VAHDETTİN HAİN Mİ DEĞİL Mİ?

VAHDETTİN HAİN Mİ DEĞİL Mİ?

 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandı.

12 gün sonrasında 13 Kasım’da İtilaf Devletleri’nin Yunan gemileri de dahil 55 parçadan oluşan birliği İstanbul Boğazı’na demirledi.

Savaş gemileri toplarını Padişah Vahdettin’in oturmuş olduğu Dolmabahçe Sarayı’na çevirdi.

Önce Fransız askerleri sonrasında İngiliz askerleri karaya çıkarak fiili işgali başlattılar.

İstanbul’un işgali ülkede büyük infial yarattı.

Vahdettin ise tahtının derdine düşmüş, İngilizlere yaranmak için yollar arıyordu.

Bunun için gazeteci Sait Molla’yı kullanıyordu.

Sait Molla makalelerinde İngilizlere övgüler düzüyor, bir taraftan da "İngilizleri Sevenler Derneği"ni kuruyordu.

Bu derneğin bir numaralı üyesi Padişah Vahdettin, bir müddet sonra sadrazamlığa getireceği eniştesi Damat Ferit ise ikinci üyesi oluyordu.

24 Kasım’da Vahdettin İngiliz The Daily Mail gazetesine şu demeci veriyordu:

".... İngiliz milletine güçlü sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Harbi’nde İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya içinde öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden gelini yapacağım."

Padişah Vahdettin bu güvenceleri ülkesini işgal edenlere veriyor ve onlara olan bağlılığını gösteriyordu.


* * *


Vahdettin’in tek planladığı ülkesi değil, tahtıydı.

İngilizlerin Türkiye yönetimine el koymasını istiyordu. Bunu da onlara her fırsatta aracılarla iletiyordu.

Ancak İngilizler diğeri müttefikleri tedirgin edeceği için Vahdettin’in bu önerilerine sıcak bakmıyordu.

Vahdettin son deva olarak İngiltere yanlısı olmakla tanınan eniştesi Damat Ferit’i sadrazamlığa getirdi.

30 Mart 1919 günü Sadrazam Damat Ferit’i İngiltere Yüksek Komiser yardımcısı Amiral Webb’e gönderdi.

Padişah, sadrazamı vasıtasıyla İngilizlere bağlılığını ve onlara karşı duyduğu sevgiyi yineledi.

Sadrazam Damat Ferit, Amiral Webb’e Padişah’ın Türkiye’nin İngilizlere yenildiğini, bundan dolayı Türkiye’nin bir tek İngiltere’ye biat ettiğini belirttiğini söyledi.

Daha sonrasında da cebinden çıkardığı Padişah’la beraber hazırladıkları memerandumu Amiral Webb’e verdi.

Memerandumda 15 sene süresince İngiltere’nin Türkiye’yi yönetmesi isteniyordu.

Vahdettin’in ülkeyi İngilizlere teslim etme ihaneti Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nın zaferle neticelenmesi cevabında gerçekleşmedi.

Ve tarihler 17 Kasım 1922’yi gösterdiği gün Vahdettin İngiliz cenk gemisi Malaya’ya gizlice binerek ülkesinden kaçtı.

İşte Padişah Vahdettin budur.


* * *


Bugün Vahdettin’in ismini vermeden onun ülkesine ihanet ettiğini ima eden bir ilköğretim çocuğunun yazdığı kompozisyonu ülkenin valisi, kaymakamı sorguluyor.


Soruşturmalar açılıyor, harıl harıl suçlu aranıyor.


Ankara ise bu gelişimleri seyrediyor.


Şimdi şu suali ülkesini seven her insana soruyorum:


"İşgalci kuvvetlere ülkesini peşkeş çeken, 15 sene süreyle İngiliz boyunduruğunu karar veren bir padişaha ’Hain’den başka hangi ödat verilebilir?"


Tarih asılsız söylemez.


Vahdettin bir vatan hainidir.

Yakın tarihin en oldukca "tartışılan" ve "çarpıtılan" figürlerinden biri son padişah Vahdettin'dir. "Vahdettin vatan haini midir?" sorusu, yakın tarihin "en kışkırtıcı" sorularından biridir, işte Vahdettin Dosyası, bu kışkırtıcı soruya "belgelerle" yanıt vermek için hazırlanmıştır.


Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikaları sebebiyle 1922 senesinde TBMM tarafınca resmen "vatan haini" duyuru edilen Padişah Vahdettin, kendisinin bile tahmin edemeyeceği şekilde, vakit arasında parlatılarak, bugün neredeyse "Kurtuluş Savaşı kahramanı" haline getirilmiştir. Özellikle 1950 sonrasındaki"Karşı devrim" sürecinde Atatürkçülüğün karşısına Vahdettincilik çıkarılmıştır.


"Vahdettin vatan haini değildir" tezinin temelinde "halife hain olamaz" inancı ve "Mustafa Kemal Atatürk'e düşmanlık" dürtüsü yatmaktadır.


Vahdettin Dosyası'nı hazırlarken, bir yandan yerli ve yabancı arşivlerdeki belgeler ışığında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikalarını bütün çıplaklığıyla ortaya koymayı, öteki yandan Vahdettinci yazarların çarpıtmalarını gözler önüne sermeyi amaçladım. Durum bu şekilde olunca, ortaya oldukca kapsamlı ve emsalsiz bir inceleme çıktı.


Yakın zamanı eğip bükerek Mustafa Kemal Atatürk'e ve modern cumhuriyete saldırmayı davranış haline getirenleri bir fazlaca rahatsız edecek olan Vahdettin Dosyası'nı bir "makale dizisi" halinde siz tüm dünya okurlarına sunmanın derin hazzını yaşadığımı belirtmeliyim.


VAHDETTİN HAİN DEĞİLDİR TEZİNİN KAYNAĞI


“Vahdettin vatan haini değildir” tezi, ilk kere 1929 senesinde Mevlanzade Rıfat tarafınca ortaya atılmıştır. Mevlanzade Rıfat, 1929 senesinde Halep'te basılan ve 1933'te bizim ülkemizde yayınlanan "Türkiye inkılabının İçyüzü" isimli kitabında, "Vahdettin'in, Mustafa Kemal'i, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiğini" iddia etmiş ve bu iddiasını, Vahdettin'in 14 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal'e verdiği, sözüm ona, bir fermana dayandırmıştır. (1) Ancak şimdiye kadar bu şekilde bir fermana rastlanmamıştır.


PEKİ AMA KİMDİR BU MEVLANZADE RIFAT?


Mevlanzade Rıfat, daha Mustafa Kemal Atatürk Samsun'a çıkmadan önce, 24 Mart 1919'da Hukuk-i Beşer isimli gazetede, I. Dünya Savaşı'na katılan komutanlara İttihatçıların vagon vagon altın dağıttıklarını ileri süre gelmiş ve komutanlara, "Büyük alçaklar ve haydut başları..." diye hakaret etmiştir. Bunun üstüne Mustafa Kemal Atatürk, Harbiye Nezareti'ne bir dilekçeyle başvurarak, bu yazıyı kaleme alan Mevlanzade Rıfat'ın cezalandırılmasını istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Mevlanzade Rıfat'a "O sefil iftiracı.." diye hitap etmiş olduğu dilekçesinin bir örneğini de Vakit, Alemdar ve Yeni Gün gazetelerine göndermiştir. (2) Mustafa Kemal Atatürk, Mevlanzade Rıfat'ın Türk ordusunun şerefli komutanlarına hakaret etmesine oldukca bozulmuştur. Türk ordusunun, "namuslu" ve "yurtsever" komutanlarını "haydut başı" diye suçlamanın "büyük bir ahlaksızlık ve sefil bir vicdansızlık" bulunduğunu belirterek bu "namussuzca iftirayı ve sahibini lanetlemiştir." Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün Harbiye Nezareti'ne gönderdiği "yakınma dilekçesi" dikkate alınmadığı şeklinde Mevlanzade Rıfat, kendisine hakaret edilmiş olduğu nedeni öne sürülerek Mustafa Kemal Atatürk'e dava açmıştır.

"Mustafa Kemal Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat'ın, Padişah Vahdettin'le ise arası fazlaca iyidir. Padişah Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonrasında San Remo'ya gitmiştir. Kaçak padişahın San Remo'daki ziyaretçilerinden biri de Mevlanzade Rıfat'tır. Mevlanzade Rıfat, San Remo'ya ilk kez 1922'de bir Yunan albayla beraber gitmiş ve Vahdettin'e, Ankara'ya karşı Yunanistan'la antak kalma öneri etmiştir. Bu toplantıda Vahdettin Mevlanzade Rıfat'a para vermiştir. (3)


Mevlanzade Rıfat, Vahdettin'i San Remo'da bir defa daha ziyaret etmiştir. Bu defa de Vahdettin'e, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı"Kürtleri isyana teşvik etme" önerisinde bulunmuştur. (4) Mevlanzade, Türkiye'deki tüm mühim Kürt isyanlarında rol almış, kelimenin tam anlamıyla "bölücü" bir politikacı-yazardır. (5)


Kurtuluş Savaşı öncesi Mustafa Kemal Atatürk'e ve yurtsever Türk subaylarına, "büyük alçaklar ve haydut başlan" diyen, yurt haricinde iki defa Vahdettin'i ziyaret eden, onu Mustafa Kemal Atatürk'e ve Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı harekete koymak isteyen ve Vahdettin tararından fazlaca iyi ağırlanan Mevlanzade Rıfat, bir müddet sonra kaleme sarılarak"Cumhuriyet zamanı yalancılarının" ana deposu durumundaki 'Türkiye inkılabı'nın İçyüzü" isimli kitabı yazmış ve bu kitabında Vahdettin'i adeta "Kurtuluş Savaşı kahramanı" duyuru etmiştir. Mevlanzade'nin bu kitabı hemen sonra Mustafa Kemal Atatürk'e ve cumhuriyete aldırmak isteyenlerin ana deposu olmuştur: Necip Fazıl Kısakürek, Nihal Atsız, Tarık Mümtaz Göztepe, Vehbi Vakkasoğlu, Kadir Mısıroğlu, Abdurrahman Dilipak, Hasan Hüseyin Ceylan, Yalçın Küçük, Burhan Bozgeyik ve Mustafa Armağan benzer biçimde tarihçi ve yazarlar, hep Mevlanzade Rıfat'ın "Türkiye inkılabı'ın İçyüzü" isimli kitabının kaynak olarak kullanmışlardır. Örneğin, Mevlanzade Rıfat'ın, "Vahdettin hain değildir!" tezinden yola çıkan ozan Necip Fazıl Kısakürek, fazlaca daha ileri giderek Vahdettin'i "Büyük vatan dostu!" duyuru etmiştir. (6) Kısakürek, laf mevzusu kitabında, belge ve bilgiye dayanmadan, ancak türlü kurnazlıklar yaparak, tüm Kurtuluş Savaşı'nın Vahdettin'in eseri olarak göstermiştir. Dahası, eski başbakanlardan Bülent Ecevit de 6 Ağustos 2005 tarihinde, "Vahdettin vatan haini değildir!" demiştir.

"Vahdettin vatan haini değildir!" tezini incelemeden ilkin Vahdettin'i biraz tanıyalım:


VAHDETTİN'İN HAYATI VE KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ


Vahdettin 1861 senesinde doğmuştur. Babası Abdülmecit Efendi, anası Gülistu Hanım'dır. Abdülmecit'in 30 çocuğundan 23'üncüsüdür. Dört aylıkken babası ölmüş, çocukluğu ve gençliği kapalı bir ortamda geçmiştir.


Vahdettin, çocukluğunda ve gençliğinde saray entrikalarına, hatta cinayetlerine şahit olmuştur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V. Murat ve II Abdülhamit'in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz'in öldürülmesi Vahdettin'i derinden etkilemiştir. Vahdettin vehamet arasında bulunduğunu Adliye Nazırı İbrahim Bey'e şu şekildeki anlatım etmiştir:"Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiç bir şeyden korkmam. Fakat pek ağır bir görev üstlendim. Allah'tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır. Siz bu şekilde şeyleri anlarsınız. Odaların birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam veya kardeşime bir şey olmuş. Elhasıl biri feci, biri ruhperver... Bunları gördükçe korkuyorum..." (7)


Veliaht Yusuf İzzettin Efendi'nin intihar etmesi üstüne 1916 senesinde veliaht olan Vahdettin, veliahtlığı esnasında Almanya ve Avusturya'ya seyahatler yapmıştır. (8) Bu seyahatleri esnasında ona Mustafa Kemal eşlik etmiştir.


Dört defa evlenen Vahdettin'in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendi,den Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan adlarında iki kızı olmuştur. İkinci eşi, Müveddet Kadınefendi'den de Şehzade Ertuğrul Efendi isimli bir oğlu dünyaya gelrniştir. (9)

Mutlakiyetçi, İttihat ve Terakki düşmanı, Hürriyet ve İtilaf Partisi'ne yakın, Alman karşıtı ve oldukça koyu bir ingilizci olan Vahdettin'in belli başlı karakteristik özellikleri şunlardır:


1 - Hastadır: Bedenen ve ruhen oldukça sıhhatli değildir. Çocukluğundan beri türlü hastalıklar geçirrniştir. Romatizmasından ötürü fazla yürüyememektedir. Birkaç kere baygınlık geçirmiştir. Doktoru Reşat Paşa'nın bildirdiğine gore sinirleri de zayıftır.


2 - Heyecanlıdır: Başkatibi Fuat Bey, Meclis Başkam Vekili Hüseyin Kazım Bey ve Amiral de Robeck Vahdettin'in oldukça heyecanlı bulunduğunu belirtmişlerdir.


3 - Kuşkucudur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V. Murat ve II. Abdülhamit'in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz'in öldürülmesi sebebiyle Vahdettin de bilhassa öldürülmekten korkmaktadır. Bu nedenle cebinde silah bulundurmaktadır. (10)

Vahdettin'in kuşkuculuğuna tanık olanlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk'tür.

4 - Muhbirdir: Gençliğinde Abdülhamit'e "jurnalcilik" yapmış olduğu oldukca yaygın bir dedikodudur. Baş mabeynci Lütfi Simavi Bey, Vahdettin'in bu özelliğinden, "Abdülhamit zamanındaki fena şöhreti" diye laf etmiştir. Madrid'teki İngiliz elçisi Lord A Harding, İngiltere Dışişleri Bakanı'na gönderilmiş olduğu 9 Temmuz 1918 tarihindeki yazıda Vahdettin'in, "Sultan II. Abdülhamit'in etkin bir casusu bulunduğunu" belirtmiştir. (11)

5 - Eğitimi zayıftır: Çocukluğunda ve gençliğinde geçirdiği rahatsızlıklardan ötürü yeterince iyi öğrenim alamamıştır. Başkatibi Ali Fuat Bey, Vahdettin'in “fıkıhla” ilgilendiğini belirtmiştir.

6 - Konuşması iyidir: Başkâtibi Ah Fuat Bey, konuşması, yazması ve imlasının muntazam bulunduğunu belirtmiştir. Almanya gezisi esnasında Vahdettin'e birlikte rol alan Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk de Vahdettin'in düşüncelerini oldukca muntazam bir biçimde anlatım ettiğini belirtmiştir.

7 - Kurnazdır: Başkatibi H. Ziya Uşaklıgil Vahdettin'i, "Yaradılışında, hileye, entrikaya, gizli saklı düzenlere, komplike girişimlere düşkün'' olarak tanımlamıştır. Adına gelen mektupların açılmadan kendine verilmesini istemesi, hükümetle haberleşmesinde başkatibi Ali Fuat Bey yerine adamı Refik Bey'i kullanması, birtakım kimseyle gizlice hususi dairesinde görüşmesi, onun "sinsi ve entrikacı" biri bulunduğunu göstermektedir. Mustafa Kemal Atatürk de Vahdettin'le yapmış olduğu görüşmelerden sonrasında onun "sinsi" ve "entrikacı" biri bulunduğunu düşünmüştür.

8 - Rol yapar: M. Fuat Bey ve Lütfi Simavi Bey, Padişahın eski sadrazam Ahmet izzet Paşa'ya "hasta rolü" yaptığına bizzat şahit olmuşlardır. Ayrıca, Mazhar Müfit Kansu'yla yapmış olduğu görüşmede, "Kuvayı Milliye tacımın pırlantasıdır! Mustafa Kemal Paşa nasıldır, afiyettedir inşallah! Ne vakit dönecek!" gibisinden laflar söyleyen Vahdettin'in yeniden rol yapmış olduğu açıktır. Çünkü o günlerde Osmanlı yönetimi bir yandan Kuvayı Milliye'yi yasaklarken, öteki yandan da Mustafa Kemal'i yansız hale getirmeye çalışmaktadır. Vahdettin "rol yaparak", Mazhar Müfit Bey'in ağzından söz almaya çalışmıştır.

9 - Paraya düşkündür: Bilinenin aksine Vahdettin paraya oldukca düşkündür. II. Abdülhamit'in kızı Sadi ye Osmanoğlu'nun anıları ve Lütfi Simavi'nin "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında yazdıkları, Vahdettin'in paraya oldukca ehemmiyet verdiğini göstermektedir.

10 - Vahdettin, ek olarak iyi bir baba ve ağlayacak kadar duygulu bir insandır. (12)

VAHDETTİN VE GELENEKSEL DEĞERLER

Vahdettin'e, Osmanlı padişahı ve halife olduğu için "dindardır", "geleneksel değerlere bağlıdır'' diye haiz çıkanların bilmedikleri oldukca mühim birtakım gerçekler vardır. Evet! Vahdettin dindardır, fakat onun dindarlığı "Batı kültürü ne" sonuna kadar açık, "bağnaz" olmayan bir dindarlıktır.

Vahdettin, geleneklerin aksine sakal bırakmamıştır. Yavuz'dan sonrasında sakal bırakmayan ikinci Osmanlı padişahı Vahdettin'dir. Sakal bırakmamasının nedenini, "Ben büyük ceddim Yavuz Sultan şeklinde sakal bırakmayacağım, şundan dolayı sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim" diyerek açıklamıştır! (13)
Vahdettin bazen içki içen ve içkili toplantılarda ve ziyafetlerde eline şarap kadehi almaktan çekinmeyen biridir. Örneğin, Tütüncübaşı Şükrü Bey, Padişah Vahdettin'in, kendisine "devamlı konyak aldırdığını" belirtmiştir.(14)

Malta'dayken, 20-30 Kasım 1922 tarihleri arasında. Vahdettin ve yakınlarının şarap masrafı, 5 İngiliz lirasıdır. (15)Vahdettin, Almanya ziyareti şuasında verilen ziyafette, imparatorun şerefine şampanya kadehi kaldırmıştır. (16)

San Remo'da ikamet etmiş olduğu köşkün alt katındaki konuk odasının duvarında irice bir çıplak hanım tablosu asılıdır. Halifelik iddiasında bulunan Vahdettin, misafirlerini bu tablonun altında ağırlamıştır. (17)

Vahdettin, aile hayatında da son aşama moderndir. Örneğin, töre gereği Osmanlı hanedanına mensup kızların düğünden ilkin bile kocaları tarafınca görülmeleri yasakken, Vahdettin, düğünden ilkin damadı İsmail Hakkı'yı çayır ederek, kızı Ulviye Sultan'la görüştürmüştür. (18)

O buluşmayı, "Son Padişah Vahdettin" kitabının yazarı Yılmaz Çetiner, belgeler ışığında şu şekildeki anlatmıştır: "İsmail Hakkı Beyefendi'ye Harbiye Nezareti'nden resmi bir makale geldi... Veliaht Vahdettin Efendi, Çengelköy'de köşküne çağırıyordu. İsmail Hakkı'yı bir vehamet aldı! Acaba kızıyla buluştuğunu haber aldı da buna kızacak, danlacak mı endişesi arasında salonda beklerken Vahdettin Efendi girdi içeriye... Selamlaştıktan sonrasında oturdu asla konuşmadan. Bir sigara içti ve birden ayağa kalkıp çıktı odadan... Garip bir durumdu bu ve İsmail Hakkı'nın yüreği küt küt atıyordu! Az soma bir de baktı ki, Vahdettin, yanında kızı Ulviye Sultan'la birlikte yine içeriye giriyor. İşte kızım müstakbel kocan!" (19)

Vahdettin'in eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının başı açıktır. Vahdettin ailesine mensup hanım hanedan üyelerinin yurtdışında çekilmiş fotoğraflarına bakılacak olursa başların aleni olması bir yana, padişahın eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının son aşama modern, hatta dekolte batılı giysiler giyindikleri görülecektir. Örneğin, Vahdettin'in torunu Neslişah Sultan, Hümeyra Sultan, Hanzade Sultan ve Hibetullah Necla; kızları Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan ile ikinci eşi Müveddet Kadın efendi başları aleni, modem kıyafetler arasında adeta batılı bayanlardan ayrılamayacak şıklıkta Avrupa'da arzı endam etmişlerdir. (20)

Vahdettin hanımlara fazlaca düşkündür. İlk eşi Nazikeda Sultan'la evlenirken ona "üstüne başka bir hanımla nikahlanmayacağı" lafı vermiştir. Evet! Vahdettin 7 sene süresince sözünü tutmuş, başka bir hanımla evlenmemiştir, fakat bu müddette gizlice başka hanımlarla beraber olmuştur. "Vahdettin Efendi, tıpkı babası Sultan Abdülmecit ve Ağabeyi Sultan Abdülhamit şeklinde hanımlara düşkündü... Yemin etmiş olduğu için bir başka hanımı nikahına alamıyordu, fakat gizli saklı gizli saklı kısa süreli aşklar yaşıyordu..."(21)

Beste yapan, içki içen,şampanya kadehi kaldıran, konuk odasında çıplak hanım resmi bulunduran, sakal bırakmayan, evlenmeden ilkin kızım damat adayıyla bizzat görüştüren, gizlice başka hanımlarla beraber olan ve eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının başları aleni olan Padişah Vahdettin'e "halifedir" diye ancak "dinsel gerekçelerle" haiz çıkanla şapkalarını önlerine koyup düşünmelerini öneririm.

