak Bretton Woods Konferansında popülaritesini kazanmıştır, bu sebeple bu dönemde Ankara’nın bakabileceği bir Gayri Safi Yurt İçi Hasıla verisi mevcut değildi.

Devlet, 1930 sonrası özellikle sanayiye ve imalata girişmeye başlar, aynı şekilde bu dönemde Merkez Bankasının kurulması da devletin regülasyon ve denetim mekanizmasını arttırdığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu dönemi daha iyi anlamak için yine yatırımların dağılımına bakmak yerinde olacaktır. 1930’lu yıllarda yatırımlar, GSYİH’nin yüzde %10’una tekabül etmektedir. Özel Sektör yatırımları %5’e inmiş, Devlet kesiminin yatırımları ise %5’e ulaşmıştır[159] [160] Tüm Devlet yatırımlarının yarısından fazlası demiryolları, ulaşım projeleri ve diğer sosyal yatırımlara ayrılırken, tüm kamu yatırımlarının sadece %25’i Sanayileşmeye ve planlı kalkınmaya ayrılmıştır[Kaynak 159 ve 160 ile aynı], bu da GSYİH’nin sadece yaklaşık %2’sine tekabül etmektedir. Bu bağlamda, bu iktisadi veri ışığında; devletin sanayileşme programlarının sınırlı kaldığı kolaylıkla ifade edilebilir[161]. 1930’larda tüm devlet harcamaları ise GSYİH’nin %15-19’una tekabül etmekteydi.[162] [163] Ayrıca 1939 yılında, resmi istatistiklere göre tüm imalat sanayi ve enerji alanında toplam istihdamının %10’u devlet tarafından sağlanmaktaydı, bu şu anlama gelmektedir ki Sanayi Sektörünün ezici çoğunluğu(yani yüzde 90’ı) özel sektördeydi.[164][165] Bu bağlamda Şevket Pamuk şöyle yazar: “Bu durumda ekonominin güçlü sayılabilecek büyüme performansını sanayi sektöründeki devlet kuruluşlarının sadece kendi başlarına yarattığını söylemek kolay değildir.”[166] Sonuç olarak istatistikler ışığında bu dönemdeki iktisadi modelin 1920’lere göre daha devletçi olduğu tartışmasızdır. Fakat buna rağmen Bayar’ın başını çektiği piyasacı kanatın iktisat politikalarında üstün bastığı ortadadır. Bu dönemin genel iktisadi modelini sosyal piyasalar olarak adalandırmak yerinde olacaktır. Devletin, ekonomideki rolünün artmasına rağmen, bu artış ampirik olarak gözlemlenirse toplam ekonomik hacim içerisinde yüzde 7’lik bir artış gerçekleşmiş, planlı kalkınmaysa Sovyetler Birliği’yle karşılaştırılamayacak kadar sınırlı kalmış, sadece GSYH’nin yüzde 2’sini kaplamıştır. Bu dönemde Büyük Britanya gibi önde gelen bir kapitalist ülkenin GSYH içindeki tüm kamu harcamaları yüzde 28-45 arasındayken [167], ABD’de bu sayı 1929 öncesi sadece yüzde 10 civarındaydı, 1930’lardaysa New Deal ekonomi politikalarının etkileriyle devlet harcamalarının GSYH’ye oranı yüzde 20’ye kadar çıkmıştır.[168]


1.11 Sonuç: 1923-1939 Arasında Türkiye Ekonomisinin Performansı:


Şimdi çeşitli endeksler, grafik ve tablolar ile bu dönemin genel performansını göstermek isteriz:

Tablonun Kaynağı: [169]

Yukarıdaki tablonun kaynağı:[170]


Yukarıdaki tablo, Türkiye’nin kişi başına düşen milli gelirinin, Batı Avrupa ve Amerika kişi başına düşen Milli Gelire oranını göstermektedir.