VAHDETTİN: "ŞAŞIRMIŞ BİR HALDEYİM"

Ağabeyi Sultan Reşat'ın ölümü üstüne 4 Temmuz 1918'de padişah olan Vahdettin, tahta çıktığında 58 yaşındadır. Vahdettin, padişah olmaya hevesli ve hazır değildir. Tahta çıktıktan derhal sonrasında Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'ye,"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layıkıyla öğrenim edemedim. Yaşım kemâle erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle (Abdülmecit Efendi) hangimizin önceden gideceğimiz (öleceğimiz) belli olmadığından bu makamı beklememekteydim. Fakat takdiri tanrısal ile bu ağır vazifeyi üstüme aldım. Şaşırmış bir haldeyim. Bana yakarış ediniz!" demiştir. (22)

Vahdettin'in "hayret arasında olması" ancak iyi öğrenim almamasından ve bu makama hazır olmamasından kaynaklanmamıştır; onun hayret arasında olmasının aslolan nedeni, Osmanlı Devleti'nin arasında bulunmuş olduğu durumdur. I. Dünya Savaşı sona ermiş, fazlaca ağır bir mağlubiyet alan Osmanlı Devleti, elindeki toprakların büyük bir kısmını yitirmiş ve devlet uçurumun kenarına gelmiştir. İşte o günlerde Vahdettin, başmabeyni Ah Fuat'a, [b][i]"Ben kararı iyi görmüyorum, ah şu işin içerisinden azca zararla çıkabilsek!" demiştir. (23)

Vahdettin, I. Dünya Savaşı'na girilmiş olmasından asla memnun değildir. 20 Kasım 1918'de, Daily Mail gazetesine verdiği demeçte, "Eğer ben I. Dünya Savaşı çıkmadan ilkin tahta çıkmış olsaydım, Osmanlı Devleti'nin tarafsızlığını kesinlikle korurdum." demiştir. Bu nedenle tahta menfaat çıkmaz bir an ilkin ateşkes antlaşması yapılmasını istemiştir. (24) Vahdettin'in I. Dünya Savaşı karşıtlığının temel nedeni, bu harpte Osmanlının karşısındaki en büyük düşmanın İngiltere olmasından kaynaklanmaktadır. Vahdettin, Almanya'ya karşı İngiltere'ye yakınlaşma taraflısıdır. İttihatçılarla ve Enver Paşa'yla ayrılığının temelinde de bu vardır. (ODATV/HÜRRİYETTEN ALINTILAR BULUNMAKTADIR)

Emperyalizmle, bilhassa de İngiliz emperyalizmiyle kuşatılmış bir devletin basma geçen Vahdettin'in tek düşüncesi, olası olduğunca İngilizlerle yakınlaşmaktır.

"Ben büyük ceddim Yavuz Sultan şeklinde sakal bırakmayacağım, bundan dolayı sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim" diyen Vahdettin, evet bir ihtimal sakalını hiç kimseye kaptırmamıştır, fakat, tüm vücudunu İngilizlere ve İngilizci sadrazam Damat Ferit'e kaptırmıştır."

Kaynakça:
l-(Mevlanzade Rıfat, Türkiye inkılabı'nın İçyüzü. İstanbul, 2000, s. 215)
2-(Vakit, Yeni Gün, Alemdar gazeteleri, 25 Mart 1919).
3-(Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1968, s. 159: Turgut Özakman, Vahdettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, 6.bs , Ankara, 2007,s. 75).
4- (özakman, age, s.75).
5-(Uğur Mumcu, Kürt-îslam Ayaklanması, 5.bs , İstanbuU993s. 11,16,59,184,186).
6-(N. Fazıl Kısakürek, Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu S. Vahdettin, İstanbul, 1975). 7-(Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C.IV, İstanbul, 1982, s.2096).
8-(Özakman, age, s.30).
9-(Yılmaz Cetiner, Son Padişah Vahdettin, 7.bs , İstanbul, 1993).
10-(İnal, age, s. 2101).
1 l-(İngiliz Arşiv Belgeleri, FO,371/3410/12379; Hardinge'den Balfour'a gizli yazı, Madrid, 9.7.1918; Salahı, R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savası, Ankara, 2007, s.x).
12-(Özakman, age, s.31).
13-(Enver Behnan Şapolyo, Osmanlı Sultanları Tarihi, İstanbul, 1961, s.460,461).
14-(Yakın Tarihimiz, C.3,388).
15-(FO, 371/9118/E.172: Colonial Office'ten Fpreigen Office yazı, Bilal N. Şimşir, "Vahdettin'in Kaçışı ve Sonu", Cumhuriyet gazetesi, 28 Kasım 1973; Özakman, age, s.31.dipnot 67). 16-(Rıza Tevfik Bölükbaşı, Biraz da Ben Konuşayım, İstanbul, 1993, s.32),
17-(Göztepe, age, s. 147: Özakman, age, s.31)
18-(İ. Hakkı Okday, Yarıya'dan Ankara'ya, 2.bs , İstanbul, 1994, s.206).
19-(1. Hakkı Okday, Yanya'dan Ankara'ya, 2,bs , istanbul, 1994, s.206).
20-(Fotolar için bkz. Cetiner, age, s. 381 vd).
21-(Çetiner, age, s.52).
22-(İnal, age, s.2095).
23-(Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin, Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1969, s. 15),
24-(Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı'nın Son Günleri, Hz. Ş. Kutlu, İstanbul, 1978, s.445,446).

Mevlanzade Rıfat'ın 1929'da "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını" ileri sürmesinden sonrasında "dinci sağ" derhal harekete geçerek "tasarı bir tarih" yazmaya başlamıştır.
Bu tasarı tarihe şu şekildeki birkaç misal vermek mümkündür: Necip Fazıl Kısakürek, "Milli şahlanış hareketinin fikirde yaratıcısı ve bu amaçla Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya
gönderen, direkt doğruya Vahdettin'dir..." demiştir.
Nihal Atsız, " (Vahdettin), Osmanlı padişahlarının en talihsizidir. Bu yüzden kendisine hain damgası vurulmuştur. Fakat hain değil, tüm Osmanlı padişahları şeklinde vatanperverdir..." demiştir.
Kadir Mısıroğlu, "Sultan Vahdettin, ufukta beliren vahim tehlikelere karşı Anadolu'da bir direniş hareketi düşünüp, bunu tepesindeki işgal kuvvetlerine karşın en dikkatli biçimde planladı. Bu cümleden olarak yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa'yı geniş yetki ve imkanlarla donatarak Anadolu'ya gönderdi..." demiştir.
Vahdettin'i aklamaya, hatta "Kurtuluş Savaşı kahramanı" oluşturmaya yönelik bu iddialar ne kadar doğruyu yansıtmaktadır? Bu soruya yanıt vermek için Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nın başından sonuna kadar iyi mi bir siyaset izlediğine bakmak gerekecektir.

"Önce ben" diyen bir padişah
I. Dünya Savaşı sonlarına doğru padişah olan Vahdettin, bu muharebeye bir an ilkin son verilmesini istemiştir. Padişah Vahdettin, Osmanlı Devleti'nin, I. Dünya Savaşı'ndan çekilmesini sağlayacak olan Mondros Ateşkes Antlaşması'nı kayınbiraderi Damat Ferit'in imzalamasını istemiştir. Ancak Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, "Bu erkek mecnundur! Bu kadar mühim vazife kendisine iyi mi verilebilir?" diyerek Damat Ferit'in görevlendirilmesine karşı çıkmıştır. Buna karşın Padişah, "Biz onu yönetim ederiz!" diyerek sonucunda ısrar etmiş ve Ahmet İzzet Paşa'nın Damat Ferit'le görüşmesini istemiştir. Bunun üstüne Ahmet İzzet Paşa, Damat Ferit'le Ayan Meclisi'nde bir müzakere yapmıştır:
"Mütareke mevzusunda neler yapılabileceğini, yüz yüze oturup konuştular... Damat Ferit anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla yüz yüze olduğunu daha iyi anlıyordu... Üstelik, kafasızdı bu erkek!.. Ne devletler arası politikadan, ne siyasetten haberi vardı!
Damat Ferit şunları söylüyordu sadrazama: 'İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kati ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa, hemen bir harp gemisi, kruvazör isteyip Londra'ya gideceğim... İngiltere kralına, ben senin baban olan kralın eski dostuyum!
Arzularımın kabulünü senden beklerim, diyerek sulh tekliflerimizi kabul ettireceğim!..' Yanıma hususi yazman olarak da Rum Patrikhanesi katibi Kara Yeodori'yi alacağım...' Sadrazam İzzet Paşa, bu laflar üstüne donmuş kalmıştı... Bu mevkiye gelmiş bu erkek iyi mi olurdu da, hala devletlerin ulu menfaatlerinde bu şekilde dostlukların sökmeyeceğini bilmezdi? Üstelik, İngiltere kralının babasıyla hiç bir dostluğu filan da yoktu!.. "
Ahmet İzzet Paşa ve birçok bakan, şayet bu vazife Damat Ferit'e verilirse çekilme edeceklerini belirtmişlerdir.
Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başkanlığına Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'i atamıştır. Padişah Vahdettin, bu atamayı birtakım şartlar ileri sürerek kabul etmiştir. İşte tam da bu aşamada Padişah Vahdettin'in tahtını, tacını ve politik geleceğini vatanından üstün tuttuğu anla-sumaktadır. 1918 Kasımı'nda

Padişah Vahdettin'in "ilkin kendini" düşündüğünün iki mühim kanıtı vardır:
1- Vahdettin, ülkesinin geleceğini ilgilendiren oldukca mühim bir antlaşmayı imzalayacak heyetin başkanlığına Damat Ferit şeklinde aklı bir karış havada, ne yaptığını bilmeyen, Ahmet İzzet Paşa'nın deyimiyle "mecnun" birini atamak istemiştir: Vahdettin, bu mühim göreve atadığı ferdin niteliklerine değil, kendisine bağlı bulunmasına ehemmiyet vermiştir. Basiretsiz ve niteliksiz bir maceracı olan Damat Ferit, Vahdettin'in ablası Mediha Sultan ile evlidir, dolayısıyla Vahdettin'le akrabadır. O günlerde tahtını kaybetmekten korkan Vahdettin, bu göreve akrabası Damat Ferit'i getirerek bir anlamda kendisini güvenceye almıştır. Fakat kendisini güvenceye alırken ülkesinin geleceğini hiçe saymıştır.
Mondros Ateşkes Antlaşması'yla Osmanlı Devleti, oldukca ağır biçimde yenildiği I. Dünya Savaşı'ndan çekilecektir. İngiltere, Fransa ve İtalya şeklinde emperyalist devlerle masa başlangıcında bir boğuşma yaşanacağı kesindir. Türkiye'nin geleceği bu antlaşmaya bağlıdır. İşte bu şekilde bir ortamda Padişah Vahdettin'in kafasındaki tek şey, "Diğer yenilen ülkelerde olduğu şeklinde acaba ben de tacımı ve tahtımı kaybeder miyim?" endişesidir. Bu kaygı nedeniyle, ancak kendini düşünerek, bu mühim göreve eniştesi Damat Ferit'i getirmek istemiştir.
2- Vahdettin, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'nın ve öteki bakanların "çekilme ederiz!" tehdidi üstüne Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başına Bahriye Nazırı Rauf Bey'in atanmasını mecburi kabul etmiştir.

Ancak iki şartı vardır: Bu şartlardan ilki, Vahdettin'in yeniden vatanından oldukca kendini düşündüğünü göstermektedir.
1- Hilafetin, saltanatın ve Osmanlı hanedanlığı hukukunun tamamının korunması,
2. Herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse bunun siyasal değil idari (yönetsel) olmasının istenmesi.
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya bakılırsa Vahdettin'in öne sürdüğü bu şartların antlaşma ile hiç bir ilgisi yoktur. Padişah, harp yenilgisinin yaratmış olduğu anarşi arasında Osmanlı hanedanlığının devam etmemesinden korkmuştur ki, bu da Padişah'ın kendi tahtını kurtarmaktan başka bir şeye ehemmiyet vermediğini göstermektedir.
Turgut Özakman, bu durumu, Vahdettin'in "sadece kendini ve tahtını düşündüğünün ilk somut ve belgeli davranışı" olarak değerlendirmiştir.
Padişah Vahdettin'in, Türkiye'nin geleceğini ilgilendiren oldukca mühim bir antlaşma imzalayacak heyetin başkanından ilk isteğinin, "Hilafetin, saltanatın ve hanedanın haklarını koruyacaksın!" olması, Vahdettin'in ilkin vatan değil, "ilkin ben!" söylediğini kanıtlamaktadır.
Soruyorum şimdi: Önce vatan değil, "ilkin ben!" diyen bir padişaha ne diyeceğiz?

Geleceği göremeyen padişah
I. Dünya Savaşı'nda yenilen ülkelerde diyet değişikliklerinin olması, kralların tahtlarını ve taçları kaybetmeleri Vahdettin'i kaygılandırmıştır. Bu nedenle Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayacak heyetin başkanı Rauf Bey'den, ilkin "hanedan hukukunu" müdafaasını istemiştir. Ancak oldukca geçmeden kaygılanmasına gerek olmadığı görülmüştür. Çünkü emperyalistlerin Doğu'da saltanat rejimini tercih ettikleri anlaşılmıştır. Bir yargı darla onun kullarını yönetim etmek, demokratik diyetle yönetilen serbest bir yurttaşlar topluluğunu yönetim etmekten oldukca daha kolaydır.
Bu nedenle başta İngiliz emperyalizmi olmak suretiyle Türkiye'yi işgal eden bütün emperyalistler, Atatürk'ün çevresinde gelişen halk hareketini boğmaya çalışarak, kendi kontrolleri altındaki padişahı ve monarşiyi desteklemişiler, onu güçlendirmeye çalışmışlardır.
Nitekim, İstanbul'un işgali üstüne İşgal Kuvvetleri Komutanlığı'nın yayınladığı bildiride, Kuvayı Milliyeciler, Padişahın emirlerine uymadıkları için suçlanmış ve hepimiz Padişah ve hükümetin vereceği emirleri dinlemeye çağrılmıştır.
Vahdettin, 4 Ekim 1918'de, ajanı Rüştü Bey'i İsviçre'nin başkenti Bern'de bulunan İngiliz elçisi Sir Horace Rumbold'la görüşmeye göndertmiş ve kafasındaki sulh koşullarını İngilizlere evvelde sunmuştur. Vahdettin'in sulh koşullarına bakılacak olursa, yaşanmış olan gelişimleri doğru okuyamadığı anlaşılmaktadır; Çünkü, Vahdettin, Osmanlının dağılıp parçalandığını ve Anadolu'nun tehdit edildiğini göremeyerek, hala Hicaz'da, Filistin'de ve Mezopotamya'da hak iddia etmeye kalkmıştır. Rauf Bey ve delegeler kurulu, 30
Ekim1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayıp yurda döndüğünde Padişah Vahdettin, Rauf Bey'in başkanlığındaki delegeler kurulunu kabul etmemiştir. Vahdettinci yazarlar bu durumu, Vahdettin'in Mondros Ateşkes Antlaşması'nı beğenmediğine delil olarak göstermişlerdir. Ancak bu değerlendirme doğru değildir. Vahdettin'in delegeler kurulunu kabul etmemesinin nedeni, Padişahın, Rauf Bey'in başkanlığındaki bu kurulun Mondros'a gitmesini mecburi kabul etmiş olmasındandır.
Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı şu şekildeki yorumlamıştır: "Bu koşulları, ağır olmalarına rağmen kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere'nin Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkar siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü sonrasında elde ederiz... "
Aslında bu laflar de Vahdettin'in ufuksuzluğunu olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir: Çünkü Vahdettin, İngiltere'nin Doğu'daki emperyalist politikalarını, onların Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkar siyaseti olarak görmüş ve dahası, İngiliz emperyalizminin hoşgörüsünün elde edilebileceği yanılgısına düşmüştür. Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikası, bizzat kendi ağzından açıklamış olduğu şeklinde, İngilizlerin hoşgörüsünü elde etmektir. Bunun haricinde söylenen her şey palavradır!

İngilizlere yaranma politikası
Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasından derhal sonrasında İngilizlere yaranma politikasını uygulamaya koymuştur. Bu amaçla ilkin Ahmet İzzet Paşa Hükümeti çekilme ettirilmiş, yerine İngilizci Tevfik Paşa Hükümeti kurdurulmuştur.

Bu hükümet değişikliğinde Padişah'ın parmağı bulunduğunu bizzat Ahmet Rıza Bey anlatım etmiştir. Tevfik Paşa'nın, İngilizci ve Vahdettin'in dünürü olması, padişahın onu tercih etmesinde etken olmuştur. Sina Aksin, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti'nin çekilme ettirilip yerine Tevfik Paşa Hükümeti'nin kurdurulmasını, "Vahdettin'in, Osmanlı Devleti'nin kaderini belirleyecek olan İtilaf devletlerine bakılırsa bir kabine istemesine" bağlamıştır. Tevfik Paşa Hükümeti'nde İngiliz dostları haricinde birtakım Fransız arkadaşlarının da bulunması Akşin'i doğrulamaktadır.

Padişah Vahdettin, genel anlamda İtilaf devletlerini, özelde İngilizleri memnun etmek için iki mühim adım atmıştır:
1- Meclis-i Mebusan'ı dağıtmıştır,
2- Damat Ferit Paşa'yı sadrazam yapmıştır.
Anadolu'nun yer yer işgal edilmesi üstüne sesini yükselten Meclis-i Mebusan, İngilizleri rahatsız etmeye başlamıştır. Meclisi test etmektense, padişahı test etmenin daha rahat olacağını düşünen İngilizler, Padişah Vahdettin'e baskı yaparak meclisin kapatılmasını sağlamışlardır.
Vahdettin, 21 Aralık 1918'de anayasanın 7. maddesine dayanarak yayımladığı bir iradeyle meclisi dağıtmıştır. Vahdettin, Meclisi dağıtarak aklınca İngilizlerden yaşam güvencesi aldığını düşünmüştür. Bu mevzuda başkatibi Ali Fuat'a, "Ecnebiler; 'Siz yaşam hakkınızı korumak için çalışmalısınız. Eğer ihtiyaç duyulan emek vermeyi yapmazsanız, yaşam hakkınızı da tehlikeye atmış olursunuz.' diyorlar" demiştir.
Kendi yaşamını düşünerek milli iradeye son veren Vahdettin'e ne diyeceğiz? "Büyük vatan dostu sultan Vahdettin mi" diyeceğiz?
Vahdettin, Tevfik Paşa'nın yeterince İngilizci olmadığını düşünerek oldukca koyu bir İngilizci olan eniştesi Damat Ferit'i göreve getirmiştir. Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'na yönelik politikasını biçimlendiren Damat Ferit Paşa hükümetleri olacaktır.

Damat Ferit ve Vahdettin'in ortak paydası: Akrabalık ve İngilizcilik.

Vahdettin'in kız kardeşi Mediha Sultan'la evli olan Damat Ferit, padişahın akrabasıdır ve tahtını, tacını, hatta yaşamını yitirme korkusu taşıyan Vahdettin'in temel politikası akrabalarını iktidara getirmektir.
Padişah Vahdettin, Milli Hareketi başından itibaren boğmaya çalışan, hain Damat Ferit'i tam 5 defa sadrazamlığa getirmiştir. Padişah Vahdettin'in ısrarla Damat Ferit'i sadrazam yapmasının nedeni, Ferit'in "İngilizci" ve "akrabası" olmasındandır. Vahdettin, bir yandan Damat Ferit'in İngilizciliği yardımıyla İngiltere'ye yaklaşmaya çalışırken, öteki yandan akrabalığı yardımıyla onu çekip çevirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Damat Ferit hükümetlerinin, Atatürk'ün önderliğindeki Milli Hareketi yok etmek için attığı "ihanet adımlarını", Padişah Vahdettin'den habersiz atılmış adımlar olarak görmek olanaksızdır.
Nitekim, Damat Ferit hükümetlerinin Atatürk'e ve Milli harekete yönelik bir oldukca kararının altında direkt Padişah Vahdettin'in imzası vardır. Örneğin, Milli hareketi "eşkıya" hareketi
olarak bulan bildirinin yayınlanması, Atatürk'ün görevden alınması, Divanı-harp'ta idama mahkum edilmesi, aşama ve nişanlarının geri alınması, Hilafet ordusunun kurulması şeklinde kararların altında direkt padişahın imzası vardır.
Damat Ferit, Padişah Vahdettin'in sözcüsü gibidir. Örneğin, 9 Mart 1919'da İngiliz Yüksek Komiseri Yardımcısı Richard Webb'i ziyaret ederek, Efendisi Padişahla kendisinin ümitlerinin Tanrı'ya ve İngiliz yönetimine dayandığını" bildirmiştir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı esnasında direkt Padişah Vahdettin'e gönderilmiş olduğu telgraflarla, Damat Ferit Hükümeti'ni iktidardan uzaklaştırmasını istemiştir.
Damat Ferit'in ikinci defa sadrazamlığa getirilmesine karşı çıkan Meclisi Mebusan Başkanı Hüseyin Kazım Bey'-in, bunun memleket ve saltanat için yıkım olacağını söylemesi üstüne Vahdettin sinirlenerek, "Ben istersem Rum Patriği'ni de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı'nı da getiririm" demiştir. Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.
Vahdettin şayet harbiden Anadolu'daki Milli hareketten yana olsaydı, tam 5 defa "vatan haini" Damat Ferit'i sadrazamlığa getirir miydi?
Kurtuluş Savaşı esnasında Damat Ferit'ten bir türlü vazgeçmeyen Padişah Vahdettin, sonrasında Avrupa'dayken Refi Cevat'a, "Damat Ferit bir yalancıydı!" demiştir.
"Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri" isminde kitabın yazarı Gotthard Jaeschke, VI. Sultan Mehmet Vahdettin'in İngiliz dostluğunu kazanmak için "İngilizlere yalvarıp yakardığını" belirtmiştir. Sina Aksin de, "İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele" isminde kitabında Vahdettin'in İngilizlerle ilişkilerini anlatırken, "Yalvaran Bir Padişah" başlığını kullanmıştır.
Belgeler, G. Jaeschke'nin ve S. Akşin'in bu değerlendirmelerini doğrulamaktadır.
Akşin, Vahdettin'in aşın İngilizciliğini, "Saray, kurtuluşu İngiliz İmparatorluğu ile bütünleşmekte görüyordu; şundan dolayı halife sıfatı sadece bir Müslüman imparatorluk toplumu arasında anlam ve kıymet taşıyabilir, dolayısıyla hürmet görebilirdi" diye açıklamıştır. [2]

Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti ile İlişkileri
Padişah Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için ilk önce iki aracıdan yararlanmıştır. Bunlardan biri, beş kere sadrazamlığa getirmiş olduğu İngilizci Damat Ferit, öteki de İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu İngilizci Sait Molla'dır. [3]
Vahdettin'in sıkı ilişki arasında olduğu Sait Molla, İngiliz casusu Rahip Frew'le beraber Milli hareketi yok etmek için türlü entrikalar çevirmiştir.[4] Rahip Frew, İngiliz Haber Alma Servisi'nin mühim bir üyesidir.[5] Frew, ek olarak, İngiltere'deki "British Red Crescnef'ın (Britanya Kızılay Derneği'nin) İstanbul'daki temsilcisidir. [6] Bu demek, Türkiye'deki İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle sıkı ilişki içindedir.
Rahip Frew, Anadolu'daki Milli hareketi bitirmek için Sait Molla vasıtasıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti'ne para yardımı dahil her türlü yardımı yapmıştır. [7]
Kurtuluş Savaşı esnasında Anadolu'da çıkarılan 21 ayaklanmanın peşinde Rahip Frew, Sait Molla ortaklaşa iş ve İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin emekleri olduğu anlaşılmıştır.[8]
Sait Mola ve Rahip Frew arasındaki yazışmalar ele geçirilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk Nutuk'ta Sait Molla'nın Rahip Frew'e gönderilmiş olduğu 12 mektubu yayınlamıştır. Bu 12 mektup incelendiğinde "molla" ve "papazın" işgalci İngilizlere iyi mi uşaklık ettikleri oldukça aleni bir biçimde görülmektedir.
Bu 12 mektup incelendiğinde şu şekildeki bir tablo ortaya çıkmaktadır:
1- Anadolu halkım Mustafa Kemal Atatürk'e karşı ayaklandırmak için paralı ajanlar kiralanmış ve bu ajanların propagandaları sonucunda Anadolu'da oldukça sayıda başkaldırı çıkmıştır.
2- Sadrazam Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler ile İçişleri Bakanı Ali Kemal, Polis Müdürü Nurettin Bey ve Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipleri Cemiyeti'yle ilişkileri vardır.
3- Kürt Teali Cemiyeti ile yakın ilişkiler içindedir.
4- Mebuslar Meclisi için yapılacak seçimleri önlemeye yönelik gizli saklı girişimlerde bulunmuştur. [9]
Padişah Vahdettin, bilhassa Hazine-i Hassa Müdürü Refik Bey, vasıtasıyla buluşma alan yabancı gizli saklı servis elemanlarıyla, bilhassa de İngiliz Muhipler Cemiyeti temsilcileriyle sıkça görüşmüştür. Meclis Başkanı Halil Menteşe'nin anıları bu doğruyu doğrulamaktadır: "O günlerde Vahdettin, rahatsızlığı sebebiyle Hareme çekilmiş, istek etmediği ziyaretçileri kabul etmiyordu; ama harem kapısından geceleri Papaz Frewleri hoca Sabrileri, Ali Kemalleri kabul ediyordu." [10]
Yusuf Hikmet Bayur, Vahdettin'i, Rahip Frew benzer biçimde İngiliz ajanlarının kışkırttığım ileri sürmüştür: "Papaz Frew benzer biçimde İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin habis ruhu niteliğinde olan İngiliz casuslarıyla gizlice ve sık sık görüşen Vahdettin'in... onlarca kışkırtıldığı da güvenle düşünülebilir." [11]
Neşit Hakkı Uluğ, Padişah Vahdettin'in, İngiliz casusu Rahip Frew'le iyi mi ilişki kurduğunu şu şekildeki anlatmıştır:
"Saray ile İngiltere içinde bir komünikasyon aracı olacak... bu alçaklığı yapacak, üstlenecekler vardı. Bunlar, bir 'Sultanzade' ile Rahip Frew denilen kimseler olsa gerekir. Çünkü, Sultanzade Sami, Vahdettin'in kız kardeşinin oğlu olup, kendisi gençliğinde bir İngiliz mürebbiyesinin eline verilmiş, yada bir İngiliz öğretmen tarafınca yetiştirilmiş, olmasından ötürü devamlı işin içerisine İngilizleri karıştırırdı. Rahip Frew denilen şahsı saraya dolandırmak da bu Sultanzade'nin ilgisi vardır. Bazı kişilerin telkinleri, Sultanzade ile Rahip Frew'in teşvikleri Vahdettin'e pusulayı şaşırtmıştır..." [12]
Fethi Tevetoğlu, "Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar" isminde kitabında, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin direkt Sultan Vahdettin bulunduğunu belirtmiştir:
"Türkiye İngiliz Muhipler Cemiyeti, başta Padişah VI. Mehmet Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Adil, Mehmet Ali ve Saadettin Beylerle, Ayan'dan Hoca Vasfi efendi olmak üzere, İngilizlerin idareye biran ilkin el koymasını isteyen ve İngiliz himayesi projesini hazırlayan, ulusal güç ve güvenden yoksun, umudunu kaybetmiş gafiller, korkaklarla, bir ekip satılmışlar tarafınca, İngilizlere muhabbet ve taraftarlık, kendilerine menfaat sağlamak için, Milli Mücadele'ye karşı kurulmuş bir ihanet şebekesidir." [13]
Gotthard Jaeschke, "İngiliz belgelerine" dayanarak, Padişah Vahdettin'in, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla ile oldukça sıkı bir ilişki arasında bulunduğunu, "Sultanın İngiliz dostluğuna kur yapmak için kullandığı baş kişi Sait Molla idi." diyerek anlatım etmiştir. [14]
Ruslar bile Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişkide bulunduğunu anlamışlardır. Bolşeviklerin Ankara Büyükelçisi Aralov, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin Padişah Vahdettin bulunduğunu belirtmiştir:
"İngiliz Muhipler Cemiyeti, İstanbul'da, İngiliz intelligence Service teşkilatının temsilcisi Rahip Frew'in para yardımıyla Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa tarafınca kurulan gerici bir teşkilattır. Bu derneğin başlangıcında o zamanlar çıkmakta olan gerici (Yeni İstanbul) gazetesinin sahibi Sait Molla bulunmaktaydı." [15]
Mustafa Kemal Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı esnasında kendisine ulaşan haberlerden Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin iki ajanı, Rahip Frew ve Sait Molla ile sıkı ilişki arasında bulunduğunu anlamıştır. Mazhar Müfit Kansu anılarına gore Mustafa Kemal Atatürk, bir gece İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle Padişah Vahdettin arasındaki ilişkiyi şu şekildeki açıklamıştır:
"Bir gece Mustafa Kemal Paşa'nın döşek odasında birkaç arkadaşla görüşmekte ve durumu Paşa bizlere anlatmakta iken, aniden Paşa ayağa kalktı: 'Siz Rahip Frew'e sadece devlet mi para veriyor da bu teşkilatı yapıyor zannediyorsunuz? Ben Padişah'ın da buna yardımda olduğunu zannediyorum. Siz ne fikirdesiniz?'dedi. Biz de 'ihtimaldir' dedik ve sonrasında Paşa, 'Dahası var, bu Rahip Frew, benim aldığım hususi bilgiye gore hükümetin de en sevgilisi. Görüyorsunuz ya, bir papaz hayatımızla, istiklalimizle iyi mi oynuyor. O papaz, memleketinin Türkiye üstünde nüfuz ve hakimiyetine çalışıyor.
Ulemadan Sait Molla da Türkiye'nin hakimiyetini kaybederek İngiliz hakimiyeti dibine girmesi için çalışıyor' diye oldukça öfkelendi. Hüsrev Sami de bu sıra, 'Ya Padişah?' dedi.
Mustafa Kemal Paşa, 'Evet o da Sait Mollayı evvel (Sait Molla'nın öncüsü). Fakat arkadaşlar, bu ulus hiç bir vakit, bir hain Padişahın, bir Rahip Frew'in, bir Sait Molla'nın esiri, eğlencesi olamaz. Cihanı başlarına toplasınlar da gelsinler, iş kalabalıkta değil, hak ve hakikattedir. Hak ve hakikat ve ulus rehberimizdir. Mutlaka hepimiz muvaffak olacağız. Şimdiye kadar olduğu benzer biçimde tüm engelleri aşacağız. Vakit yaklaştı. Pek yalanda tam bağımsızlık ve hakimiyetimize kavuşacağız' diyerek, bizim de yine tinsel kuvvetimizi arttırdı." [16]
Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için, Türkiye'yi İngiliz emperyalizmi yararına bölüp parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişki oluşturmak istemiştir. Padişah bu amaçla Rahip Frew ve Sait Molla benzer biçimde İngiliz casuslarıyla "sıkı fıkı" olmuştur. Bu zararı dokunan cemiyetin arasında bizzat padişahı temsil eden Sadrazam Damat Ferit, İçişleri Bakam Ali Kemal ve Adil Bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zeynel Abidin ve Hoca Vasfi benzer biçimde kişiler yer almıştır.
Özetle, Necip Fazıl'm, "Büyük vatan dostu" söylediği Padişah Vahdettin, vatanı parçalamaya çalışan İngiliz Mu-hipler Cemiyeti'nin etkin bir üyesi gibidir.

Vahdettin: İngiliz Milletine güçlü sevgi ve hayranlık duygularım vardır.
Vahdettin, kelimenin tam anlamıyla bir "İngilizsever"dir. Bu doğruyu birçok kez bizzat kendisi anlatım etmiştir. Jaeschke'nin söylediğine gore, "Padişahın İngiltere'ye karşı sevgi tezahürlerinin uzun serisi, The Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile 24 Kasım 1918'de yapmış olduğu mülakat ile başlar." [17] Vahdettin bu mülakatta İngiliz gazeteciye şunları söylemiştir:
"Eğer ben tahtta olsaydım, bu esef verici vaka olmazdı, İngiltere'de öteden beri Türklere karşı mevcut dostluk duygulan cenk başladığı vakit derhal yok olmuş değildi. Fakat Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişim yaratmıştır. Bu kötülükler... kalbimi yaralamıştır... Adalet oldukça geçmeden yerini bulacaktır, İngiliz milletine, güçlü sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı'nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit'ten miras aldım. Şimdi...bu sebepten, memleketim ile Büyük Britanya içinde öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım..." [18]
Görüldüğü benzer biçimde Padişah Vahdettin İngiltere'ye "şirin" görünmek için söz içinde "Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişim yaratmıştır. Bu kötülükler... kalbimi yaralamıştır... Adalet oldukça geçmeden yerini bulacaktır" diyerek Ermeni soykırım iddialarım da kabul etmiştir.

Vahdettin'in devamlı İngilizlerden yardım dilenmesi.
Padişah Vahdettin, güvenilmiş olduğu adamlarını İngiliz yetkililere göndererek bıkıp usanmadan "İngiliz yardımı" dilenmiştir.
Bu amaçla meydana getirilen ilk girişim, 1918 Kasımının sonlarında olmuştur. Sadrazam, İngiltere'yi ve Osmanlı'yı oldukça yalandan ilgilendiren bir problemi görüşmek üzere, Padişahın isteği doğrultusunda, Londra'ya gizli saklı bir temsilci göndermek istediğini bir haberciyle İngiltere Yüksek Komiseri'ne bildirmiştir. Padişah ve sadrazam İngiliz Hükümeti'yle "siyasal ve ekonomik konulan" görüşmek istemiştir. [19]
General Milne, 16 Aralık 1918'de İngiltere'ye gönderilmiş olduğu raporda, "Padişahın Sami Bey'i Ordu Genel Karargahı'na gönderdiğini, Türkiye'nin idaresini olası olmasıyla birlikte acele ele alması için Britanya Hükümeti'nden istirhamda olduğunu, bansın beklenilmesi halinde geç kaimmiş olacağım söylediğini, Britanya memurlarının test maksadıyla memleket içerisine gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarım rica ettiğim" bildirmiştir. [20]
Görüldüğü benzer biçimde Padişah, Sami Bey'i, İngiltere'nin, Türkiye yönetimine el koyması için yalvarmakla görevlendirmişti. [21]
Padişah Vahdettin, İngilizlere üçüncü defa yalvarmak için, uzun senelerdir bizim ülkemizde oturan bir "İngiliz centilmeninden" istifade etmek istemiştir. Söz mevzusu İngiliz, Padişah Vahdettin'in anlattıklarını Calthorpe'a iletmiştir. Vahdettin Calrhorpe'a gönderilmiş olduğu mesajda, her vakit İngilizci bulunduğunu, bunu zor koşulların baskısı allında söylemediğini, bunun reel bulunduğunu bundan dolayı 1908'den beri hep İttihat ve Terakki casuslarıyla çevrildiğini ve bu nedenle de oldukça çektiğini belirtmiştir. Vahdettin ek olarak, şimdi tüm ümidinin İngilizlerde bulunduğunu, 11 0cak'tan ilkin kabineyi değişiklik yapmak istediğim, Türkiye'nin o sıradaki acılarından görevli bilmiş olduğu İttihat ve Terakki'ye karşı elinden gelen her şeyi yapacağım ve İngilizlerin, kırımları yapanlar (Ermenilere yapılanlardan laf ediyor) kadar İngiliz esirlerine fena davrananları da cezalandırmasını ve dahası İngilizlerin istedikleri her bir bireyin tutuklanıp cezalandırılmasını sağlamaya hazır bulunduğunu bildirmiştir.
Ancak bir de korkusu vardır: Çok sert davranırsa kendisine karşı bir ayaklanma, ihtilal çıkabileceğini bundan dolayı tahtan indirilip öldürülebileceğini düşünmüştür. Muhaliflere karşı şiddetle harekete geçtiğinde İtilaf devletlerine, bilhassa de İngiltere'ye güvenip güvenemeyeceğini öğrenmek istemiş, ek olarak direkt İngiliz Yüksek Komiserliği'yle ilişki oluşturmak istemiştir. Oradan gelecek herhangi bir işarete gore hareket etmeye hazır bulunduğunu bildirmiştir. Vahdettin hemen sonra da lafı Hilafet mevzusuna getirmiştir. Sina Akşin'in söylediği benzer biçimde, "Onun iki silahı, İngiltere'nin yardımı ve Hilafettir". İngiltere'nin, kendisini Halife olarak desteklemeyeceğini öğrenmek istemiştir. [22]
Nitekim, 10 Ocak 1919'da İstanbul'daki İngiliz temsilciliğinden, Balfour'a gönderilen hususi mektupta, Padişahın iyi bir İngiliz dostu olduğu ve İngiliz Yüksek Komiserliği ile ilişki oluşturmak için herhangi bir yol olup olmadığım merak etmiş olduğu ve İngiltere'nin kendisine halifelik makamında yardımcı olup olmayacağını sordurulmuş olduğu belirtilmiştir. [23]
İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Arthur Calthorpe, 22 Ocak 1919' da İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na gönderilmiş olduğu gizli saklı bir telgrafta, Vahdettin'in, Sadrazam Damat Ferit'i Tom Hohler'e göndererek Ermenilere fena davranan cenk esirlerini cezalandırmak arzusunda bulunduğunu ve yeterince enerjik davranmayan kabine üyelerinin yerine daha etken üyelerden oluşacak bir kabine oluşturmayı düşündüğünü bildirdiğini belirtmiştir. Padişah, kendisine karşı vaka çıkmasından kaygılandığım ve bir vaka çıkarsa İngiltere'nin tutumunun ne olacağım sormuştur. Calthrope, Hohler'in, Padişaha herhangi bir yardım lafı vermediğini belirterek, kendi görüşünü, "Padişaha planını gerçekleştirmede destek olacağımıza garanti vermeliyiz" biçiminde açıklamıştır. [24]
Vahdettin, her fırsatta İngilizlerden yardım dilenmektedir. Ne yapacağını şaşırmış bir halde, İngilizlerin hoşuna gidecek bir şeyler yaparak, onlardan garanti almaya çalışmaktadır. Bu sefer de Ermenilere ve İngiliz esirlere fena davrananları cezalandırarak İngilizlerin kendisini korumalarım istemiştir.
Sina Aksin, Padişah Vahdettin'in İngilizlerden bu isteklerini şu şekildeki yorumlamıştır:
"İngilizciliği şaşılacak bir şey olmamakla beraber, bu aşama de İngilizlerin emrine hazır bulunduğunu bildirmesi şaşırtıcı olabilir. İngilizlere, istediği her bir kişiyi tutuklatıp cezalandırma taahhüdü, Yüksek Komiserliğin herhangi bir 'işaretine' baktığım söylemesi, bir Osmanlı Padişahı için 'pek yüz karası' bir 'ajanlık' önerisidir ve hem de savaş divanlarının iyi mi buyruğuna baktığını gösterir." [25]
İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb, 19 Ocak 1919'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılarından Sir Ronald Graham'a gönderilmiş olduğu hususi mektupta Türkiye'nin arasında bulunmuş olduğu durumu şu şekildeki anlatmıştır:
"Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valilerim atıyor yada görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara aldırmadan özgür bırakıyoruz... Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz... Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor... Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üstünde ek bir kontrol aracına sahibiz... Bildiğiniz benzer biçimde Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor..." [26]
Görüldüğü benzer biçimde Padişah Vahdettin, İngilizlerin elinde kıymetli bir oyuncak haline gelmiştir. Ülkenin yönetimini tamamen İngilizler ele geçirmiştir. Richard Webb'in mektubundaki son cümle her şeyi aleni seçik ortaya koyacak niteliktedir: "Bildiğiniz benzer biçimde Padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor..."
21 Mart'ta İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, İngiltere Dışişleri Bakanı Yardımcısı Lorda Curzon'a gönderilmiş olduğu hususi ve gizli saklı telgrafta, Padişahın sadrazam vasıtasıyla gönderilmiş olduğu çağrıda İngiliz yetkililerinden Tom Hohler'i hususi bir görüşmeye çayır ettiği, sadece İngiltere'nin müttefiklerinin bu davetten rahatsız olacaklarım düşünerek Hohler'e, Curzon'dan direktif almadan Padişahın bu çağrısına müspet cevap vermemesini söylemiştir. [27]
Çanakkale Olayı isminde kitabın yazan David Walder bu durumu, "Yenik Türkler o aşama işbirlikçi idiler ki, şu sebeple işgal güçleri güç durumda kalıyordu" diyerek açıklamıştır.
Padişah Vahdettin'in "basiretsizlik" ve "çaresizlik" arasında İngilizlere yalvarıp yakarması, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiserliği'nden Tom Hohlar'in dikkatini çekmiştir. Hohler, 5 Aralık'ta, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu Masası Şefi George Kidston'a yazdığı bir mektupta bu durumdan yararlanılmasını istemiştir:
"Burasının (İstanbul'un) Türkler tarafınca yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmazsa oldukça yazık olacaktır. Bu kenti, sözünü edebileceğimiz herhangi bir idare altında görmeye hazırım; yeter ki bu Türk yönetimi olmasın; şundan dolayı bir domuz ahırını bile yönetecek kabiliyette değillerdir. Türkler büsbütün yenilmiş olduklarım iyi biliyorlar... Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır; kendileri ise sefalet içindedir... İstanbul, işgal günleri yaşıyor. Buradaki idare, her İngilizi tiksindirecek kadar aşağıdır." [28]
İşte Vahdettin, oldukça aşağılık bir biçimde, "Türklerin bir domuz ahırını bile yönetecek kabiliyette olmadıklarını" düşünen bu İngilizlerin "hoşgörüsünü" kazanacağını düşünmüştür.
Ne yaman düşünce!
Vahdettinci yazarlar ve onların takip edeni liberal tarihçiler, “Canım hiçbir padişah kendi ülkesini satmak talep eder mi?”diye mantıksal bir çıkarım yaparak “Padişah Vahdettin’in Türkiye’yi İngilizlere bırakmak istediği” tezine karşı çıkmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, mantıksal açıdan yaklaşıldığında evet, bir padişahın kendi ülkesini, üstelik can düşmanı olan İngiliz emperyalizmine, kendi elleriyle teslim etmesi “fazlaca mantıksız” bir alışkanlık olarak görülebilir. Ancak laf mevzusu Vahdettin olunca işler değişmektedir.
Çünkü Vahdettin’in kafasında “İngilizlere iltica etmek dışında” başka hiç bir reha seçeneği yoktur. Bu nedenle, Padişah Vahdettin, “İngilizcilik” mevzusunda sınır tanımamıştır. Vahdettin, İngilizlerin güvencesini almak, tacını ve tahtını korumak için İngilizlere akıl almaz bir öneri yapmıştır. İngilizleri bile şaşırtan bu teklifle Sultan Vahdettin, Türkiye’nin tüm yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmak istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin’le beraber hazırladığı bir projeyi, 30 Mart 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri’ne sunmuştur. Akıllara durgunluk verecek bir biçimde Osmanlı Padişahı ve Sadrazamı Türkiye’yi kendi elleriyle İngiltere’ye teslim etmişlerdir.

İşte, “Büyük vatan dostu Vahdettin’in(!)” Sadrazamı Damat Ferit vasıtasıyla İngiltere’ye sunmuş olduğu öneri: “İngiltere, Avrupa ve Asya’da, gerek direkt doğruya Sultanın hâkimiyeti altında bulunan, Türkçe konuflan ve gerekse özerklikten faydalanan vilayetlerde, Türkiye’nin ecnebilere karşı bağımsızlığını ve memleket arasında sessizliği temin etmek için lüzumlu görmüş olduğu bölgeleri 15 sene süreyle işgal edecektir... İngiltere, dostluk hisleriyle duygulanarak Osmanlı bakanlıklarında lüzumlu görmüş olduğu bölgelere İngiliz müsteşarlarının Sultan tarafınca tayinlerine izin verecektir. Bundan başka İngiltere Hükümeti, her vilayete birer İngiliz Başkonsolosu belirleme edecek ve bu konsoloslar 15 sene süreyle vali yanında müşavirlik rolü yapacaklar. Vilayet, Belediye Meclisleri seçimleri ve parlamento üyelerinin tarzı İngiliz konsoloslarının kontrolü altında yapılacaktır. İngiltere hem başkent İstanbul’da, hem vilayetlerde maliyeyi fazlaca sıkı test etme hakkına haiz olacaktır. Anayasa, Doğu halkının siyasal anlayışına ve kabiliyetlerine müsait olarak sadeleştirilecektir.” [1] Ey Vahdettin’i “Kurtuluş Savaşı kahramanı” meydana getiren utanmazlar!... Vahdettin’in, 30 Mart 1919 tarihinde Sadrazam Damat Ferit vasıtasıyla İngilizlere sunmuş olduğu bu onursuzca teklifi iyi mi açıklayacaksınız? diye sormak istiyorum...
1. İngiltere, lüzumlu görmüş olduğu bölgeleri 15 yıllığına işgal edebilecek.
2. Sultan, Osmanlı bakanlıklarında lüzumlu görülen İngiliz müsteşarlarının tayinine izin verecek.
3. Her ile birer İngiliz konsolosu belirleme edilecek.
4. Bu konsoloslar 15 sene süreyle valinin yanında müşavirlik yapacak.
5. Türkiye’deki seçimleri İngilizler test edecek.
6. İngiltere, Türk maliyesini fazlaca sıkı test etme hakkına haiz olacak.
7. Doğu halkının anlayışına gore anayasa sadeleştirilecek.

Bu 30 Mart antak kalma tasarısına İngilizler, müspet yahut negatif hiç bir yanıt vermemişlerdir. [2] Vahdettin’in, İngilizlere yapmış olduğu bu öneri, Türkiye’nin “kayıtsız, koşulsuz” İngiliz sömürgesi olmasını istemesinden başka nedir? Üstelik Vahdettin, İngilizlerin zoruyla, baskısıyla değil, kendi aklıyla ve iradesiyle hareket ederek, bilerek, isteyerek ülkesini 15 yıllığına İngilizlere vermek istemiştir. Vahdettin, Türkiye’yi kayıtsız şartsız İngilizlere teslim etmeyi öneri etti¤inde, Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına ancak 50 gün vardır. “Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Samsun’a gönderdi” diyen Vahdettinciler, soruyorum size “bu 50 gün arasında ne oldu da Vahdettin doksan derece ‘dönerek’ tam bağımsızlığı düşünür oldu?”