Yukarıdaki tablonun kaynağı: [171]

Kaynak: [172]


Aynı şekilde yukarıda da ifade edildiği gibi Türkiye, 1927-1939 arasında en hızlı sanayileşme ivmesine sahip olan dünyadaki 3 ülkeden birisiydi.[bkz: kaynak 67 ve 68] Aynı zamanda kişi Başına düşen milli gelirin en hızlı ivme ile artışı bu dönemde gerçekleştiği[bkz: Grafik 2.2, Kaynak 170] gibi 20. Ve 21. Yüzyılda Batı Avrupa-Amerika kişi başına düşen milli gelirinin ortalamasına en fazla yaklaştığı dönem de 1939’da olmuştur.[Kaynak 171]


KAYNAKLAR


Kaynak 1: Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomisi, S. 75-82

Kaynak 2: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 167

Kaynak 3: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 114-115

Kaynak 4: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 21

Kaynak 5: Necdet Serin, Türkiye’nin Sanayileşmesi, SF. 97

Kaynak 6: Angus Madison, Historical Statistics of the World Economy, OECD, 2008

Kaynak 7:Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 182-183]

Kaynak 8: Seha Meray, Lozan Barış Konferansı Tutanakları, Cilt 3, SF.2

Kaynak 9: Kâzım Karabekir, İktisat Esaslarımız, SF. 286

Kaynak 10: Emre Alkin, Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 19,20

Kaynak 11: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 181

Kaynak 12: Hüseyin Yücel, Cumhuriyet Ekonomisinin Kuruluşu ve Gelişimi, SF. 66-67

Kaynak 13: Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, SF. 385-389

Kaynak 14:Necdet Akıncı,İmparatorluktan Cumhuriyete,Türk Mâli Politikasına Bakış,SF. 758

Kaynak 15: Savaş Durmuş, Turkey Economy of Ataturk’s Period, SF. 159

Kaynak 16: Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, SF. 311

Kaynak 17: Gülay Sarıçoban, Atatürk Döneminde Türkiye Ekonomisi, SF. 44-45

Kaynak 18: Y. N. Rozaliyev,Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri(1923-1960), SF. 58

Kaynak 19: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 19

Kaynak 20: Konuşmanın tam metni için: Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, Türk Tarih Kurumu, SF. 57-59

Kaynak 21: Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Cilt 2, SF. 751-752

Kaynak 22: Ali Fuat Türgeldi, Mesail-i Mühimme-i Siyasiye, SF. 38

Kaynak 23: Parvus Efendi, Türkiye’nin Mâli Tutsağı SF. 33, 34

Kaynak 24: Stanford J. Shaw-Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, SF. 274-275

Kaynak 25: Parvus Efendi, Türkiye’nin Mâli Tutsağı, SF. 38.

Kaynak 26: İlber Ortaylı, Gâzi Mustafa Kemal Atatürk, SF. 272

Kaynak 27: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 15-16

Kaynak 28: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, SF. 310-311

Kaynak 29: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 272-273

Kaynak 30: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 31

Kaynak 31: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 32

Kaynak 32: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, SF. 145

Kaynak 33: Gülsevin Okçuoğlu/İzettin Önder, Âşârın Kaldırılması, SF. 9

Kaynak 34: Hüseyin Topuz, An Analyze Of Agricultural Structure In The Republican Economy Era (1923-1950), SF. 5

Kaynak 35: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 273

Kaynak 36: Hüseyin Topuz, An Analyze Of Agricultural Structure In The Republican,SF. 5-6 Economy Era (1923-1950), SF.

Kaynak 37: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, SF. 25-26

Kaynak 38: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, SF.275

Kaynak 39: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, SF. 274

Kaynak 40: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 1, S. 342

Kaynak 41: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 1, S. 379

Kaynak 42: Asım Karaömerlioğlu, Bir Tepeden İnme Reform Denemesi

Kaynak 43: Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Türk Medeni Hukuku, SF. 9-16

Kaynak 44: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 446-447

Kaynak 45: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 453-460

Kaynak 46: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, SF. 279

Kaynak 47: İlber Ortaylı, Gâzi Mustafa Kemal Atatürk, SF. 371

Kaynak 48: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 422-423

Kaynak 49: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun 100 Yılı, SF. 235

Kaynak 50: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun 100 Yılı, SF. 242

Kaynak 51: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, SF. 618

Kaynak 52: Vehbi Koç, Hayat Hikâyem, SF. 132

Kaynak 53: Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi: 1908-2993, SF. 40

Kaynak 54: Murat Koçtürk, Meryem Gölalan, 1923-1950 Türkiye Ekonomisinin Yapısal Analizi, SF. 52-53

Kaynak 55: Hüseyin Yücel, Cumhuriyet Ekonomisinin Kuruluşu ve Gelişimi, SF. 74

Kaynak 56: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 181

Kaynak 57: Feridun Ergin, Atatürk Dönemi Türkiye Ekonomisi, S. 35

Kaynak 58: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 60-61

Kaynak 59: Mustafa Kemal Atatürk, Vatandaş için Medeni Bilgiler, SF. 212

Kaynak 60: Dr. İlhami Pektaş, Cumhuriyetin ilk yollarımda Atatürk’ün Milli Sanayi Yatırımları