Vahdetinin İngilizlerle imzaladığı gizli saklı antlaşma
Vahdettin İngiltere’ye yalvarıp yakarmaya devam etmiştir. Damat Ferit, 8 Eylül 1919’da “Türkiye’yi test etmelerini istedikleri İngilizlere” Padişahın daha cazip bir teklifini sunmuştur. İngilizler bu teklifi kabul etmişler ve Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919’da bir “gizli saklı antlaşma” imzalamıştır. Mustafa Kemal Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” ile alakalı Nutuk’ta şu detayları vermiştir:
“12 Eylül 1919’da Sadrazam Damat Ferit ile İngiliz temsilcisi içinde imzalandığı ve azca sonrasında padişahça onaylandığı ileri sürülen bir gizli saklı antlaşma, Fransızlarca ele geçirilip yayınlanmıştır. Bu belgenin harbiden var olup olmadığı üstünde fazlaca tartışılmıştır, sadece o sırada duruma ve hem İngilizlerin, bununla birlikte padişahın dilek ve düşüncelerine fazlaca müsait olduğu ve bunların kâğıt üstüne dökülmesinden ibaret bulunmuş olduğu için reel durumun bir ifadesi sayılabilir. (…)
Türlü yerlerde yayınlanmış olan ‘antlaşmanın’ metni aşağıda görülecektir. Bu evvela 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune isimli Amerikan gazetesinde çıkmıştır. Daha sonrasında Ankara Antlaşması ismini taşıyan ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Türk Fransız antlaşmasının imzalayıcısı, Fransa Mebusan Meclisi’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Franklin Bouillon, bu belgeyi kendisinin sağlamış bulunduğunu, sadece bir Amerikan gazetesinde yayımlanmasının daha etken olacağını düşündüğünden onu anılan gazeteye verdiğini bize söylemiştir ve olayın kati olarak doğruluğu üstünde direnmiştir.
12 Eylül 1919 günlü olan metin şöyledir:
1. İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını güvence eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına mani olmayacaktır.
4. Bunlara mukabil Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ilişkin tinsel kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşamış olduğu öteki yerlerde başat kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yine kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları yansız hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üstündeki tüm haklarından vazgeçerek, hususi ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonrasında padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ek olarak bir kontrat imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli saklı tutulacaktır.
İşbu kontrat iki nüsha olarak düzenlenip imzalayanlarca kabul edilmiştir.” [3]
Mustafa Kemal Atatürk, bu anlaşmanın özellikle “dördüncü maddesi” üstünde durmuş ve bu belgenin akıbeti ile alakalı şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Görüldüğü benzer biçimde Halife-İngiltere anlaşması, İngiliz-Fransız çekişmelerinin en çetin olduğu bir sırada imzalanmış olup, İngiltere’ye Suriye’den elini büsbütün çekmemek imkânını verecek özde idi. Ancak şu yönü de söylemek icap eder ki, bu güne kadar bu belgenin harbiden var olup olmadığı kati olarak anlaşılamamıştır. Vahdettin, bir İngiliz cenk gemisiyle İstanbul’dan kaçarken bunu da yok etmiş yada yanında götürmüş olmalıdır. İngilizler ise belgeyi o sırada yalanlamış olmalarına rağmen, bunu şayet var idiyse yayınlamaları beklenemez.” [4] Vahdettin’in İngilizlerle yapmış olduğu bu antak kalma ile alakalı Sina Akşin’in değerlendirmesi ise şöyledir: “30 Mart tasarısından pek fazlaca tavizler vermiş olarak İngilizlerle 12 Eylül ön anlaşmasını yapmış oldu ve böylece İngiltere’ye olan uyduluğunu kesinleştirdi.” [5]

Sevr Antlaşması ve Vahdettin
İngilizlere birkaç defa akıl almaz tavizlerle antak kalma öneri eden Vahdettin, 30 Mart 1919 tasarısından sonrasında 12 Eylül 1919 gizli saklı antlaşmasıyla adeta Türkiye’yi İngiltere’ye “peşkeş” çekmiştir. Aynı Vahdettin, bununla da  yetinmeyerek İtilaf devletleriyle, Türkiye’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Önce geleneksel bir Saltanat şurası toplanmış, burada meydana getirilen oylamada Sevr Antlaşması’na karşı ancak sadece oy çıkmıştır. Ve Padişahı temsilen Rıza Tevfik, Reflat Halis ve Hadi Paşa 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamışlardır.
“Sevr Antlaşması’na Vahdettin’in imzasının olmadığını” söyleyerek, Vahdettin’i aklamaya mensupları ciddiye almak olanaksızdır. Çünkü anlaşmaya imza koyanlar direkt Padişah Vahdettin’den aldıkları direktif doğrultusunda hareket ederek Sevr’i imzalamışlardır. Mustafa Kemal Atatürk Lozan’dan görevli oldu¤u benzer biçimde Vahdettin de Sevr’den sorumludur. “Vahdettin, Sevr’i kesinlikle imzalamak zorundaydı” iddiası da reel dışıdır! Pekâlâ, Vahdettin, bir ekip şeyleri göze alıp (sürgün edilmek, tahttan indirilmek, hatta öldürülmek) bu anlaşmayı imzalamayabilir ve cihat duyuru edebilirdi. Ama ülkesinin kaderini tamamen İngilizlere bırakan Vahdettin, hiçbir riski göze alamamış ve Sevr’i kabul etmiştir. Vahdettin, korkakça davranıp ülkesini düşmana teslim ederken Mustafa Kemal Atatürk ve TBMM cesurca bazı riskleri göze alarak düşmana karşı savaşım etmiş ve Sevr Antlaşması’nı hiç kabul etmeyerek, bu anlaşmayı kabul edenleri “hain” duyuru etmiştir. [6] Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması’yla da Sevr’i yırtarak tarihin çöp tenekesine atmıştır.

Vahdetinin Şaşırtan Teslimiyetçiliği ve İngilizler
Padişah Vahdettin, o kadar “onursuz” ve “teslimiyetçidir” ki, onun bu aşırı teslimiyetçiliği İngilizleri bile şaşırtmıştır. İngilizler, başlarda Vahdettin’in bu aşırı teslimiyetçiliğinden kuşkulanmışlar ve uzun vakit onunla direkt görüşmemişlerdir.
14 Mart 1919’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Paris, Roma ve Washington’daki Büyükelçilerine gönderdi¤i telgrafta Padişah Hükümeti’nin İngiliz koruyuculuğu için yalvardığını; fakat İngiltere’nin buna “ret” yanıtı verdiğini bildirmiştir. [7]
Vahdettin, “ezik”, “korkak” ve “aciz” bir biçimde İngilizlere yalvarıp yakarırken, İngilizler Vahdettin’le direkt görüşmeyi uzun vakit kabul etmemişlerdir. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Vahdettin’in kendisiyle müzakere ricasını reddetmiştir. [8] İngilizler Vahdettin’in Milli harekete karşı bulunduğunu tam olarak anladıktan sonrasında sadece onunla direkt muhatap olmuşlardır. Özellikle, Türkiye’nin ölüm fermanı Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sonrasında İngilizler, Vahdettin’le fazlaca sık görüşmüşlerdir. Hatta bir müddet sonra İngiltere, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in şahsi güvenliklerini sağlayacağına laf vermiştir. 18 Ağustos 1919’da, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Calthorpe’a gönderilen bir yazıda, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit’in şahsi güvenlikleri mevzusunda tedbir katılımı istenmiştir. [9]
8 Haziran 1919’da Yıldız Sarayı’nda, padişahı fazlaca tedirgin eden bir yangın çıkmıştır. A. F. Türkgeldi’ye gore “elektrikten” meydana gelen yangını, İngiliz birliği itfaiye ekibi söndürmüştür. Yangında, nerede ise tüm eşyaları yanan padişah canını zor kurtarmıştır. Daha sonrasında Vahdettin, yaverini göndererek İngiliz askerlerine teşekkür etmiştir. Calthorpe, bu mevzuda İngiltere’ye gönderilmiş olduğu yazıda “suikast” söylentilerinden laf etmiştir. Yıldız’da zaten “titreye titreye” oturan Padişah Vahdettin, bu yangının kendisine yönelik bir suikast bulunduğunu düşünerek daha fazlaca korkmaya başlamıştır. Calthorpe, 17 Haziran’da İngiltere’ye gönderilmiş olduğu telgrafta, yangından ötürü padişahın sinirlerinin fazlaca bozuk bulunduğunu, tahtını yahut yaşamını tehdit eden ve tüm İttihatçıları toplayan ulusçuları fesatlıklarından fazlaca korktuğunu belirtmiştir. Sina Akşın, İstanbul hükümetlerinin, Mustafa Kemal Atatürk’e ve Milli harekete karşı çıkmasında, Padişah Vahdettin’in bu tür korkularının fazlaca mühim bir yeri bulunduğunu belirtmiştir. [11]
Vahdettin, 20 Eylül 1919’da yayınladığı bir bildiride, Paris Barış Konferansı’ndan beklenen sonucun alınabilmesi için “Büyük devletlerin adaletli duygularına” güvendiğini anlatım etmiştir. [12]

İngilizlerin Vahddetin'i Kullanma Kararı
İngilizlerse az az Padişahı daha iyi tanımışlardır. Örneğin, 4 Kasım 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri

İngiliz danışmanlarından Tom Hohler’in
Vahdettin’e ilişkin izlenimlerini rapor ettiği
Robeck, danışmanlarından Tom Hohler’in, Padişah hakkında bir raporunu Lord Curzon’a göndermiştir. Hohler’in Vahdettin hakkında gözlemleri şunlardır:
“Sultanlık flimdi sıradan bir güldürü olmuştur ve görünürde yüksek prensipleri ve amaçları olan, karakteri zayıf, azca cesaretli ve (…) Abdülhamit döneminde bile mevcud üstün zekadan mahrum olan Padişah Yıldız’da titriyor... Osmanlı hanedanı görünürde bitap düşmüştür...”
[13]
Anadolu’da Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki Milli hareketin her geçen gün daha fazlaca güçlenmesi üstüne telaşlanan İngilizler, daha ilkin mesafeli durdukları Vahdettin ve Damat Ferit’e şimdi daha çok yaklaşmaya başlamışlardır. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiserliği üyelerinden Ryan, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Forbes Adam’a gönderilmiş olduğu mektupta İngiltere açısından Padişah Vahdettin’in önemine şu şekildeki işaret etmiştir: “Türkiye’nin hiç bir kısmı denetsiz olarak Türk yönetimine bırakılmamalıdır… Bu da sulh konferansının görevidir. Halifelik varlığını sürdürecekse, Halifenin dünyevi gücünün İngiltere’den başka herhangi bir devletin denetimine geçişine izin vermemek İngiltere’nin başlıca politikası olmalıdır.” [14]
İngiliz Muhipleri Derneği, 27 Kasım 1919’da Padişah’a verdiği bir yazıda ondan açıkça İngiliz yanlısı bir siyaset izlemelerini istemiştir:“ İngiliz yanlısı politika uygulanması için buyruk vermenizi istirham eyleriz. Damat Ferit’in önderliği altında bir kabine kurulması gereklidir.” [15] Kurt İngiliz siyaseti, elindeki kukla Vahdettin’i iyi mi kullanacağına, gelişimleri dikkate alarak karar vermiştir. Örneğin Londra Konferansı’nın toplandığı günlerde, ulusçuların konferanstaki tutumları doğrultusuna Padişah Vahdettin’e bir rol verilmesine karar verilmiştir. İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 29 Şubat 1920’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiş olduğu gizli saklı telgrafta gelişmelere gore Vahdettin’e verilecek rolden şu şekildeki laf etmiştir: “Barış konferansının niyetleri mevzusunda bizlere vaktinde malumat iletiniz. Anladığıma gore, İzmir ve Trakya Yunanistan’a verilecektir. Bu doğruysa sulh sadece tabanca kuvvetiyle empoze edilebilir... Barış koşulları daha ılımlıysa, bunun ulusçu akımın muhaliflerine ve Padişaha duyurulması için daha azca gizlilikle bildirilmelidir. Ulusçulara karşıt öğeleri sadece sulh koşulları yumuşaksa kullanabiliriz. Trakya’da, Edirne dahil bir Türk egemenliği sürdürülecekse Padişahın çevresinde ulusçulara karşı bir blok yapmaya derhal başlayabiliriz.” [16]
İngilizler Anadolu’yu bölüp parçalayan, Türklere yaşama alanı bırakmayan Sevr Antlaşması’nı da Padişah Vahdettin’den yararlanarak imzalatmışlardır. 21 Ağustos 1920’de Vahdettin’le bizzat görüşen Amiral de Robeck, Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasındaki görevi ile alakalı İngiliz Dışişlerine şu detayları vermiştir: “Vahdettin, Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr Antlaşması’nın imzalanması için buyruk verirken gelecekte İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini... Yaşayacak olduğu takdirde bir arkadaş yardımına ihtiyacı bulunduğunu... Belirtmiştir.” [17] Robeck, bu konuşmada Vahdettin ’in, Sevr Antlaşması’nın imzalanması için bizzat buyruk verdiğini belirtmiştir. Ayrıca İngiliz Yüksek Komiseri Sır Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderilmiş olduğu “gizli saklı” bir yazıda, “Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin verdiğini” belirtmiştir. [18] Ancak bugün Vahdettinciler, Padişah’ın Sevr Antlaşması’na imza koymadığını ileri sürerek, akıllarınca Vahdettin’i sorumluluktan kurtarmaya çalışmaktadırlar. Vahdettin vakit arasında, ancak İngiliz temsilcilerle değil, Fransız ve İtalyan temsilcilerle de görüşmeye, başlamış, böylece ülkeyi artık ancak İngiliz emperyalizmine değil, tüm Batı emperyalizmine peşkeş çekmenin yollarını denemiştir.

Gelecek sayıda Vahdettin’in İngilizlerle beraber Milli Harekete yönelik gerçekleştirdiği “ihanet planları” kanınızı donduracak…

Kaynakça :
[1] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1998, s205-207'; Akşin, age, s.233-235; Bayur, age, s.270-272; Jaeschke, age, 1.4,5.
[2] Akşin, age, s.600.
[3] Bayur, age, s204-206.
[4] age, s206.
[5] Aksin, age, s. 600.
[6] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007,s.154.
[7]Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele s.168.
[8] FO, 5-61920 tarihindeki direktif; Jaeschke, age, s. 7.
[9] Calthorpe'dan Curzon'a gizli saklı yazı, İstanbul, 31.7.1919: Sonyel, age, s.61.
[10]Aksin, age, s414.
[11] Aksin, age, s. 414,415.
[12] Takvim¬i Vekayi, 21.9.1919.
[13] Robeck'ten Curzon'a yazı, İstanbul, 4.11.1919; Sonyel, age, s.77.
[14] Ryan'dan Adam'a yazı, İstanbul, 26. 11.1919; Sonyel, age s.79.
[15] İngiliz Askeri danışma Şefi'nden Savaş Bakanlığı'na gizli saklı yazı, Londra, 1.1.1920; Sonyel, age, s.79.
[16] Robeck'ten Cuzon'a gizli saklı telgraf, 29.2.1920; Sonyel, age, s.87.
[17] Jaeschke, age, s.7.
[18] Sonyel, age, s.157.
Mustafa Kemal Atatürk, hem Anadolu’ya geçmeden ilkin İstanbul’da Padişahla yapmış olduğu görüşmelerle, bununla beraber Anadolu’ya geçtikten sonrasında Padişaha gönderilmiş olduğu mektup ve telgraflarla onu Milli harekete katılmaya, en azından Milli harekete karşı olmamaya çağırmıştır. Ama Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu çağrılarını hep reddetmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul’da bulunmuş olduğu 13 Kasım 1918 ile 16 Mayıs 1919 tarihleri içinde birçok kez Padişah Vahdettin’le görüşmüş, bu görüşmelerde Harbiye Nazırı olmanın ve Vahdettin’i Anadolu’ya geçirmenin yollarını aramıştır.[1] Ancak bu görüşmeler sonucunda padişahın kendisini Harbiye Nazırı yapmak ve Anadolu’ya geçmek istemediğini anlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olup Padişah Vahdettin’i Anadolu’ya götürme düşüncesini, 1920 Nisanı’nda Ankara’da Yunus Nadi Bey’e açıklamıştır.[2] Mustafa Kemal Atatürk, bu düşüncesini hemen sonra Yusuf Hikmet Bayur’a da açıklamıştır. [3]
Mustafa Kemal Atatürk, 2 Şubat 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi esnasında da işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olmayı ve hükümeti Anadolu’ya taşımayı düşündüğünü belirtmiştir.[4]
Mustafa Kemal Atatürk, 1920 yılının başlarında Mazhar Müfit Bey vasıtasıyla Padişah Vahdettin’i açıkça Anadolu’ya çayır etmiştir. Padişahla görüşen Mazhar Müfit Bey, “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle sorun hallolur...” diyerek Padişahı Anadolu’ya çağırmıştır. Bu çağrıya, “Bana yüce ecdadımın başkentinden firar mı öneri ediyorsunuz?” diye bir soruyla yanıt veren Vahdettin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında yüce ecdadınız şeklinde milletin başına geçmenizi öneri ediyorum” demiştir. [5] Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı esnasında Padişah
Vahdettin’i Anadolu’ ya dercetmek istemesinin belli başlı sebepleri şunlardır:
1- Halife-sultana duyulan geleneksel bağlılıktan ötürü halkın moral enerjisini yükseltmek ve kurtulma inancını artırmak.
2- Ülkenin İstanbul ve Ankara hükümeti diye ikiye ayrılmasını önlemek, istiklal mücadelesini bir tüm halinde daha müessir bir biçimde yürütmek.
3-Halifenin Anadolu’ya geçip istiklal mücadelesine katılmasıyla İslam dünyasındaki İngiliz karşıtı propagandayı daha da müessir hale getirmek ve Müslüman sömürgelerini kaybetmeyi göze alamayan İngiltere’nin Yunanistan’dan desteğini çekmesini, işgal etmiş olduğu yerlerden oldukca daha erken bir tarihte çekilmesini sağlamak ve böylece Kurtuluş Savaşı’nı daha kısa müddette ve daha azca kayıpla kazanmak. [6]
“Vahdettin, İstanbul’da kalmakla partiyi daha başlarda kaybetmiştir. Hâlbuki İstanbul’un işgaline (16 Mart 1920) ve hatta bir müddet sonraya kadar, Vahdettin’in elinde tahtını koruyacak büyük bir fırsat vardı. Anadolu’ya geçmek. Eğer bunu yapabilseydi, Mustafa Kemal Paşa, Zat-ı şahane’nin nihayet bir sadrazamı olurdu. Bütün memleket bir hayatta kalma mücadelesi arasında yaşarken Padişahın Yıldız Sarayı’nda oturması payitaht halkının acılarının azalmasına bile yaramamıştır.”[7] Padişah Vahdettin’in hiç bir vakit Anadolu’ya geçmeyi düşünmemesinin sebebi, kurtuluşu “Anadolu merkezli bir halk hareketinden değil, “İstanbul merkezli İngiliz desteğinden” beklemesidir. “İngilizlerin yardımını almak” haricinde kafasında ikinci bir kurtulma planı olmayan Vahdettin, bu yardımın alınabilmesi için ilk önce Anadolu’ daki Milli hareketin yok edilmesi gerektiğine inanmış, politikasını bu doğrultuda şekillendirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul hükümetini İngiliz isteklerine boyun eğmeye hazır görünce, Padişah Vahdettin’e bir telgraf çekerek onu uyarmak istemiştir. “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahri Yaveri Hazreti Şehriyarı” diye imzaladığı uzun telgraf, aslen bir şikâyetnamedir. Mustafa Kemal Atatürk, bu telgrafının sonucunda padişahı tehdit edercesine, “Eğer zorunlu edilirsem, resmi görevimden çekilme ederek Anadolu’da ve sine-i millette kalacağım ve vatani görevime aleni adımlarla devam edeceğim.
Ta ki ulus ve padişah bağımsızlığına kavuşana kadar… ”[ 8 ] demiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ve buna benzer çağrılarına kulak tıkayan Padişah Vahdettin, Damat Ferit Hükümeti’nin Mustafa Kemal Atatürk’ü görevden almasına, hatta tutuklama sonucu çıkarmasına göz yummuştur. Bu gelişmeler üstüne Mustafa Kemal Atatürk 7, 8 Temmuz 1919 gecesi ordu müfettişliğinden ve askerlik görevinden çekilme etmiş ve İstanbul’a dönmeyerek Anadolu’da halkla beraber istiklal için savaşım edeceğini belirtmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ü bu kararından vazgeçirmek isteyen Vahdettin, onun Selanik’ten yakın arkadaşlarından Abdülkerim Paşa’yı devreye sokarak Mustafa Kemal Atatürk’le telgraf başlangıcında görüştürmüş, sadece herhangi bir netice alamamıştır. Bunun üstüne sinsi Vahdettin, taktik değiştirmiş, 2 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Atatürk’e bir telgraf çekerek, İstanbul’a gelmesinin ve azledilmesinin doğru olmadığını belirtmiş ve Harbiye’den 2 ay hava değişimi istenerek vaziyet belli oluncaya kadar istediği kent yahut kasabada dinlenmesini en müsait çözüm olarak sunmuştur.[9]
Ancak, Mustafa Kemal Atatürk, “Buralarda havalar iyi!” diyerek Vahdettin’in bu sinsice planını yansız hale getirmiştir. Vahdettin, en son Mustafa Kemal Atatürk’ü ve ulusalcıları Milli hareketten vazgeçmeye ikna etmek için “öğüt heyetleri” oluşturmuştur.
Vahdettin,in Mustafa Kemal Atatürk,ü ve dostlarını İngilizlere şikayeti ve Mustafa Kemal Atatürk,e hakaretleri
Vahdettin, 1920 yılından sonrasında İngiliz yetkililerle yapmış olduğu görüşmelerde lafı döndürüp dolaştırıp Milli hareketin yok edilmesine getirmiştir. Örneğin 21 Ağustos’ta Robeck’le yapmış olduğu toplantıda Milli hareket hakkındaki şunları söylemiştir:
“İngiltere’nin gelecekteki yardımı mevzusunda birazcık direniş gösterdi ve ülkesini yıkmış olan macereraperestleri sertçe kınadı... Onların Türk olmadıklarını öne sürerek, kurdukları gruplara saldırdı... Onların İngiltere ile Türkiye arasındaki geleneksel dostluğu ayaklar dibine aldıklarını; ülkede çoğunluğu meydana getiren reel Türklerin bu geleneğe sadık olduklarını ve bu dostluğu canlandırmak ve ona uymak için uğraştıklarını söyledi…” [10]
Londra Konferansı bitmeden ilkin Padişah Vahdetin, 23 Mart 1921’de sırayla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcisiyle görüşmüştür. O gün Padişahla görüşen İngiliz temsilci Rumbold, Lord Curzon’a gönderilmiş olduğu bir yazıda görüşmenin detaylarından şu şekildeki laf etmiştir:
“Salonda, Sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan’dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salı verdi ve Ryan’ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra’da yapılmakta olan konferansla alakalı Mustafa Kemal’den Tevfik Paşa’ya gönderilmiş olan üç telgrafa değindi ve Ankara’nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi: ‘Anadolu’daki vaziyet şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, fakat tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişledir. Ve halkın itaatkâr, ödlek ve fakir olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, tek kaygıları, kendi çıkarları olan 16.000 subayın desteğine dayanır... Ankara önderleri, bu ülkede reel çıkarları olmayan, ülkeyle kan yada başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni meçhul Makedonyalı bir asidir. Onun kanı Bulgar, Yunan yada Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan tamamı de birbirlerine benzemektedir. Onlar içinde tek bir reel Türk yoktur. Buna karşın, ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Onların kıskacı o denli etkindir ki, propaganda aracılığıyla bile Türklere ulaşmak olanaksızdır. Gerçek Türker merkeze sadıktır; fakat tehdit ediliyor yada aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar. Bolşevikler şimdi Türk hududuna yaklaşmıştır. Ankara önderleri onlarla hâlâ entrika çeviriyor.”
Rumbold, yazısını şu şekildeki sürdürmüştür:
“Ankara önderleri Halifeliği İstanbul’dan kaldırmaya yeltenirse bunun Avrupa için oldukca tehlikeli olacağını vurguladı... Padişaha İngiltere’nin Londra Konferansı’nda oynadığı iyi (!) rolden laf ettim. Ona konferansta öne sürülen önerilerin, uzlaşmaya varılmasına müspet bir zemin hazırlamış bulunduğunu anlattım; yeter ki, iyi kalpli bütün Türkler Padişahın önderliği altında birleşsin, makul bir sulh yapılması fırsatından yararlansın ve İngiltere’nin eski dostluğunu kazansın; fakat aşırı eğilimliler aşırı taleplerde direnirse bunun kararı olarak kararsızlık ve vakalar çıkmasından kaçınılmayacağını anlattım. Padişah beni büyük dikkatle dinledi ve bana teşekkür etti...”[11]
Görüldüğü şeklinde bir “bağnaz yalanı” olan “Mustafa Kemal Atatürk Türk değildir!” yalanını, seneler ilkin İngilizlere yaltaklanan Padişah Vahdettin de söylemiş!... Demek ki “hainlik”, Mustafa Kemal Atatürk’e dil uzatanların genetik yapısında var...[12] Şimdi soruyorum: “Bu Vahdettin mi Mustafa Kemal Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatsın diye Anadolu’ya gönderen? Bu Vahdettin mi “büyük vatan dostu?” Gerçi sizin vatanınız İngiltere’yse orasını bilemem...
İngilizlerin Vahdettin,e verdiği gizli saklı görev
İngilizler, kendilerine yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin’i, Anadolu’daki Milli harekete ve bu hareketin lideri Mustafa Kemal Atatürk’e karşı kullanmak istemişlerdir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderilmiş olduğu “oldukca gizli saklı” yazıda, Padişah Vahdettin’i “korumaktan” ve Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk’e karşı kullanmaktan şu şekildeki laf etmiştir:
“Ulusçuların amacı... Padişaha karşı asla toleransları yoktur ve padişah şu üç seçenekle karşılaşacaktır: İstifa, sürgün yada ölüm... Şimdiki durumda hem enerjisini hem saygınlığını yitirmiştir; fakat onun tahtından indirilmesi, ciddi düşünceli amme içinde şok tesiri yapacaktır... Ankara’yı hizaya getirmemiz gereklidir ve onlarla işlemlerimizde kararlılıkla davranmalıyız.
Padişahın kişiliği ve tahtta kalması içinde fark yapıyorum. Olağanüstü bir durumda onu korumaya laf vermiş bulunuyoruz. Bunun iki sebebi vardır:
1- Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına bizim baskımızla izin vermiştir;
2- İstifa etmeyi ciddi olarak tasarlarken onu bu görüşten vazgeçirmiştik. Ancak onun tahtında kalmayı sürdürmesi için hiç bir mesuliyet altında değiliz. Kendi görüşümce Padişah, durumu fazlaca umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde kalmalıdır. Şu anda pek azca gücü vardır. Ankara’daki önderler ondan hoşlanmıyor ve Türkiye’deki halk içinde pek popüler değildir...”[13]
İngilizler, “Ankara’yı hizaya getirmek” için, Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına müsaade eden Padişahı, “durumu fazlaca umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde tutarak” kullanmayı planlamışlardır.
Vahdettin,in Büyük Taarruz Öncesindeki ihanet planı
Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar her fırsatta Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk ve dostlarını İngilizlere şikâyet etmiş, onları ortadan kaldırmaları için İngilizleri harekete geçirmeye çalışmıştır. Vahdettin’in “Mustafa Kemal Atatürk” ve “Milli hareket” kini o denli fazladır ki, Büyük Taarruz’un yaklaştığı günlerde, 7 Ağustos 1922’de İngiltere Yüksek Komiseri Rumbold’a şunları söyleyebilmiştir:
“Millici liderler bir hükümet değildir, bir isyancılar ve bir ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki’nin canlandırıcılarıdır. Çeşitli isimler altındaki bunların sonuncusu milliyetçilerdir şahsi çıkarları için ülkede egemenliklerini kurmaya çalıştılar. Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevik’ten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim sulh oluşturmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır... Millicilerin gücü abartılıyor. Onların gücü, Yunanın Türk arazisini işgal altında tutmasından ve merkezi hükümetin sözünü aktarma olanaklarından mahrum bırakılmasından ileri gelmektedir.
Yunanın geri çekilmesi ve boşalan arazinin kısım kısım meşru hükümete teslim edilmesi Millicileri kuvvetsiz bırakacaktır…” [14]
Türk ulusunun kaderini belirleyecek olan Büyük Taarruz’un başlamasına, tamı tamına 19 gün varken, Padişah Vahdettin, İngilizlere, Milli hareketi kötüleyerek, “özverilerde bulunarak” sulh oluşturmaya hazır bulunduğunu belirtmiştir. Kurnaz Vahdettin, İngilizleri kışkırtıp Yunanlılara saldırtarak ele geçirilen toprakların “merkezi hükümete” kısaca kendisine verilmesini istemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün vatanı hasım işgalinden kurtarma hesapları yapmış olduğu günlerde, yukarıdaki hesapları icra eden Padişah Vahdettin’e ne diyeceğiz? İngilizler, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru Milli hareketi ortadan kaldırmak için Mustafa Kemal Atatürk’ü yansız hale getirmeye karar vermişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk’ü etkisizleştirmek için de Padişah Vahdettin’i kullanmaya çalışmışlardır.
Örneğin, 9 Ocak 1922’de Rumbold, Lord Curzon’a gönderilmiş olduğu bir yazıda Mustafa Kemal Atatürk’ü etkisizleştirmek için Padişaha verilecek rolden şu şekildeki laf etmiştir: “Bağlaşıklar aralarında donanması sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse, padişahın Anadolu’ya başvurarak halkın desteğini sağlaması ve Kemal’i güç bir durumda bırakması olanaklıdır.” [15]
İngiltere Büyükelçiliği Baş tercümanı Ryan’ın, 7 Şubat 1922’de Londra’ya gönderilmiş olduğu “Mustafa Kemal Atatürk’ü devirme planına” gore, Mustafa Kemal Atatürk dışarıdan anlaşmazlık devletlerinin askeri kuvvetiyle değil, içeriden saltanatın kuvvetiyle devrilecektir. Bunun için daha makul bir sulh antlaşması yapmış olup sultana imzalatılacaktır. Bunun üstüne sultan milliyetçilerin bir kısmını kendi yanına çekip otoritesini tekrar kuracaktır. Arkadan da anlaşmazlık devletlerince desteklenecektir. İtilaf devletleri Türk halkının ulusal amaçlarına hevesli gözüküp Sevr Antlaşması’nda yapılacak birtakım değişiklikleri “tantanayla” duyuru edecekler ve bu tarz şeyleri kabul etmeyenlere karşı her türlü tedbiri uygulayacaklardır. Böylece Mustafa Kemal Atatürk kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktır. [16]
Yüksek Komiser, Rumbold, 15 Ocak’ta Lord Curzon’a gönderilmiş olduğu gizli saklı telgrafta, anlaşmazlık devletleri Sevr Antlaşması’ndan oldukca daha iyi bir antlaşmayla, ulusalcılara uzlaşma önerisinde bulunurlarsa ve Mustafa Kemal Atatürk bunu reddederse, yeni önerilerin Padişaha sunulmasını, anlaşmazlık devletlerinin desteği ile padişahın da halkın yardımına başvur masını önermiştir. [17]
Bu sırada Padişah da boş durmamış, yeğeni Prens Sami vasıtasıyla 13 Ocak 1922’de Rumbold’a gizli saklı bir göndererek, “harekete geçme zamanının geldiğine inandığını ve Ankara’nın gücüne karşı kendi enerjisini oluşturmak amacıyla İngiltere’nin yardımı mevzusunda Rumbold’la görüşmeyi dilediğini” bildirmiştir. [18] Rumbold, 7 Ağustos 1912’de Padişah Vahdettin’le bir müzakere yapmıştır. Görüşmede Vahdettin, Rumbold’a, İngiltere’nin barışı kendisiyle yapmasını, Yunan işgalindeki toprakların boşaltılıp kendisine teslim edilmesini ve Kemalist asileri temizlemede İngiltere’nin kendisine yardımcı olmasını istemiştir. Vahdettin, İngiltere’nin daha ilkin Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanını bastırdığını, şimdi de askeri enerjisini kullanarak Mustafa Kemal Atatürk’ün isyanını bastırabileceğini söylemiştir.[19]
Vahdettin,in Mustafa Kemal Atatürk,e düzenlemiş olduğu komplo
Milli harekete beraber başlayanlardan Rauf Bey ve Kazım Karabekir’ in vakit arasında Mustafa Kemal Atatürk’e karşı “bayrak açtıkları” ve muhalif gruba geçtikleri malum bir gerçektir. Mustafa Kemal Atatürk bu durumu Nutuk’ta, “Milli Mücadele’ye birlikte başlamış olan yolculardan bazıları, ulusal yaşamın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi düşünce ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir...” diyerek açıklamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı esnasında TBMM’de kendisine karşı başlamış olan muhalefeti, “Milli Mücadele’ye birlikte başlamış olan yolculardan bazılarının... Fikir ve ruhlarının kavrama sınırlarının bitmesine” bağlamıştır; sadece bu muhalefetin -Mustafa Kemal Atatürk’ün bilmediği başka bir sebebi daha vardır. İngiliz arşivlerinden çıkan bu doğruyu de bizler açıklayalım.
İngilizler, Padişah Vahdettin vasıtasıyla, Mustafa Kemal Atatürk’ün tabanca arkadaşlarından Rauf Bey’i ve Kazım Karabekir’i Mustafa Kemal Atatürk’e karşı muhalefete geçirmeye çalışmışlardır.
Ankara’da Mustafa Kemal Atatürk’e karşı kuvvetli bir “karşıcılık” bulunduğunu düşünen Rumbold, Mayıs 1922’de, Lord Curzon’a gönderdi¤i bir yazıda, “Anadolu’daki Anti Kemalistlerin Ankara Hükümeti’ni yıkmak için faydalı bir eleman olacaklar›n›” belirtmiştir. [20] İngilizler, Mustafa Kemal Atatürk’ü devirmek için meclis içi muhalefete ve Enver Paşa’ya güvenmiştir. İngilizler, bilhassa Mustafa Kemal Atatürk’le birtakım mevzularda görüfl ayrılıkları olan Rauf Bey ve Kâzım Karabekir Paşa’dan istifade etmek istemişlerdir.
İngiliz arşivlerindeki birtakım belgeler, İngilizlerin bu planı icra etmek için Padişah Vahdettin’den yararlandıklarını göstermektedir. Rauf Bey’le, Kazım Karabekir’i kendi yanına çekmek isteyen Vahdettin, İzzet Paşa vasıtasıyla onlarla ilişki kurmuştur. 23 Şubat 1922 tarihindeki İngiliz gizli saklı haber alma tutanağına gore, Vahdettin, Mahmut Sadık Bey vasıtasıyla Kâzım Karabekir’e mühim bir bildiri göndermiştir. Padişah, Karabekir’e gönderilmiş olduğu mesajda özetle, Halifelik haklarını korumasını, sulh koşullarının kabul edilmesi için gerekirse sertlik kullanmasını, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Milli hareketi desteklememesini öğütlemiştir. [21]
Padişahın, Mustafa Kemal Atatürk’ü meclis içerisinden vurmak için attığı bu haince adım, İngilizleri heyecanlandırmıştır. Örneğin, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborn, 28 Şubat 1922’de gönderilmiş olduğu yazıda Padişahın bu girişimden flöyle laf etmiştir: “Padişah, Kazım Karabekir ve Rauf Bey’i, kendisinden yana çekebilirse bir ihtimal Anadolu’yu Kemal’den kurtarabilir; fakat bu iki müessir ulusçunun tutumu hakkındaki pek azca bilgimiz vardır. Bildiğimiz, ikincisinin (Rauf Bey) son günlerde Ankara’daki Bakanlar Kurulundan çekilmiş ve Mustafa Kemal’le arasının açılmış olduğudur.” Bu yazıya, Dışişleri Bakanı Lord Curzon da şunları eklemiştir: “Albay Rewlinson, her ikisinin de Kemal’e karşıt olduklarını söylüyor.” [22]
10 Mart 1922 tarihindeki İngiliz gizli saklı haber alma tutanağına gore Karabekir, Padişahın isteğine sözlü olarak verdiği yanıtta, “Ankara Hükümeti’nin uygulamakta olduğu ‘aşırı siyaseti’ yumuşatmak için elinden geleni yapacağını...” belirtmiştir. Nitekim kısa vakit sonrasında Karabekir Paşa; Rauf Bey, Refet Paşa, Selahattin Bey ve diğerlerinden oluşan Mustafa Kemal Atatürk karşıtı muhalif grupları desteklemeye başlamıştır.[23]
Bunun üstüne İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, 1 Nisan’da şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bu grup, Kemal’e karşı müthiş bir karşıcılık oluşturacaktır.” [24] İngilizlerin, Padişah Vahdettin’i kullanarak Milli hareketi taksim planı kısmen netice vermiştir. Mayıs 1922’de, Büyük Taarruz öncesinde meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün başkomutanlığını bir defa daha uzatmayı reddetmiştir. En tehlikeli sonuç dönemde meclis içi karşıcılık yüzünden ordu başsız bırakılmıştır. Temmuz 1922’de Rauf Bey, Mustafa Kemal Atatürk’e karşın Bakanlar Kurulu Başkanı seçilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün, bakanları aday gösterme yöntemine de son verilmiştir. Ancak Mustafa Kemal Atatürk, bu şekilde bir dönemde orduyu başsız bırakmayacağını, ama zaferden sonrasında köşesine çekileceğini belirterek başkomutanlık yetkisini uzattırabilmiştir.
“Mustafa Kemal Atatürk’ün, Milli Mücadele’yi beraber başlatmış olduğu arkadaşları ve meclis çoğunluğu, Büyük Taarruz öncesi günlerde İngiltere ve Vahdettin’i umutlandıran bu şekilde bir aymazlık içindedirler.” [25]
Şimdi soruyorum: “Milli hareketi yok etmek için İngilizlerle anlaflan ve en tehlikeli sonuç bir dönemde, Mustafa Kemal Atatürk’le tabanca dostlarının arasını açmaya çalışan bu Vahdettin’e ne diyeceğiz?”
Kaynakça:
[1] Meydan, Mustafa Kemal Atatürk' ün Gizli Kurtuluş Planları, s.162 vd.
[2] Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul, 1979, s.258,259; Meydan, age, s.172,173. [3] Bayur, age, s.166, Meydan, age, s.173.
[4] Mustafa Kemal Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.15, s. 62.
[5] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Mustafa Kemal Atatürk'le Beraber, C.II, Ankara, 1997, s. 538,539.
[6] Meydan, age, s.181.
[7] Selek, age, s.48.
[S] Akşin, age, s.345,346.
[9] age, s.355.
[10] FO,371/5055/E, Robec,ten Curzon'a gizli saklı yazı, İstanbul, 28.31920; Sonyel, age, 109.
[11] Sonyel, age, s.128,129.
[12] Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonrasında da Mustafa Kemal Atatürk'e hakaret etmeye devam etmiştir: İngiliz arşivlerinde meydana getirilen incelemelerde Vahdettin' in, birtakım İngiliz yetkililerine yazdığı mektuplarda, Mustafa Kemal Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. Metin Hülagü'nün değdi şeklinde, "Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk'e bir bakıma hasım; zira Mustafa Kemal Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..." Bülent Günal, "Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e Destek Oldu mu? Ne Desteği, Mektuplarında Mustafa Kemal Atatürk'e Küfür Bile Ediyor", Prof Metin Hülagü İle Röportaj, Vatan, 26 Kasım 2007, s.17.
[13] age, s.157.
[14] Sonyel, age, s.187; Avcıoğlu, age, s.208,209; Meydan, age, s551.
[15] FO, 37117853/E, 320: Rumbold'tan Curzon'a gizli saklı telgraf, 6.1.1922; Sonyel, age, s.160. [16] Avcıoğlu, age, s.184.
[17] Sonyel, age, s.160.
[18] age, s.161.
[19] Avcıoğlu, age, s.184.
[20] age, s.184.
[21] Sonyel, age, s.164,165.
[22] FO, 37177882/E 2219: İngiliz gizli saklı haber alma raporu, no: 548,23.2.1922. "Padişah ve Kazım Karabekir Paşa" ,R.321, İstanbul, 7.2.1922; Sonyel, age, s.165,166.
[23] Sonyel, age, s.166.
[24] FO, 371/7859/E 3493: İngiliz gizli saklı haber alma raporu, no. 605,303.1922; Sonyel, age, s.166.
[25] Avcıoğlu, age, s.184.

İngiliz arşivlerinde bulunan ve Salahi Sonyel'in yayınladığı bir belge, Padişah Vahdettin'in İngiliz ajanı benzer biçimde çalıştığını gözler önüne sermektedir.[1]
Mustafa Kemal Atatürk, Batı kamuoyunu Türk Milli Mücadelesi mevzusunda aydınlatmak için Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey başkanlığındaki bir kurulu Londra'ya göndermeye karar vermiştir.[2] Yusuf Kemal Bey Londra'ya gitmeden ilkin İstanbul'a uğrayıp Padişahla da görüşecektir.
23 Şubat 1922'de Padişah Vahdettin'in huzuruna çıkan Yusuf Kemal Bey'in anlattıklarını dinleyen padişah, ona mukabil bile vermemiş, söylediklerini dikkate almamıştır.[3] Padişah, Ahmet İzzet Paşa ve Tevfik Paşa'nın başkanlığındaki kendi heyetini Londra'ya göndermeye karar vermiştir.
İngilizlere yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin, ajanlarını harekete geçirerek Yusuf Kemal Bey'in katibi Kemâl'in evinde bulunan valizi, katibin yokluğunda açtırarak içerisindeki gizli saklı belgelerin fotoğraflarını çektirmiş ve bir mabeyincisiyle suretle İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold'a göndermiştir. [4]
Padişah Vahdettin'in, ajanına çaledecek olan Yusuf Kemal Bey'e verdiği gizli saklı talimatlar vardır. Söz mevzusu belgelerinin en önemlileri, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın Yusuf Kemal Bey'e gönderilmiş olduğu bir mektup, Yusuf Kemal Bey kuruluna klavuz olması için hazırlanmış yönergeler ve Asya'daki İslam devletleriyle yapılma olan antlaşmalardır.[5]
İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, Vahdettin'in kendisine verdiği bu belgeleri, 7 Mart 1922'de İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na göndermiştir.[6]
Belgeler, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nı fazlaca sevindirmiş, Bakanlık yetkililerinden Francis Osborne bu belgelerle alakalı olarak 14 Mart'ta şu notu yazmıştır:
"Padişah, Yusuf Kemal'in valizinden çalınan belgelerin suretlerini bizlere göndermekle (İstanbul'la Ankara arasındaki ilişkilerin durumunu) en iyi şekilde gösteriyor.." [7]
Salahi Sonyel'in söylediği benzer biçimde, "Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bu tarz şeyleri harbiden çaldırarak Türkiye'yi işgalinde tutan hasım bir ulusun diplomatik temsilcisine gönderdiyse, milli akıma ve yurdu kurtarma çalışmalarına ihanet etmekle suçlanabilir."[8]
İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve İngiliz Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, laf mevzusu belgeleri Padişah Vahdettin'in, Yusuf Kemal Bey'in çantasından çaldırtıp kendilerine verdiğini söylediklerine ve bu belgeleri açıkladıklarına nazaran, her şey fazlaca net bir halde ortada değil midir?
Türkiye'nin, varını yoğunu ortaya koyarak Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde düşmanı vatandan atmanın hesaplarını yapmış olduğu günlerde, Padişah Vahdettin'in, Mustafa Kemal Atatürk'ün Londra'ya gönderilmiş olduğu Türk heyetindeki "milli sırlar içeren" gizli saklı belgeleri çaldırıp işgalci hasım İngilizlere vermesinin anlamı, tek kelimeyle, "hainliktir"
İşte size Necip Fazıl'ın deyimiyle, "büyük vatan dostu Vahdettin!.."

Bir ulus var koyun sürüsü

Vahdettin'e işgal yıllarında birçok kez istiklal için harekete geçmesi yönünde teklifler yapılmıştır; fakat o bu teklifleri hep reddetmiştir.
Örneğin, 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgalinden sonrasında Celalettin Arif, Rauf Orbay, Balıkesirli Müderris Abdülaziz Mecdi Efendi ve Yalvaçlı Ömer Vehbi Hoca'dan oluşan bir kurul, Vahdettin'i ziyaret ederek ülkenin arasında bulunmuş olduğu konum mevzusunda padişahı uyarmak istemişlerdir. Bu müzakere esnasında Padişah Vahdettin'le kurul üyeleri içinde fazlaca entresan bir diyalog geçmiştir:
Vahdettin: "Ecnebiler, her şeyi yapabilecek vaziyettedirler. Meclisi Mebusan müzakerelerinde sözlerinize hayli dikkat etmelisiniz."
Vehbi Hoca, "Şevketmeab! Millet azimlidir; vatanını da sizi de kurtaracaktır."
Vahdettin, "Hoca, Hoca! Sözlerinize dikkat ediniz! Fiili hadiseler meydandadır. Akıl için yol birdir. Bu adamlar isterlerse yarın Ankara'ya girerler."
Abdülaziz Mecdi, "(Sarayın penceresinden görünen hasım donanmasını göstererek) Bu kafirlerin kudreti şu denizdeki topların menzili içindedir. Millet demir gibidir! Onu yıkamayacaklardır. Padişahım, müsterih olunuz! Millet sonuna kadar savaşım edecektir."
Rauf Bey: "Hoca Efendiler, Zat-ı şahanelerine hakikati arz ediyorlar, Padişahım! Millet sınırları arasında bağımsızlığını ve makamınız kurtarmaya azmetti! Millet sizden bir anlaşmaya imza koymamanızı istirham ediyor! Aksi taktirde akıbet fazlaca tehlikeli görünüyor. Siz sakınca durumda olduğunuz için imza etmeye mecburiyetiniz de yoktur."
Bu laflara sinirlenen Vahdettin, birden ayağa kalkarak soğuk bir ses tonuyla şu şekildeki demiştir:
"Bir ulus var koyun sürüsü... Bir çoban lazım, o da benim!"
Bunlar Vahdettin'in heyete dediği son sözlerdir. Heyet saraydan çıkarken Vehbi Hoca arkadaşlarına şunları söylemiştir:
"Bu erkek nefsini ıslah etmezse akıbeti fenadır! Allah büyüktür! Bu ulus kurtarıcısını bulacaktır! Milleti koyun sürüsü olarak adlandırmak Allah'ın rızasına aykırıdır. Yaşarsak fazlaca şeyler göreceğiz."[9]
Halkı "koyun sürüsü" olarak bulan bir padişahın, o halka inanıp, o halkla beraber vatanın bağımsızlığı için savaşım etmesi beklenebilir mi?