Kaynak 61: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 334-335

Kaynak 62: United Nations, Statistical Yearbooks 1973

Kaynak 63: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 341

Kaynak 64: Feridun Ergin, Atatürk Dönemi Türkiye Ekonomisi, SF. 36

Kaynak 65: Feridun Ergin, Atatürk Dönemi Türkiye Ekonomisi, SF. 37

Kaynak 66: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 141

Kaynak 67: Bernard Lewis, Modern Türkiyenin Doğuşu, SF. 637

Kaynak 68: Z. Y. Hershlag, Turkey: Achievements and Failures in the Policy of Economic Development During the Inter-War Period 1919-1939, SF. 332

Kaynak 69: Çağrı Erhan, Yaşayan Lozan, SF. 312

Kaynak 70: Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, SF. 390

Kaynak 71: Bülent Can Bilmez, Demiryolu’ndan Petrole Chester Projesi, SF. 255-270

Kaynak 72: Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, SF. 389-392

Kaynak 73: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 229-231

Kaynak 74: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 14-16

Kaynak 75: Bige Sükan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Yabancı Sermaye Anlayışı, SF. 18-19

Kaynak 76: Bernard Gazier, Büyük Buhran, 1929 Krizi, SF. 24

Kaynak 77: Emir Bostancı, 1929-1938 Yılları Arasında Türkiye’de Yabancı Sermaye

Kaynak 78: Emir Bostancı, A.G.E

Kaynak 79: Emir Bostancı, A.G.E

Kaynak 80: Emir Bostancı, A.G.E

Kaynak 81: Emir Bostancı, A.G.E

Kaynak 82: Emir Bostancı, A.G.E

Kaynak 83: Bige Sükan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Yabancı Sermaye Anlayışı, SF. 19

Kaynak 84: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 418-419

Kaynak 85: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun 100 Yılı, SF. 242-243

Kaynak 86: Bige Sükan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Türkiye’de Yabancı Sermaye Anlayışı, SF. 20-23

Kaynak 87: Cemal Kutay, Celal Bayar, 4. Cilt, SF. 1664

Kaynak 88: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 245

Kaynak 89: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 187

Kaynak 90: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun 100 Yılı, SF. 174

Kaynak 91: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun 100 Yılı, SF. 173-174

Kaynak 92: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 53

Kaynak 93: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 188-191

Kaynak 94: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 53

Kaynak 95: Y. N. Rozaliyev,Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri(1923-1960), SF. 67

Kaynak 96: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 179

Kaynak 97: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 179-180

Kaynak 98: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 55

Kaynak 99: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 170-174

Kaynak 100: Ozan Bahar, Türkiye’de Atatürk Dönemi’nde Uygulanan Para Politikaları,SF.10-16

Kaynak 101: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 191

Kaynak 102: Hüseyin Akyıldız/Ömer Eroğlu, The Economic Policies Pursued Up To Now

From The Foundation Of The Turkish Republic, SF, 47

Kaynak 103: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 182

Kaynak 104: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 179 ve 274-274

Kaynak 105: Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi: 1908-1993, SF. 40

Kaynak 106:Murat Koçtürk, Meryem Gölalan, 1923-1950 Türkiye Ekonomisinin Yapısal

Analizi, SF. 52-53

Kaynak 107: Hüseyin Yücel, Cumhuriyet Ekonomisinin Kuruluşu ve Gelişimi, SF. 74

Kaynak 108: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 181

Kaynak 109: Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, SF. 137

Kaynak 110: Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, SF. 138

Kaynak 111: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 180-181

Kaynak 112: Mahfi Eğilmez, Makroekonomi, SF. 28

Kaynak 113: Sinan Meydan, Atatürk Etkisi, SF. 285

Kaynak 114: Korkut Boratav, Atatürk Döneminin Ekonomik ve Sosyal Sorunları, SF. 42

Kaynak 115: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, SF. 230

Kaynak 116: Şevket Süreyya Aydemir, Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam 3. Cilt, SF. 331

Kaynak 117: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF. 30

Kaynak 118: Şevket Pamuk, Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF.189

Kaynak 119: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 233-237

Kaynak 120: Angus Madison, Historical Statistics of The World Economy(ekleme: Angus

Madison Dünyadaki en önde gelen tarihsel süreç içerisinde GSYH veya Kişi Başına düşen

milli gelir çalışmalarına sahip İktisatçıdır, IMF ve OECD Madison’un verilerini kabul eder)