Vahdettin'in Milli Hareket karşıtı beyannamesi

Milli harekete yardımcı olmak şu şekildeki dursun bu hareketi yok etmek için her yolu deneyen Padişah Vahdettin, 20 Eylül 1919 tarihinde yayınladığı bir beyannameyle açıkça Milli harekete karşı bulunduğunu göstermiş; savaşarak değil, teslim olarak kurtuluşa ulaşılabileceğini belirtmiştir.
Vahdettin'in, Mustafa Kemal Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört ay sonrasında yayınladığı bir bildirge, "Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye Anadolu'ya gönderdi!" diyenlerin o "büyük yalanını" da gözler önüne sermektedir.[10] Çünkü bildirge dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, fazlaca yumuşak bir üslupla "hasım karşısında sessiz kalmaktan" laf etmiş olduğu görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için gayret harcamanın naturel bulunduğunu belirten sinsi Vahdettin, lafı döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve sulh konferansından müspet bir netice alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, seviye ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin hakkaniyet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve ABD kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."
Görüldüğü benzer biçimde Padişah Vahdettin'in umudu, halkın sessizlik arasında büyük devletlerin "hakkaniyet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir.
Vahdettin'in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı negatif etkilememesi için harekete geçen Mustafa Kemal Atatürk, birtakım tedbirler almıştır. Fakat Mustafa Kemal Atatürk'ün tüm tedbirlerine rağmen padişahın beyannamesi birtakım bölgelere ulaşmıştır.

Karabekir'in hatası

Milli harekete büyük zararlar verebilecek bu beyannamenin yayılmasında Kazım Karabekir Paşa'nın da büyük gayretleri olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk'le beraber ulusal direniş için yola çıkan Karabekir Paşa'nın ancak dört ay sonraki bu değişimini idrak etmek olanaksızdır doğrusu! Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk'ta, Milli hareket karşıtı bu beyannamenin yurda yayılmasına önayak olan Kazım Karabekir Paşa'yı ağır bir halde eleştirmiştir.
Karabekir Paşa, 21 Eylül 1919'da Trabzon Mevki Komutanı'na gönderilmiş olduğu uzun bir telgrafta Padişah Vahdettin'in Milli hareket karşıtı beyannamesini öve öve bitirememiştir.
İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün Nutuk'ta yer verdiği o ibretlik belge:
"Trabzon Mevki Komutanı'na, Şevketli Padişahımız Hazretlerinin ulusuna karşı yayımladıkları kutlu bildirilerin derhal görevlilere ve halka ulaştırılması gereklidir. Böylece şimdiki hain hükümetin melek yüzlü Padişahımız efendimizi ne denli küstahça ve gözü peklikle aldatmakta olduklarını anlayamayanlar kaldıysa tüm bunlar anlasınlar. Ulusu ve ülkesi için kutlu yüreğinin ne denli büyük bir sevgi ve esirgeyicilikle dolu bulunduğunu yayınlayan bu bildiride en aleni olarak göz alıcı şey, hükümetin haince gidişi üstüne ulusun halifelik katına sunmuş olduğu şikayet yazılarının daha Padişaha bildirilmemiş olmasıdır. Çünkü ulusa ve yurda karşı çektikleri hainlik hançerini bilmiş olsalardı, bu hainleri bir dakika bile yerlerinde tutmayacaklarına, kutlu bildirideki yürekten gelen ifade en büyük tanıktır. Bu hainler bu hakikatı bildikleri için halife efendimizi direkt doğruya ulusla yüz yüze getirmiyorlar. Bunun için ulusa düşen ödev, şanlı Padişaha ebedi sevgi ve bağlılığını durmadan işaret etmek ve sunmakla beraber, tüm ulusun ve ordunun birlik olarak Padişahın laf götürmez haklarını, ulusun ve ülkenin varlığını kurtarmaya çalıştıkları, fakat bu hain hükümetin yasal ve gönülden bağlılığı özetleyen bu davranışı Padişahımız efendimizden gizledikleri, üstelik büsbütün ters bir şekilde gösterdikleri gerçeğini dün karar vermiş olduğu suretiyle halifelik katına aracısız bildirmektir. Erzurum halkının bu yolda yazacakları telin bir örneği oraya bildirilecektir.
15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir"[11]
Kazım Karabekir Paşa'nın Milli harekete karşı açıkça cephe alınan bu bildiriyi "kutlu bildiri" olarak adlandırması ve bu bildirideki sözüm ona "yürekten anlatımı", Damat Ferit'in, Padişahı aldattığına delil olarak göstermesi "inanılacak" değerlendirmeler değildir. Eğer Karabekir Paşa'yı birazcık olsun tanımasak, "latife yapıyor!", "dalga geçiyor!" denilecek türeden açıklamalardır bunlar.[l2]
Vahdettin'in Milli hareketi yok etmeye yönelik bu beyannamesine övgüler yağdırıp, bir de üzerine üstlük yurda yayılmasını elde eden Karabekir Paşa'nın kafasının o günlerde fazlaca komplike olduğu anlaşılmaktadır.
Karabekir Paşa'nın o günlerdeki kafa karışıklığını kanıtlayan başka gelişmeler de vardır. Örneğin, Karabekir, o günlerde Temsil Heyeti'nin Sivas'ın batısına geçmemesini ve Kuvayı Milliye'nin dağıtılmasını istemiştir. Maalesef Karabekir Paşa da Mustafa Kemal Atatürk'ün öteki tabanca arkadaşları benzer biçimde Milli hareket esnasında bazen "yalpalamış", "zikzaklar çizmiştir". Onun bu "Padişah-severliği" devrimler sürecinde de nüksedecektir. Örneğin cumhuriyetin ilanını erken bulmuş, halifeliğin kaldırılmasına ve Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmıştır.
Kazım Karabekir Paşa, Vahdettin'e övgüler yağdırdığı telgrafını şu şekildeki bir eklemeyle Mustafa Kemal Atatürk'e de göndermiştir:
"Bu mevzuda düşünceleriniz var mı? Bu kutlu bildiri, ulusun padişahına hakikatı bildirmesine yine elverişli bir konum yaratmıştır ki, Erzurum halkı hükümetin tüm cinayetlerini sayarak, yine padişaha dileklerini bildirecektir. Bunun örneğini ya çekilmek suretiyle yahut malumat için sayın kurulunuza sunacağım"[13]
Mustafa Kemal Atatürk'e nazaran bu bildirge İstanbul Hükümeti'nin durumunu sağlamlaştırdığı benzer biçimde halk üstünde milliyetçilere karşı negatif bir tesir yaratabilirdi. İşte bu etkiyi en aza indirmek isteyen Mustafa Kemal Atatürk, Padişah Vahdettin'e bir telgraf çekerek, onu bir kez daha Milli hareket mevzusunda aydınlatmıştır. Mustafa Kemal Atatürk laf mevzusu telgrafında ısrarla, hala o hain Damat Ferit'in niçin görevden alınmadığını sormuştur Vahdettin'e:
Mustafa Kemal Atatürk, "Tarihte şimdiye kadar işlenmiş olan ihanetlerin hiçbirisiyle kıyaslanmayacak bir ihanetle halkı birbirinin aleyhinde kışkırtan ve milleti yabancıların ihtiraslarına feda eden bu kabinenin, milletin istememesine karşın hala yerinde kalması büyük felaketleri çayır etmektedir... Onun için derhal Ferit Paşa kabinesi yerine halkın güvenine layık bir hükümetin kurulmasını tüm ulus adına padişahımızdan niyaz ve istirham ederiz." demiştir.[14]
Ancak Padişah Vahdettin kısa bir müddet hariç, nerede ise bütün Kurtuluş Savaşı süresince hain Damat Ferit'i başbakanlıkta tutmuştur.

Vahdettin'in orduyu etkisizleştirme çabaları

Padişah Vahdettin, "İngilizleri memnun etme" politikası gereği, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan derhal sonrasında, 5 Kasım 1918'de ordunun onda dokuzunun terhis edilerek, erlerin memleketlerine gönderilmesine yönelik kararnameyi asla tereddüt etmeden imzalamıştır.[15] Ayrıca İngilizlerin, Ali İhsan Paşa ve Yakup Şevki Paşa benzer biçimde başarı göstermiş komutanları tutuklayarak Malta'ya sürgün etmesine ses çıkarmamıştır. İngilizlerin isteği doğrultusunda orduyu güçsüzleştirme politikası tatbik eden Vahdettin, ondan sonra da Kuvayı Milliye'ye yardım eden Cemal Paşa ve Cevat Paşa benzer biçimde komutanların görevden alınmalarına da göz yummuştur. Vahdettin, ordudaki ulusalcı subayları Süleyman Şefik Paşa vasıtasıyla tasfiye etmiştir.
Vahdettin, bir yandan etken orduları dağıtırken ve ulusalcı subayları etkisizleştirirken, öteki yandan İngiliz isteklerine karşı çıkmayacak, padişah ve hükümetin muhafızlığını meydana getirecek ordular kurmuştur. Örneğin, İstanbul Muhafızlığı ve 25. Kolordu Komutanlığı bu tür bir ordudur. Bütün umudu, İngilizlere ve Paris Barış Konferansı'na bağlayan bu ordu, hiç bir vakit Mustafa Kemal Atatürk'ten ve Temsil Heyeti'nden buyruk almamıştır. Bu muhafızlığın ve ordunun rolü, İstanbul'da asayişin sağlanması, Padişahın korunması, İttihatçıların ve ulusalcıların tutuklanmasıdır.[l6] Bu tür suni ordulardan biri de Askeri Nigehban Cemiyeti'dir. Milli harekete karşı olan bu teşkilat, İzmir'in işgali ondan sonra Ege'de oluşan direniş cemiyetlerini ve subayların bunlara yardımcı olmasını ağır bir halde eleştirerek, ordunun ve subayların çete savaşlarına katılmasının müsait olmadığını bildirmiştir.[l7]
Güdümlü orduların en önemlisi, Milli hareketi yok etmek için kurulan Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)' dir. Bu tür "ihanet" ordularının sonuncusu Kuvayı Seferiye isminde ordudur.
Vahdettin, orduyu etkisizleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Örneğin, Vahdettin'in şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, İzmir'in işgalinden 15 gün sonrasında yayımladığı bir demeçte, "Ordunun rolü oruç tutmaktır!" demiştir.[l8]
Ali Kemal de yazılarında sıkça, "Artık savaş ve darp ile yapılacak bir şey yoktur" demiştir. Şeyhülislamın, "Ordunun rolü oruç tutmaktır!" şeklindeki demecinden üç ay sonrasında, Alemdar'da piyasaya çıkan bir yazıda, "Ordunun beş zaman namazda Padişah'a duadan gayri bir şey bilmemesi lazımdır" denilmiştir.[l9]
İstanbul Müftüsü Dürrizade ise, 11 Nisan 1920'de yayınladığı bir fetvada ulusalcı paşaların öldürülmelerinin dinen "caiz" bulunduğunu ve Kuvayı Milliye'ye karşı savaşım ederken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını bildirmiştir. Ulusalcı subayların rütbeleri indirilmiş, hatta Mustafa Kemal Atatürk'ün nişan ve madalyaları bile geri alınmıştır. Ordu müfettişlikleri kaldırılmış, Kuvayı Milliyeci subayların telgraf hizmetlerinden yararlanması yasaklanmıştır.
İçişleri Bakanı Ali Kemal, 26 Haziran 1919'da yayınladığı bir genelgeyle, valilerin, komutanların verdikleri emirlere uymamasını, uyanların şiddetle cezalandırılacağını bildirmiştir.[20]
Anadolu'daki ulusalcı subaylar türlü vadelerle İstanbul'a çağrılmış, Mustafa Kemal'in "zorla asker topladığı" dedikoduları yayılarak tertipli ordunun kurulması engellenmek istenmiştir. Anadolu'ya gönderilen "araştırma kurullarıyla" ordu kontrol dibine alınmaya çalışılmıştır.[2l]
28 Şubat sürecinden sonrasında Türkiye'de, Türk silahlı kuvvetlerini kontrol dibine alıp etkisizleştirmek isteyenlerle, Kurtuluş Savaşı yıllarında milli orduyu kontrol dibine alıp etkisizleştirmek isteyenlerin benzerliği fazlaca dikkat çekicidir. O günlerde "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola giren işbirlikçiler, bugünlerde de yine "din, iman, hilafet" diyerek emperyalizmle kol kola girmiştir.

Hıyanet ordusu: Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu)

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit'e nazaran Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğindeki Milli hareket (Kuvayı Milliye) bir "isyan" hareketidir ve bir an ilkin bastırılması gerekmektedir! İşte bu amaçla 18 Nisan 1920'de Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) isminde bir ordu kurularak Anadolu'da düşmanla savaşım eden milliyetçilerin üstüne gönderilmiştir. Sina Aksin bu orduyu, "Ulusal hareketi boğmak suretiyle Padişahın kurduğu resmi bir ordu" olarak tanımlamıştır.[22]
Mondros Ateşkes Antlaşması'na tamamen aykırı bir halde bu şekilde bir ordunun kurulması ve silahlandırılması, bu orduyu kuranların (Padişahın ve Başbakanın) İngilizlerden yardım aldıklarını göstermektedir. Çünkü o sırada İstanbul'daki bütün tabanca depoları İngilizlerin kontrolündedir. Anadolu'da kardeşin kardeşi öldürmesi anlamına gelen Kuvayı İnzibatiye projesi, böl ve yönet ilkesi doğrultusunda hareket eden İngiltere'nin emperyalist çıkarlarına tamamen uygundur. [23]
Nitekim, "Kuvayı İnzibatiye birliklerinin silahlandırılması için bizzat Damat Ferit, İstanbul'da İngiliz kontrolündeki Maçka silahhanesinden alınmak suretiyle 600 tüfek, 30.000 piyade fişeği ve 800.000 makineli tüfek mühimmatı verilmesi için İngiliz Başkomutanlığı'ndan bir belge almıştır. Bundan başka, Kuvayı İnzibatiye, Sapanca yönünde, 14 Haziran 1920 günü taarruza hazırlanırken bozulup geri atılınca İzmit bölgesindeki 242. İngiliz tugayının tel örgüler ve siperler ile tahkim edilmiş mevzisinden faydalanmıştır."[24] 18 Nisan 1920 tarihindeki kararnameyle, Kuvayı İnzibatiye'nin nitelikleri, müessese amacı ve askerlere verilecek maaşlar belirlenmiştir. Buna nazaran gaye Kuvayı Milliye'yi yok etmektir! Devletin silahlı gücü olarak tanımlanan Kuvayı İnzibatiye, Harbiye ve Dahiliye Nezaretlerine bağlı olacaktı. Bazı emekli subayların da katılmış olduğu bu ordu, gönüllülük esasına nazaran oluşturulmuştu. Tümen olarak kurulan Kuvayı İnzibatiye, üç piyade alayı ve bir topçu taburundan oluşmaktadır. Toplam mevcudu 12.000 şahıs olarak düşünülmüştür. [25] Kuvayı İnzibatiye'ye gönüllü olarak yazılan subay ve askerlere fazlaca iyi bir maaş verileceği duyurulmuştur. [26] Erlere 30, çavuşlara 35, başçavuşlara 40, teğmenlere 60, üsteğmenlere 70, yüzbaşılara 80, kıdemli yüzbaşılara 90, tabur komutanlarına 100, alay komutanlarına 150 lira aylık verilecektir. [27] Fakir halk, yüksek maaşlarla bu orduya katılmaya teşvik edilmiştir.
Türk ulusu yokluk ve fakirlik arasında, vatan ve namus mücadelesi vermeye çalışırken, İstanbul Hükümeti kaynaklarını bu İngiliz destekli derme çatma ordunun haince askeri amaçlarına harcamıştır. Bu qüç için 1.250.850 lira tahsisat ayrılmıştır. [28]
Kuvayı İnzibatiye'nin en mühim eksikliği "gönüllülük" esasına dayalı "maaşlı" bir ordu olmasıdır. Yani, bu orduya katılanların öncelikli amacı paradır. Durum bu şekilde olunca bir an ilkin görevlerini yapmış olup sağ bilgin geri dönmek istemektedir. Ayrıca kafaları da kötü şekilde karışıktır; bundan dolayı İstanbul İngiliz işgali altındayken onlar kendi kardeşlerine kurşun sıkmak için Anadolu'ya gitmektedirler! Şeyhülislam Dürrizade'nin, Anadolu'daki ulusalcı liderlerin ve Kuvayı Milliyecilerin öldürülmelerinin dinen caiz bulunduğunu ve onlara karşı savaşırken ölenlerin şehit, kalanların gazi olacağını duyuran fetvası bu orduya alınması artıran en mühim etkenlerden biridir.
Kuvayı İnzibatiye'nin başına Mustafa Kemal Atatürk'ü "isyancı" olarak adlandıran Süleyman Şefik Paşa, Kurmay Başkanlığı'na da Erkânıharp Miralayı Refik (Yaltkaya) getirilmiştir.
Süleyman Şefik Paşa, İstanbul Hükümeti'nin Anadolu'daki orduları etkisizleştirmek için oluşturduğu kurullardan birinin başkanı olarak 5 Ağustos 1919'da Konya'ya gitmiş, ertesi gün İstanbul'a gönderilmiş olduğu telgrafta, Anadolu'daki Milli Hareketin sanıldığı kadar kuvvetli olmadığını şayet kendisi Harbiye Nezareti'ne getirilirse Milli hareketi kısa müddette bitireceğini belirtmiştir.[29] Bunun üstüne Süleyman Şefik Paşa, 14 Ağustos 1919'da da Harbiye Nazırı yapılmıştır. [30] Harbiye Nezareti'ndeki birtakım kişilerin Kuvayı Milliye'yi el altından desteklediği yolundaki dedikoduların izini devam eden Süleyman Şefik Paşa, derhal öneri hareketine başlamış; İstanbul Muhafızlığı, Genelkurmay İkinci Balkanlığı ve Harbiye Nezareti Müsteşarlığında değişimler yapmıştır. Önce, Milli harekete sıcak bakan Cevat Paşa'yı görevden alarak Hadi Paşa'yı atamıştır. [31]
Daha sonrasında da Milli hareketin genelkurmaydaki gözü kulağı durumundaki İsmet Paşa'yı genelkurmaydaki tüm görevlerinden almıştır. [32]
Süleyman Şefik Paşa böylece Anadolu'daki komutanları ve Milli hareketi güçsüzleştireceğini düşünmüştür. Göreve geldiği 14 Ağustos 1919'da askeri birliklere, "güvenliği bozanlara karşı mülki makamların istedikleri yardımın derhal yapılmasını" emretmiş ve ordu müfettişlerinin idarecilere direktif verme yetkisini kaldırmıştır. Süleyman Şefik Paşa'nın tüm bu icraatlarını Padişah Vahdettin, 19 Ağustos 1919'da onaylamıştır.[33]
Süleyman Şefik Paşa, askerlere yayınladığı bir beyannamede kanunlara uymalarını ve hiç bir derneğe yahut partiye yaklaşmamalarını bildirmiştir. I. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya yazdığı bir emirde ise yurt savunmasına geçen subayları yakınma etmiştir. [34]
Kuvayı İnzibatiye'nin başına getirilen Süleyman Şefik Paşa'ya fazlaca geniş yetkiler verilmiştir. [35]
Kuvayı İnzibatiye adına 54 subay ve 790 er toplanmıştır. Sonradan subay sayısı 94'e yükselmiştir. Yeni katılımlarla er sayısı da 2000'e yaklaşmıştır. Kuvayı İnzibatiye'nin birinci alayı 29 Nisan 1919'da İzmit'e gelmiş olarak karargah kurmuştur. İkinci alayı da İzmit limanında demirli Yavuz Zırhlısı'na yerleşmiştir.[36]
Mayıs ayı başlangıcında Süleyman Şefik Paşa'nın İzmit'e gelmesi ve öteki alayların da bölgeye ulaşmasıyla hazırlıklar tamamlanmıştır. Ancak bu sırada İzmit'e mutasarrıf olarak atanan Ahmet Anzavur, "bu orduyu destekle..." talimatı alınca, Kuvayı İnzibatiye karargahı olarak kullanılan Yavuz zırhlısına gelmiştir. Süleyman Şefik Paşa'ya, istediği vakit bu ordunun başına geçebileceğini söylemiş olan Anzavur'un gelişi komuta heyetinde hayret yaratmıştır. [37]
Zaten doğru dürüst bir planı ve programı olmayan Kuvayı İnzibatiye'de liderlik tartışması baş gösterince Süleyman Şefik Paşa komutanlık görevinden çekilme ederek İstanbul'a dönmüştür.[38] Onun yerine Kuvayı İnzibatiye'nin başına Suphi Paşa atanmıştır. Bu sırada Kuvayı İnzibatiye Ordu su'nun idaresini ele geçiren Anzavur, 2000 benlik bir kuvvetle 10 Mayıs'ta Adapazarı'nı, 13 Mayıs'ta Kadırga'yı ele geçirmiş, Bolu-Düzce isyanından da yararlanarak 14 Mayıs'ta Gevye'ye saldırmıştır. Anzavur, bir ara İstanbul'a telgraf çekerek orduya maddi yardımcı sağlanmasını istemiştir. [39]
Anzavur'un amacı Eskişehir yolunu ele geçirip oradan Ankara'ya yürümekti. Aznavur, 17 Mayıs'ta Geyve boğazını ele koymak için hareket etmistir. Ancak bölgeyi savunmakla sorumlu Ali Fuat Paşa'nın asla beklemediği bir noktadan, İkramiye yönünden saldırıya geçmiştir. Buradaki otuz askere rağmen Anzavur'un emrinde 300 süvari vardır. Ali Fuat Paşa, bu durumda o otuz askerle Aznavurla savaşım etmek zorunda kalmıştır. [40]
Bu sırada ambardan çıkartılarak mevziye yerleştirilen bir makineli tüfeğin başına Ali Fuat Paşa'nın yaveri İdris Çora geçmiş ve asilerin istasyona girmesini otuz dakika geciktirmiştir. İki saatten fazla geçindiren bu direniş nihayetinde bir yandan süvari bölüğü, öteki yandan yüz benlik Yüzbaşı Mesut Bey Müfrezesi ve Demirci Efe'nin atlı zeybekleri yetişmiş ve Anzavur'un kontrolündeki Kuvayı İnzibatiye birlikleri geri püskürtülmüştür. [41]
20 Mayıs'ta, Anzavur'u "kutlamak" için İzmit'e gelen Damat Ferit büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. 23 Mayıs'ta harekete geçen Ali Fuat Paşa'nın kuvvetleri, Kuvayı İnzibatiye'nin artıklarını dağıtarak Adapazarı ve Sakarya'yı geri almış, ek olarak 4 top ve 4 makineli tüfek ele geçirmiştir. [42] Bu yenilginin peşinden Anzavur'un İstanbul'a dönmesi, askerlerin moral bozukluğu, birtakım askerlerin saf değiştirerek ulusalcıların tarafına geçmesi benzer biçimde gelişmeler ve bu sırada meydana getirilen öteki saldırılardan da netice alınamaması üstüne 25 Haziran 1920'de Kuvayı İnzibatiye Ordusu'na resmen son verilmiştir.[43]
Ali Fuat Paşa, anılarında Kuvai İnzibatiye'yle meydana getirilen çatışmaları tüm detaylarıyla anlatmıştır. [44]
Bu anılar okunduğunda bu hıyanet ordusunun iyi mi güçlükle durdurulabildiği, fazlaca daha iyi anlaşılacaktır.
Kuvayı İnzibatiye'nin en büyük "cinayetlerinden" biri, Mustafa Kemal Atatürk'ün emrinde Milli harekete yardımcı olan Yahya Kaptan'ın katledilmesi olmuştur. Yahya Kaptan'ı pusuya düşürerek tutuklayan Kuvayı İnzibatiyeciler, Yahya Kaptan, elleri arkadan bağlı şekilde su içerken, Kuvayı İnzibatiye ordusunun üsteğmenlerinden Abdurrahman Efendi tarafınca kalleşçe arkadan vurulmuştur (8 Ocak 1920). Bu sırada son bir gayretle başını kaldıran Yahya Kaptan'ın son lafı, "Kalleşler!.." olmuştur... [45]
Mevlanzade Rıfat, K. Mısıroğlu, H. Hüseyin Ceylan, N. Fazıl Kısakürek benzer biçimde Vahdettinci yazarlara bakılırsa Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için "göstermelik" bir görevle ve geniş yetkilerle Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiştir. Bu Vahdettinci yazarların, hiç bir somut belgeye dayanmadan, üstelik de Padişah Vahdettin'in, Damat Ferit ve İngilizlerle beraber Milli hareketi yok etmek için yapmış olup ettikleri ortadayken bu şekilde bir sav ileri sürebilmeleri cidden "komik" bir durumdur. İşte bu komikliğin bilincinde olan bu Vahdettinci yazarlar, laf mevzusu "güdük" tezlerini ispat etmek için bazı tanıklıklara, anılara dayanmışlardır.
Bu tanıklar şunlardır: Mütareke süreci polislerinden Radi Azmi Yeğen, Fevzi Çakmak'ın eşi Fıtnat Çakmak, Erzurum Kongresi Sivas Delegesi Fazlullah Moran, Mustafa Kemal Atatürk'ün tabanca arkadaşlarından Refet Bele, Abdülaziz'in torunlarından Şehzade Mahmut Şevket Efendi, Çankaya Köşkü garsonlarından Cemal Granda. Ayrıca Nihal Atsız ve Necip Fazıl'ın "öteden beriden duyduklarını" iddia ettikleri bir ekip dedikodular... Bu anıları bir bir çözümleme eden Turgut Özakman, bir kısmının uydurma, bir kısmının çarpıtma, bir kısmının da mantık hatalarıyla dolu yakıştırmalardan ibaret bulunduğunu tüm delilleriyle gözler önüne sermiştir.[4]

Şimdi bu "komik" ve "güdük" yalanı deşifre edelim.
"Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderdi!" diyen Vahdettinci yazarları tekrar bizzat Vahdettin yalanlamıştır. Şöyle ki, Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayınladığı beyannamede Mustafa Kemal Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için seçerek Anadolu'ya göndermediğini, "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen kabineye uydum" diyerek itiraf etmiştir.[5]
Ayrıca Vahdettin'e oldukça yakın olan Başkatip Ali Fuat Bey de anılarında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı planladığına yönelik en küçük bir malumat kırıntısına bile yer vermemiştir.[6]
Anılarında Vahdettin'le alakalı oldukça minik ayrıntılara bile yer veren Ali Fuat Bey'in bu şekilde mühim bir noktayı kaçırması imkansızdır.
Son zamanlarda "resmi tarih eleştirisi" ismi altında birtakım tarihçiler ve yazarlar yine bu "güdük tezi" dillendirmeye başlamışlardır. Örneğin Murat Bardakçı, Vahdettin'i anlattığı "Şahbaba" isimli kitabında "Mustafa Kemal Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiğini" ispat etmek için birçok belge yayınlamıştır.
Bardakçı'nın "yeni bir şey keşfetmiş benzer biçimde" davranması oldukça anlamsızdır; şundan dolayı Mustafa Kemal Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderilmiş olduğu esasen malum bir gerçektir. Bu doğruyu 1926 senesinde bizzat Mustafa Kemal Atatürk, Falih Rıfkı Atay'a açıklamıştır.
Mustafa Kemal Atatürk, Damat Ferit Hükümeti'nin, Padişah Vahdettin'in ve İngilizlerin bilgisi dahilinde hatta "İngiliz vizesiyle" Anadolu'ya geçmiştir. Evet! Mustafa Kemal Atatürk'ü Padişah Vahdettin Anadolu'ya göndermiştir! Burada kilit sual şudur? Peki fakat niye göndermiştir? Git Kurtuluş Savaşı'nı başlat, düşmanla cenk diye mi? Yoksa git, bölgedeki karışıklıkları önle, asayişi sağla diye
mi?
Cevap bulunması ihtiyaç duyulan sual "Mustafa Kemal Atatürk'ü kim gönderdi?" sorusu değil, "Mustafa Kemal Atatürk niye gönderildi?" sorusudur.
Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesindeki son halkadır. Her şey İngilizlerin isteğiyle başlamıştır. Mustafa Kemal Atatürk, kabinedeki ve genelkurmaydaki nüfuzlu dostlarını devreye sokarak atamasını yaptırmış, yetkilerini genişletmiş, Damat Ferit'i ikna ederek ve stratejik hamlelerle İngilizleri "uyutarak", Anadolu'ya geçmeyi başarmıştır. Vahdettin, sonradan bizzat itiraf etmiş olduğu benzer biçimde, hükümetin yapmış olduğu atamayı ancak onaylamıştır; tamamı bu!
Şimdi tüm bu periyodu adım adım izleyelim:

İngilizlerin isteği

Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. Maddesi'ne bakılırsa, "Karışıklık çıkan bölgeler İtilaf devletleri tarafınca işgal edilecektir". Bu maddeye dayanarak Anadolu'da birçok yeri işgal eden İtilaf devletleri, "kargaşalık çıkmaması" mevzusunda birçok defa ağır bir üslupla hükümeti uyarmıştır. İngilizlerin emperyalist emelleri açısından Karadeniz bölgesi ve Kafkaslar oldukça önemlidir; şundan dolayı Kafkaslardaki organik kaynakları ve Hindistan tecim yolunu test etmenin biricik yolu bu bölgeyi test etmektir. Kafkaslara ve Güney Asya'ya oluşturulan bir koridor durumundaki Karadeniz bölgesi ve Karadeniz limanları İngilizleri oldukça fazla ilgilendirmektedir. Bu nedenle İngilizler, 26 Aralık 1919'da Batum'u işgal etmişler ve o bölgedeki 9. Ordu'nun terhisi ve silahların teslimi işlerinin yavaş gittiği nedeni öne sürülerek bu ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp, yerine emirleri uygulayacak birinin getirilmesini istemişlerdir.[7]
İstanbul hükümeti asla vakit kaybetmeden İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir. İngilizler, Ermenilerin yaşamış olduğu doğudaki altı ille de hususi olarak ilgilenmişlerdir; şundan dolayı Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 24. maddesine bakılırsa bir kargaşalık niteliğinde oralar işgal edilebilecektir.
İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından derhal sonrasında Kafkaslardan, Doğu illerinden ve Karadeniz'de bilhassa Samsun'dan yakınma etmeye başlamışlardır. Mütareke periyodunun en huzursuz ve komplike yerlerinden biri Samsun'dur. Bu karışıklığın temel sebebi bölgenin etnik yapısı ve Pontus Rum çetelerinin faaliyetleridir. Rum çetelerine karşı kurulan Türk çetelerinin çatışmaları, mütarekenin başından beri İngilizlerin dikkatini çekmiştir.[8]
İngiliz Calthorpe ve Amet 1918 Kasım sonlarında, "Samsun'da mütareke hükümlerinin hemen hemen uygulanmamış bulunduğunu ve Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını" iddia etmişlerdir. [9]
Ocak'ta Amerikan Tobacco Company, Londra'ya gönderilmiş olduğu bir raporda "Bütün Müslümanların ve bilhassa köylülerin silahlandırıldığını" bildirmiştir. Bunun üstüne Forcign Office, "Bu durumun vapur yada tabanca gönderilerek düzeltilmesi için lüzumlu tedbirin alınıp alınamayacağını" sormuştur.Bu soruya Webb, 13 Ocak'ta, "Normal şartlara dönüş için tüm bölgenin tamamıyla silahsızlandırılması gereklidir. Bu da sadece büyük bir askeri kuvvetle yapılabilir" benzer biçimde yanıt vermiştir.[l0]
Bunun üstüne İngilizler, 9 Mart 1919'da Samsun'a 200 benlik minik bir askeri birlik çıkarmışlar, 50 benlik bir müfrezeyi de Merzifon'a göndermişlerdir.[11]
Ayrıca Teğmen Perring ve Yüzbaşı Hurst de araştırmalarda bulunmak için bölgeye gönderilmiştir. [12]
İngilizlerin Samsun'a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmiş, 17/18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü'ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle beraber dağa çıkmıştır.[l3]
Teğmen Hamdi Bey'in savaşım etmek için dağa çıkması İngilizler açısından bardağı taşıran son damla olmuş, İngiliz yetkililer, hükümetin bir an ilkin bölgede asayişi sağlamasını, aksi şekilde meydana gelecek olayların kararına katlanması gerekeceğini belirtmiştir.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Harbiye Nazırlığı'na bir nota vermiştir. Notanın içinde ne olduğu şöyledir:

1 - Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi oldukça yavaş gitmektedir.
2 - Bu yörelerde, Kars'ta olduğu benzer biçimde baştan başa şuralar kurulmuştur.
3 - Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.
4 - Bu gelişmeler, Ermenistan hakkındaki verilecek karara karşı dercetmek için İttihatçı-Jön Türklerce örgütlenmektedir.[l4]

Bu İngiliz notasının sonucunda Amiral Calthorp'e, "Gereken her türlü önlemin hemen alınmasını, ilgililere buyruk ve direktif verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını" bildirmiştir.[15]
Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit'e gönderilmiş olduğu resmi yazıyla yetinmemiş, Padişah Vahdettin'le de görüşerek, "Karadeniz'deki karışıkların bastırılması mevzusunda" ona da kati uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin'e, "Yüksek yetkiler haiz askeri bir kurulun, başlarında kabiliyetli bir generalle hemen vazife yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu'yu disiplin dibine almasını" söylemiştir.[l6]
Aynı hafta arasında, 25 Nisan 1919 Cuma günü, İngiliz Komiser Vekili Amiral Webb de Sadrazam Damat Ferit'i ziyaret ederek aynı istekleri tekrarlamıştır. [17]
Damat Ferit, İngiliz yetkililere, bu probleminin en yakın zamanda çözüleceğini bildirmiştir. [18]
O günlerde Osmanlı yönetiminin en oldukça dikkat etmiş olduğu nokta Paris Barış Konferansı'nda Osmanlının aleyhine kullanılabilecek bir durumun oluşmamasıdır. Bu bakımdan bilhassa İngilizlerin memnun olması oldukça önemlidir. Bu amaçla İngilizlerin 21 Nisan tarihindeki notasına müsait olarak Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde asayişi sağlayacak önlemler alınmalıdır. Zaman kaybetmeden kuvvetli bir komutan bölgeye gönderilerek, asayiş sağlanmalı ve Paris Barış Konferansı öncesinde İngilizler memnun edilmelidir.
Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin işte bu düşünceler arasında Mustafa Kemal Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermişlerdir.

Mustafa Kemal Atatürk'e verilen vazife ve yetkiler şunlardır:

1 - Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik nedenlerinin saptanması.
2 - Silah ve cephanenin biran ilkin toplattırılıp koruma dibine alınması.
3 - Şuralar var ise ve asker topluyorsa, bunun ne olursa olsun engellenmesi.
4 - Şuraların kapatılması.
Görüldüğü benzer biçimde Padişah Vahdettin, Vahdettinci yazarların iddia etmiş olduğu benzer biçimde "durup dururken bir vazife buluş edip Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiş" değildir; Vahdettin direkt doğruya İngilizlerin "notası" ve "isteği" üstüne harekete geçmiştir. Görev ve yetkilerden de anlaşılacağı benzer biçimde Mustafa Kemal Atatürk'ten istenen ve beklenen Anadolu'da bir direniş başlatmak değil, tam bilakis süregelen direnişleri yansız hale getirmektir.
Mustafa Kemal Atatürk'e geniş yetkiler verildiği doğrudur. Ancak Vahdettinci yazarların, Vahdettin'in, Mustafa Kemal Atatürk'e bu geniş yetkileri, "gizlice tüm yurtta direnişi örgütlemesi" amacıyla verdiği iddiaları yalandır. Çünkü bu yetkilerin geniş olmasının iki sebebi vardır.
Birincisi, 21 Nisan 1919 tarihindeki İngiliz notasında ancak Karadeniz bölgesinden değil şark illerinden de laf edilmektedir. Yani yetkilerin geniş tutulmasının birinci sebebi, doğudan
İngiliz notasıdır. İkincisi de bu yetkileri Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla yapmış olduğu müzakere sonucunda bizzat Mustafa Kemal Atatürk genişletmiştir.[19]
Mustafa Kemal Atatürk'e mülki (idari) yetkiler verilmesinin sebebi ise, tekrar İngiliz notasında belirtilen "şuralara" son verebilmesi içindir. Mustafa Kemal Atatürk'ün, bu sivil örgütlere son verebilmesi için, askerler haricinde sivillere de buyruk verebilmesi gerekir.
Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk'ün Batı'ya veya İç yerlere değil de Karadeniz'e, doğuya gönderilmesi, onu gönderenlerin tamamen İngiliz istekleri doğrultusunda hareket ettiklerini kanıtlamaktadır.[20]

Peki fakat Vahdettin niçin bu vazife için Mustafa Kemal Atatürk'ü seçmiştir? Neden Mustafa Kemal Atatürk gönderilmiştir?
Öncelikle Mustafa Kemal Atatürk'ü seçen Vahdettin değildir, kendisinin de bizzat itiraf etmiş olduğu benzer biçimde, Mustafa Kemal Atatürk'ü hükümet bu göreve getirmiş, Vahdettin ancak bu atamayı onaylamıştır. Vahdettin bu atamayı niçin onayladı?sorusuna yanıt vermeden ilkin, Damat Ferit Hükümeti niçin bu göreve Mustafa Kemal Atatürk'ü seçti? sorusuna yanıt verelim.
Bu mevzuda Mustafa Kemal Atatürk'ün çabaları belirleyici olmuştur. İşgal İstanbul'unda bulunmuş olduğu 6 aylık müddette Mustafa Kemal Atatürk'ün kafasının bir köşesinde hep Anadolu'ya geçerek "direniş" başlatma düşüncesi vardır. Bu amaçla İttihatçı yer altı örgütleriyle münasebet kurarak "Anadolu'ya gizli saklı geçiş planı" üstünde çalışmıştır.
Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan benzer biçimde kişilerle İstanbul'da gizli saklı görüşmeler yaparak "Gebze Kocaeli yolunun" test edilmesini istemiştir. Yaveri Cevat Abbas Gürer, Mustafa Kemal Atatürk'ün Gebze-Koacaeli yolu üstünden gizlice Anadolu'ya geçmeyi düşündüğünü, bu mevzuda her türlü hazırlığı yaptığını belirtmiştir.[21]
Bir yandan Anadolu'ya "gizli saklı geçiş planı" üstünde çalışan Mustafa Kemal Atatürk, öteki yandan güvenilmiş olduğu dostlarıyla Şişli'deki evde görüşmeler yaparak bir "kurtulma planı" hazırlamıştır. İşte bu görüşmeler esnasında hükümetteki ve genelkurmaydaki nüfuzlu dostlarını devreye sokarak müfettişlik görevini almayı başarmıştır. Şöyle ki, Mustafa Kemal Atatürk yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa vesilesiyle Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Mehmet Ali Bey'le tanışmış, ve birkaç defa Şişli'deki evde Mehmet Ali Bey'le görüşüp nabzını yoklamıştır. Daha sonrasında da Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Avni Paşa'yla diyalog kurmuştur. Sonra da yaveri Cevat Abbas vesilesiyle Harbiye Nazırı Şakir Paşa'yla münasebet kurmuştur. Ayrıca daha ilkin farklı cephelerde beraber savaşım etmiş olduğu Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla irtibata geçmiştir. İşte Mustafa Kemal Atatürk, hükümetteki bu tanıdıklarını kullanarak Damat Ferit'e ulaşmıştır. İngilizlerin hükümete ültimatom verdiği günlerde Damat Ferit, "Acaba Anadolu'ya kimi göndersek?" diye düşünürken devreye giren Mehmet Ali Bey'in, Damat Ferit'e telkinleri hemen sonra ve Avni Paşa, Şakir Paşa ve Kazım İnanç Paşa'nın onayıyla, vazife Mustafa Kemal Atatürk'e verilmiştir. Ancak Damat Ferit oldukça temkinlidir, ilkin Mustafa Kemal Atatürk'le birkaç müzakere yapmış, hatta onu İngilizlere bile sormuş, hükümete ve padişaha bağlılığına kanaat getirince Mustafa Kemal Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişliği görevine getirmiştir.[22]
Bu sırada Mustafa Kemal Atatürk, genelkurmaydaki güvenilmiş olduğu arkadaşları Kazım Paşa ve Fevzi Paşa'dan yardım istemiştir.
Örneğin Fevzi Paşa, İngilizlere, bu karışıkları sadece Mustafa Kemal Atatürk'ün önleyebileceği mevzusunda telkinlerde bu-lunmuştur.[23]
Mustafa Kemal Atatürk'ün İstanbul'da kalmış olduğu 6 ay süresince izlediği "stratejik İngiliz politikası" da buna eklenince, Mustafa Kemal Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesine İngilizler de itiraz etmemiş, hatta ona vize bile vermişlerdir.
Mustafa Kemal Atatürk ayrıca genelkurmayda Fevzi Paşa ve Cevat Paşa'yla gizli saklı bir "üçlü müzakere" yaparak, Anadolu direnişi mevzusunda onlarla anlaşmıştır.
29 Nisan 1919 Salı günü Mustafa Kemal Atatürk'e 9. Ordu Müfettişliği rolü verilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk genelkurmaya çağrıldığında görevin detaylarını öğrenmek için Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla görüşerek yetkilerini birazcık daha genişletmeyi başarmıştır. Yetki belgesini cebine koyup Kazım İnanç Paşa'nın yanından çıkarkenki duygularını 1926 senesinde Falih Rıfkı Atay'a, "Tarih bana o şekildeki uygun şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim vakit ne kadar bahtiyarlık duydum, tanım edemem. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş benzer biçimde idim" diyerek anlatmıştır.[24]
Harbiye Bakanlığı, Mustafa Kemal Atatürk'ün Anadolu'ya atanması kararını 30 Nisan 1919'da Padişah Vahdettin'e arz etmiştir.[25] "Mustafa Kemal Atatürk'ün 9. Ordu Mü-fettişliği'ne Tayini Hakkındaki İrade" aynı gün saraydan çıkmıştır.[26]
Mustafa Kemal Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesiyle alakalı kararname 4 Mayıs 1919 Pazar günü Meclisi Vükela (Bakanlar Kurlu)'da görüşülüp kabul edilmiştir.
Şimdi de "Vahdettin Mustafa Kemal Atatürk'ün bu göreve getirilmesini niçin kabul etti?" sorusuna yanıt verelim. Bu durumun belli başlı nedenlerini şu şekildeki sıralamak mümkündür:
1 - İngilizlerin oldukça önemsedikleri bu zor rolü Mustafa Kemal Atatürk'ün yerine getirebileceğini düşünmesi:
Vahdettin, askerlik geçmişindeki başarılardan ötürü Anadolu'da tanınan Mustafa Kemal Atatürk'ün bu rolü kolayca yerine getireceğini düşünmüştür. Paris Barış Konferansı arifesinde işini şansa bırakmak istemeyen Vahdettin, İngilizlerin oldukça ehemmiyet verdikleri bu rolü Mustafa Kemal Atatürk'e vermeyi doğru bulmuştur.
2 - Mustafa Kemal Atatürk'ü tanıması ve ona güvenmesi:
Vahdettin, 1917 Almanya gezisinden beri Mustafa Kemal Atatürk'ü tanımaktadır. Mustafa Kemal Atatürk o tarihten itibaren hep bir biçimde Vahdettin'in yanında olmuştur. Bir ara Padişahın "Fahri yaverliğini" yapmıştır. "Bir fahri yaveri hazreti şehriyarinin efendisine karşı başkaldırı edebilmesi her ikisi için de (Vadettin ve Damat Ferit) tasarım edilmeyecek bir şeydi". [27]
Ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk, 13 Kasım 1918'-de İstanbul'a ulaştıktan sonra tam 8 defa Padişah Vahdettin'le görüşmüştür. Hatta bir ara Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmesi gündeme gelmiştir. [28]
Bu nedenle azca oldukça padişahın itimatını kazanmıştır.
3 - Mustafa Kemal Atatürk'ün İttihatçı Olmaması: 21 Nisan tarihindeki İngiliz ültimatomunda, doğudaki Ermeni karşıtı olayların, Ermeni karşıtı İttihatçı Jön Türklerce örgütlendiği belirtilmiştir. Bu
nedenle bu göreve getirilecek bireyin İttihatçı olmaması gereklidir. Ayrıca Padişah Vahdettin de İttihatçılara ve Enver Paşa'ya düşmandır. İşte bu aşamada Mustafa Kemal Atatürk'ün İttihatçı olmaması ve
Enver Paşa'ya karşı olması, bu göreve getirilmesinde müessir olmuştur.
4 - Alman karşıtlığı: Bir Alman karşıtı olan Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk'ün de Almanya'ya sıcak bakmadığını bilmektedir. Özellikle katıksız bir İngiliz yanlısı olan Damat Ferit açısından Mustafa Kemal Atatürk'ün Alman karşıtlığı oldukça mühim bir durumdur. [29]
5 - Mustafa Kemal Atatürk'ün İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenmesi: Mustafa Kemal Atatürk, 1926 senesinde Falih Rıfkı Atay'a, Anadolu'ya gönderilmesinin sebeplerinden birinin de İstanbul'dan uzaklaştırılmak bulunduğunu belirtmiştir: "Vahdettin kabinlerinde benim için iki zıt düşünce vardı:
Biri beni lehlerine kazanmaya çalışanlar, öteki hiç bir surette güvenilmemesi icap ettiğini iddia edenler!
Aylarca münakaşalardan sonrasında hangi düşünce hak kazanmış hatırlar misiniz: Mustafa Kemal'e güvenilmez! İstanbul'da bazı menfi telkinler, bir ihtimal hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa Kemal'i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üstünde mutabık kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım, beni kutlama ettiler. Beni İstanbul'dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi." [30]
Mustafa Kemal Atatürk'ün işgal İstanbul'undaki altı aylık dönemdeki yoğun temasları ve gizli saklı çalışmaları, hatta hükümete ve padişaha karşı "darbe" hazırlıkları, bazı çevreleri rahatsız etmiş olabilir. Bu durumda İstanbul Hükümeti'nin ve İngilizlerin Mustafa Kemal Atatürk'ü tutuklayacakları düşünülebilir. Ancak, kamuoyunca tanınıp oldukça sevilen Çanakkale kahramanı bir subayı tutuklamanın hem İngilizlerin bununla birlikte İstanbul Hükümeti'nin başını ağrıtacağı muhakkaktır. Bu durumda yapılabilecek en zekice iş onu İstanbul'dan uzaklaştırmaktır. [31]
Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya göndererek bir taşla iki kuş vurmayı planlamışlardır. Şöyle ki; Padişah ve Sadrazam, hem İngilizlerin verdiği ültimatom doğrultusunda bir an ilkin Anadolu'daki karışıklıkları önlemek, (Burada Mustafa Kemal Atatürk'ün askerlikteki şöhretinden istifade etmek istemişlerdir) bununla birlikte İstanbul'da "her işe burnunu sokan" bu paşadan kurtulmak istemişlerdir.[32]
6 - Damat Ferit'in lafından çıkmaması: Vahdettin'in bu görevlendirmeyi kabul etmesinin gözden kaçan sebeplerinden biri de, Padişahın adeta Damat Ferit'in kuklası durumuna gelmiş olması, onun her söylediğini kabul etmesidir. Dolayısıyla Damat Ferit, Mustafa Kemal Atatürk'ü bu göreve atayınca Vahdettin buna itiraz etmeyi düşünmemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk Nutuk'ta bu "Samsun'a gidiş" mevzusuna şu şekildeki sarahat getirmiştir: "Onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler, ne pahasına olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe 'Samsun ve dolaylarındaki emniyet vakalarını yerinde görüp önlem almak suretiyle Samsun'a kadar gitmem idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiç bir mahzur görmediler. O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimseyle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki mevzusu ile alakalı emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonrasında imzalamaya çekinmiş, anlaşılır, anlaşılmaz bir halde mührünü basmıştır."
Görüldüğü benzer biçimde ilkin İngilizler, bir notayla Hükümetten ve Padişahtan Karadeniz'deki ve Doğu Anadolu'daki karışıklıklann bir an ilkin önlenmesi istemişler, Sonra Sadrazam Damat Ferit bu doğrultuda bir müfettiş ararken, Mustafa Kemal Atatürk'ün şahsi girişimleri hemen sonra yazışma kurduğu İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey benzer biçimde birtakım hükümet üyeleri devreye girerek bu müfettişin Mustafa Kemal Atatürk olabileceğini belirtip Damat Ferit'i ikna etmişler ve böylece bu vazife Mustafa Kemal Atatürk'e verilmiştir. Ve en son da bu görevlendirmeyi, yukarıdaki nedenlerden ötürü, Padişah Vahdettin de onaylamıştır.