Kaynak 121: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF. 30

Kaynak 122: Feroz Ahmad, From Empire To Republic, Cilt 2, SF. 14

Kaynak 123: Herbert Melzig, İnönü Diyor Ki, SF. 163-164

Kaynak 124: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF. 43

Kaynak 125: Feroz Ahmad, From Empire To Republic, Cilt 2, SF. 14

Kaynak 126: Recep Peker, İnkilap Dersleri, SF. 70, ve 100-107

Kaynak 127: Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması

1923-1931, SF. 264

Kaynak 128: Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, SF. 290-313

Kaynak 129: Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Cilt 3, SF. 451

Kaynak 130: Feroz Ahmad, From Empire To Republic, Cilt 2, SF. 14

Kaynak 131: Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, SF. 172

Kaynak 132: Sebahattin Çöl, Understanding of Democracy in the Turkish Public Opinion

During 1930 Muncipality Election and 1946 General Election in Turkey, SF. 24

Kaynak 133: Feroz Ahmad, From Empire To Republic, Cilt 2, SF. 14

Kaynak 134: Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, SF. 490-492

Kaynak 135: Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, SF. 99

Kaynak 136: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF 25-26

Kaynak 137: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF 26

Kaynak 138: Taha Akyol, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca, SF. 12

Kaynak 139: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 294

Kaynak 140: Cemal Kutay, Celâl Bayar'm Yazmadığı ve Yazmayacağı Üç Devirden

Hakikatler, SF. 142-146.

Kaynak 141: Her Hatla Bir Sohbet... Konumuz: Atatürk, Konuğumuz: Celâl Bayar, Milliyet,

(İki Kısım). (12.11.1974).

Kaynak 142: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF. 43

Kaynak 143: Cemil Koçak, Türkiye’de Milli Şef Dönemi, Cilt 1, SF. 43

Kaynak 144: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, SF. 131-132.

Kaynak 145: Mustafa Kemal Atatürk, Vatandaş için Medeni Bilgiler, SF. 209

Kaynak 146: Mustafa Kemal Atatürk, Vatandaş için Medeni Bilgiler, SF. 212

Kaynak 147: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, SF. 385

Kaynak 148: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, SF. 230

Kaynak 149: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, SF. 37-39 ve 134-136

Kaynak 150: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 225-227

Kaynak 151: 29 Temmuz 1965, Milliyet Gazetesi

Kaynak 152: 17 Temmuz 1965, Ulus Gazetesi

Kaynak 153: Yunus Emre, CHP, Sosyal Demokrasi ve Sol, SF. 86-88

Kaynak 154: Eric Rauchway, The Great Depression and The New Deal, SF. 115

Kaynak 155: Abdi İpekçi, İnönü Anlatıyor, SF. 36

Kaynak 156: Atatürk-İnönü Ayrılığı, Milliyet Gazetesi, 04.01.1975

Kaynak 157: Hüseyin Yücel, Cumhuriyet Ekonomisinin Kuruluşu ve Gelişimi, SF. 88

Kaynak 158: Halil İnalcık, “Türkiye ve Japonya’nın Siyasi Modernleşmesi” Üzerine Bir

Konferans adlı makalesi

Kaynak 159: Şevket Pamuk, Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 189-190

Kaynak 160: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 233-237

Kaynak 161: Şevket Pamuk, Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 191

Kaynak 162: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 535

Kaynak 163: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 190

Kaynak 164: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 326

Kaynak 165: Şevket Pamuk, Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 190

Kaynak 166: Şevket Pamuk, Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 190

Kaynak 167: https://www.economicshelp.org/blog/5326/economics/government-spending/

Kaynak 168: https://www.researchgate.net/figure/US-Government-Spending-as-Percent-of-

GDP-Government-Spending-in-US-from-FY-1903-to-FY_fig1_227415421

Kaynak 169: Şevket Pamuk, Türkiyenin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 27

Kaynak 170: Alpay Filiztekin, Sümrü Altug, Şevket Pamuk, Sources of long-term Economic

Growth For Turkey, SF. 15

Kaynak 171: Mahfi Eğilmez, Dünya Ekonomisi, SF. 170-173(Ekleme: Mahfi Eğilmez bu

grafikteki verilerin kaynakçası olarak Angus Madison’un Historical Statistics of The World

Economy çalışmasını göstermektedir.)

Kaynak 172: Mahfi Eğilmez, Makroekonomi, SF. 29(Ekleme: Mahfi Eğilmez, bu verilerin

kaynakçası olarak IMF’i göstermektedir)

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

Top Post Ad

Below Post Ad

Sponsor