Paşa, Paşa Devleti kurtarabilirsin

"Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk'ü Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya gönderdi" diyen Vahdettinci yazarların kendilerince en kuvvetli kanıtı, Mustafa Kemal Atatürk'ün Vahdettin'le yapmış olduğu son görüşmede, Vahdettin'in Mustafa Kemal Atatürk'e,"Paşa Paşa devleti kurtarabilirisin!" demiş olmasıdır.
İstanbul'da kalmış olduğu altı ay süresince birçok defa Padişah Vahdettin'le görüşen Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a hareket etmeden bigün ilkin, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yıldız Sarayı'na giderek Padişah Vahdettin'le görüşmüştür.
Mustafa Kemal Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 senesinde Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır:
Şimdi Mustafa Kemal Atatürk'e kulak verelim: "Yıldız Sarayı'nın küçük bir salonunda Vahdettin'le adeta diz mısra denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üzerinde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru oluşturulan penceresinden gördüğümüz görünüm şu: Birbirine paralel hatlar üstünde hasım zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımız sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu laflarla konuşmaya başladı:
'Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete oldukça hizmet ettin. Bunların tamamı artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üzerine bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir.' (O vakit bunun bir tarih kitabı bulunduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). 'Bunları unutun' dedi. 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!"[33]
İşte, Vahdettin'in, ağzından dökülen, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" cümlesini, "Vahdettin'in Mustafa Kemal Atatürk'ü gizli saklı bir planla Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderilmiş olduğu" biçiminde yorumlayanlar vardır. Evet, aslına bakarsak Vahdettin'i tanımasam ve Kurtuluş Savaşı esnasında Anadolu'daki Milli hareketi yok etmek için yaptıklarını, ek olarak İngilizlerle iyi mi gizlice anlaştığını bilmesem, ben de bu lafları
"Vahdettin'in, Mustafa Kemal Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderilmiş olduğu" biçiminde yorumlayabilirdim. Ancak tüm bu gerçekleri bilen biri olarak bu kadar iyi kalpli olamayacağım.
Vahdettin'in bu sözlerini, Vahdettin'i "Kurtuluş Savaşı kahramanı" duyuru etmek için kullananlar, Mustafa Kemal Atatürk'ün, Vahdettin'in bu lafları hakkında yorumunu nedense görmezden gelmişlerdir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün, Vahdettin'in bu lafları hakkında yorumunu ve görüşmenin sonraki aşamalarını tekrar Mustafa Kemal Atatürk'ün anılarından takip edelim:
"Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü aşama aletleri ile münasebet arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat bu şekilde bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli buldum. Kendisine rahat cevaplar verdim:
'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim.Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime güvenlik buyurunuz.'
Söylerken kafamdaki bulmacayı da hayata geçirmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında tüm his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan iyi mi yüksek ve soylu bir hareket bekleyebilirdim?
Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim! Nasıl derhal yargı veririm:
Vahdettin demek istiyordu ki, hiç bir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız, İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların yakınma ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun ede-bilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
'Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazar- şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa derhal hareket edeceğim ve bana buyruk buyurduklarınızı bir an unutmayacağım!
'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonrasında huzurundan çıktım.
Naci Paşa, Padişahın yaveri, ama benim hocam, hemen benimle buluştu. Elinde küçük muhafaza arasında bir şey tutuyordu. 'Zat-ı Şahane'nin küçük bir
hatırası' dedi. Kapağın üstünde Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. 'Peki, teşekkür ederim' dedim, yaverim aldı.
Sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve davranmak suretiyle olduğumuzu gizlemek, saklamak talep eder benzer biçimde ihtiyatla, ayaklarımızın pıtırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık." [34]
Başından beri anlattığım benzer biçimde Vahdettin'in kurtulma planı, "düşmana karşı silahlı direniş" değil, "düşmanın merhametine sığınmaktır." Vahdettin, bilhassa Paris Barış Konferansı'nın arifesinde, İzmir'deki kanlı olaylardan ötürü Batı halkoyu da Türkiye'nin lehine dönmüşken, İngilizleri memnun ederek, onların bir söylediğini iki etmeyerek İngiliz desteğini arkasına almış olduğu takdirde işgallerin sona ereceğini ve devletin kurtulacağını düşünmektedir. Yani Vahdettin'e bakılırsa "devletin kurtuluşu" İngilizleri memnun etmekle mümkündür. O sırada İngilizleri memnun etmenin biricik yolu ise, İngilizlerin 21 Nisan tarihindeki notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkları önlemektir. Dolayısıyla Padişah Vahdettin'in, bu karışıkları önleyecek paşaya, Yıldız Sarayı'nda "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" derken kastettiği şey, İngilizlerin notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkların önlenmesi ve asayişin sağlanmasıdır. Ayrıca Vahdettin tek "kurtulma planının" İtilaf devletlerine güvenmek bulunduğunu anılarında açıkça itiraf etmiştir:
"Devlet tehlikede ve İstanbul sallantıda idi. Şahsen müstakil bir siyasetim yoktu, fakat kurtuluşumuz için babam Abdülmecit Han'dan miras aldığım İtilaf devletlerine yakınlık politikasını, İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlarla İngilizleri gücendirmemek benzer biçimde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle antak kalma olmasa bile hiç değilse husumetlerini (düşmanlıklarını), sertlik ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum"[35]
Vahdettin ile Mustafa Kemal Atatürk'ün "devletin kurtuluşundan" anladıkları oldukça değişik şeylerdir. Vahdettin'in "devletin kurtuluşu" yöntemi, İngilizleri memnun etmek ve onların desteğini almak biçimindeyken; Mustafa Kemal Atatürk'ün "devletin kurtuluşu" yöntemi, tüm düşmanlara karşı savaşım ederek tam bağımsızlığı elde etmek biçimindedir. Ayrıca, Vahdettin, "devletin kurtuluşu" derken bununla birlikte kendi tahtı ve tacını kastederken, Mustafa Kemal Atatürk, "devletin kurtuluşu" derken, ulusun egemenliğini kastetmektedir. [36]
"Müttefiklerin, bitip tükenmeyen isteklerini yerine getirmekten bıktığını söyleyen Padişahın özlemini çekmiş olduğu kurtulma, onların şikayetlerinin giderilerek Osmanlı taç ve tahtını koruyacak olabildiğince ılımlı bir barışa bir an ilkin kavuşmak olmalıdır. Mustafa Kemal ise başından beri bireysel veya hanedana sınırı olan bir kurtulma değil, yurdu ve ulusu içeren bütünsel bir kurtulma amaçlamaktadır." [37]
Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıkıp, kafasındaki "kurtulma planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Mustafa Kemal Atatürk'ü bir an ilkin İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda derhal harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç kere Mustafa Kemal Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, sadece Mustafa Kemal Atatürk tüm bu çağrılara negatif yanıt vererek, gerekirse "sine-i millette bir ferdi mücahit olarak" mücadelesini sürdüreceğini bildirmiş ve çekilme etmiştir. Bunun üstüne Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919'da Mustafa Kemal Atatürk'ün müfettişlik görevine son vermiştir. [38]

Kaynakça:
[1] Rıfat. age, s.209.
[2] Mısıroğlu, Osmanoğullannın Dramı, s.80.
[3] Özakman, age. s.234.
[4]Bkz. Özakman, age, s.236-246.
[5]Bu beyannameyi yayınlayanlardan kabul edilen K. Mısıroğlu bu beyannamedeki ifadeleri dikkate almamıştır. Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği île Hilafet, İstanbul, 1993, s.194, vd; Özakman, age, s.246.
[6] Özakman. age. s.234.
[7]Jaeschke, İngiliz Belgeleri, s.102.
[8] Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 11. bs. İstanbul, 2004, s.216.
[9] Jaeschke, age, s.102.
[10] age, s.103.
[11] Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, s.243; Selek, age, s.216.
[12] Jaeschke, age, s.103.
[13] Selek, age, s. 216.
[15] Özakman, age, s.252.
[15]Jaeschke, age, s.104.
[16] Sir Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, Londra, 1951, s.129-131'den aktaran Osman Ozsoy, Kurtuluş Savaşının Perde Arkası, İstanbul, 1999, s.133; Meydan, age, s.483.
[17] Jaeschke, age, s. 107.
[18] Aksin, age, s.247,248.
[19] Bkz. Meydan, age, s.489-492.
[20] Özakman, age, s.253,254.
[21] Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.344 vd.
[22]Bu sürecin tüm ayrıntıları için bkz. Meydan, age, s. 463 vd.
[23] Akın gazetesi, 20 Mayıs 1948.
[24] Atay, Mustafa Kemal Atatürk'ün Bana Anlattıkları, s.129.
[25] Selek, age, s.219,221.
[26] Jaeschke, age, s.109.
[27] age, s.114.
[28] Aksin, age, s.291-294.
[29] age, s.287
[30] Atay, age, s.124.
[31] Bayur, age, s.292.
[32] Meydan, age, s.535.
[33] Atay, age, s.139.
[34] age, s. 139,140.
[35] Murat Bardakçı, "Birinci Cumhuriyetçilere Dev Bir Hizmet", Hürriyet, 12 Mayıs 1996.
[36]Meydan, age, s.521.
[37] Turan, Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk, s.214.
[38] Saime Yücer, "Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkısı ve Geri Çağrılması Üzerine Bir İnceleme", Askeri Tarih Bülteni, Ankara, 2001, S.51, s.141.
Cumhuriyet zamanı yalancılarının sıkça söyledikleri yalanlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya giderken Vahdettin'in Mustafa Kemal Atatürk'e 40.000 altın verdiği iddiasıdır.
Örneğin, Nihal Atsız, "Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa'ya örgüt yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın mühim kısmı, eskiden beri beslediği kıymetli yarış atlarını satmak üzere elde edilmiştir." [1] demiştir. Ancak Vahdettin'in at beslediğine ait en küçük bir belge yada malumat yoktur. [2] İyi bir binici olduğu da (bu at besleme hikayesi için) sonradan kurgulanmıştır.[3] Vahdettin'in, Mustafa Kemal Atatürk'e, 40.000 altın verdiği iddiası, Necip Fazıl'dan, Kadir Mısıroğlu'na kadar tüm Vahdettinci yazarların dört elle sarıldıkları bir yalandır.[4]
Vahdettin'in, Mustafa Kemal Atatürk'e 40.000 altın verdiğini iddia eden Vahdettinci yazarların her şeyden ilkin matematik biliminden ve fizik kurallarından habersiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu matematik ve Fizik cahili yazarlara Turgut Özakman, "40.000 altının iyi mi taşındığını" sormuştur? Bir altın 7.6 gram olduğuna gore 40.000 altın 304 bin gram, kısaca 304 kggram eder. Doğal olarak altınların sandıklara yerleştirilmesi gerekir. Her sandık 50 kggram olsa, 304 kggram altın 6 sandık eder. "Altı sandık dolusu altın saraydan Şişli'deki eve, Şişli'den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma gemisine, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza'ya, Amasya'ya, Erzincan'a, Sivas'a, Erzurum'a, Kırşehir'e, Kayseri'ye, Ankara'ya iyi mi taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin alaka ve merakını çekmez, biri bile 'bunlar nedir' diye sormaz mı? Mesela Refet Paşa, K. Karabekir Paşa, Rauf Bey, bu gizemli sandıklardan niçin asla laf etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın bulunduğunu arkadaşlarına söylediyse niçin hiçbiri bugüne dek bu altınlar mevzusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?" [5]
Mustafa Kemal Atatürk ve dostlarının yanında üç minik döküntü araba vardır. Sadece 3-4 bireyin binebildiği bu araçlara, ek olarak hususi eşyaların, tüfeklerin ve dosyaların da konulduğu düşünülecek olursa 40 ton, kısaca 6 sandık altın nereye iyi mi konulmuştur? [6]
Bandırma vapurunu arayan İngilizler bu altınları niçin görememiştir? Bandırma vapurunda bulunan 23 kişiden herhangi biri ve hemen sonra Kurtuluş Savaşı süresince Mustafa Kemal Atatürk'ün yanında yakında yer edinen yüzlerce kişiden hiçbiri niçin bu altınlardan laf etmemiştir?
Mustafa Kemal Atatürk'e verildiği iddia edilen 40.000 altın yalancı tarihçiler tarafınca aleni artırma misali devamlı artırılmış ve en nihayetinde fazlaca uçuk bir rakama, 400.000 dibine kadar çıkmıştır.
Şehzade Mahmut Şevket Efendi, 1967 senesinde Murat Sertoğlu'na verdiği bir röportajda, Vahdettin'in Mustafa Kemal Atatürk'e 400.000 altın verdiğini iddia etmiştir. [7]
Mustafa Kemal Atatürk'e Dahiliye Nezareti ödeneğinden 1000 lira ile 23 karargâh çalışanının 3 aylık maaşları, yollukları ve yüzde 50 zam verilmiştir. [8]
Ayrıca farklı gereksinimler için de 25.000 lira verilmiştir. [9]
Mustafa Kemal Atatürk ve 23 benlik kuruluna verilen bu paranın ne kadar kifayetsiz bulunduğunu idrak etmek için bir misal verelim: 1920'de Sadrazam Damat Ferit, birkaç benlik heyetiyle Paris Barış Görüşmeleri'ne giderken kendisine 70.000 lira verilmiştir. [10]
Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu'ya geçtikten sonrasında büyük para sıkıntısı çekmiştir.
Örneğin, Erzurum'dan Sivas'a giderken yaşanmış olan para sıkıntısı Binbaşı Süleyman Bey'in verdiği 900 lirayla çözülmüştür. [11]
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri de kendi aralarında topladıkları 1000 lirayı Mustafa Kemal Atatürk ve heyetine vermişlerdir.[l2] Otomobillerin benzini Sivas-Amerikan okulunca karşılanmıştır. [13]
Sivas Osmanlı Bankası Müdürü'nden 1000 lira ödünç alınmıştır. Hacı Bektaş Dergâhı Şeyhi Cemalettin Efendi de Mustafa Kemal Atatürk'ün heyetine bir miktar yardım yapmıştır.[l4]
Mustafa Kemal Atatürk ve heyeti Sivas'tan Ankara'ya hareket ederken tam anlamıyla "yoksulluk" içindedir. Bu yoksulluğu, Mazhar Müfit Kansu, "Bütün paramız, yol için yirmi yumurta, bir okka peynir ve on ekmeğe yettiğinden bu tarz şeyleri aldırdık." diyerek anlatım etmiştir. Ayrıca, aylarca sabahları bir bardak çay ile bir dilim ekmek yediklerini belirten [15] Kansu, "Ekmekçilere bile verecek paramız kalmamıştı... Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey'e başvuru ederek sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, 'Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin?' diye satmamakta ısrar ettiyse de kesinlikle kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu hususta bir umar bulamayarak, 'Hele sabah olsun' diyerek odalarımıza çekildik. Ankara'ya geldiğimiz vakit derhal yedi gün bizi belediye besledi" diyerek yaşadıkları "yoksulluğu" gözler önüne sermiştir. [16]
Mustafa Kemal Atatürk, Samsun'a çıktıktan yedi buçuk ay sonrasında Ankara'ya ulaştığında yaşamış olduğu "para sıkıntısından", Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi'nin Ankara tüccarından toplayıp kendisine verdiği 1000 lirayla birazcık olsun kurtulmuştur. [17] Paranın geldiği gün et ve helva ziyafeti verilmesine karar verilmiştir. Her vakit çorba içilmesine alışık olanlar, et yemeği erişince şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk, Ankara'da TBMM açılırken yeni sivil elbisesi olmadığı için Erzurum Valisi Münir Bey'in sivil elbiselerini giymiştir. Ancak kıyafet birazcık üzerinden akar gibidir. İstanbulin denilen uzun ceket birazcık büyük gelmiştir, reye pantolon uzun ve iğreti durmaktadır. En kötüsü de pek sevilmeyen ciğer rengindeki festir.[18]
Mustafa Kemal Atatürk'ün, yeni Türkiye'nin kuruluşlunu simgeleyen TBMM'nin açılışına, "emanet" kıyafetle alınması yaşamış olduğu ekonomik sıkıntının en aleni kanıtlarından biridir. Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mayıs 1920'de Kazım Karabekir'e çekmiş olduğu telgrafta "Elde beş para bulunmadığı malum-u devletleridir. Şimdilik içerde bir kaynak da bulunmuyor" demiştir.[19]
Rauf Orbay anılarında, Mustafa Kemal Atatürk'ün İstanbul'dan hareketinden ilkin kendisine, "Para meselesini ne yapacağız? Girişeceğimiz işlerde şüphesiz ki paraya ihtiyacımız olacak. Fakat biliyorsun bende birazcık para vardı, hepsini Minber (gazetesi) yuttu. Sen de benden değişik değilsin. Aylıklarımızla ne yapabiliriz" söylediğini anlatmıştır. Rauf Orbay bu "para meselesini" Topçuoğlu Nazmi Bey'e açmış, Nazmi Bey de asla tereddüt etmeden Rauf Bey'e 5000 lira vermiştir. Rauf Bey, "Biz Amasya'dan itibaren her işimizi bu para ile gördük. Bu para bitince, Sivas Kongresi'ne giderken Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti bizlere bin lira kadar para temin etmişti" diyerek para sıkıntısına dikkat çekmiştir. [20]
Ayrıca Kılıç Ali de, Ali Galip vakasında el koydukları 6000 altını Mustafa Kemal Atatürk'e teslim etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, o para yokluğunda duyduğu sevinci, "Bu fazlaca büyük bir para. Bizimkilere o şekildeki ansızın söyleme yüreklerine iner!" diyerek anlatım etmiştir.[21]
Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu'da bir ara konuklarına kahve ikram edemez derecede bedava kalmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın hangi ekonomik güçlüklerle kazanıldığını görmek isteyenlerin Mustafa Kemal Atatürk'ün,
Sakarya Savaşı öncesinde 8 Ağustos 1921 tarihinde yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri'ne bakmalarını öneriyorum: Mustafa Kemal Atatürk, ordunun gereksinimlerini karşılamak için, çarıktan çoraba, iç çamaşırdan iğne ipliğe, ekmekten çiviye kadar her şeyi halktan istemiştir.[22]
Siz tüm bu gerçekleri bir yana bırakarak utanıp sıkılmadan hangi 40.000 altından laf ediyorsunuz? Siz bu milletle dalga mı geçiyorsunuz?
Turgut Özakman'ın söylediği şeklinde, "İstanbul'dan o denli altınla yola çıktılarsa niçin oradan buradan yardım almak zorunda kalmışlar? Mustafa Kemal ne yapmış oldu o kırk bin veya yüz binlerce altını? Sakın Samsun'daki otelin bodrumuna veya Havza'daki termal hamamın havuzunun dibine gömmüş olmasın! Definecilere duyurulur!"[23]
Mustafa Kemal Atatürk Anadolu'ya giderken kendisine ancak 1000 lira verenler, Mustafa Kemal Atatürk'ü yok edip Milli harekete son vermek için kurmuş oldukları Kuvayı İnzibatiye'ye tamı tamına 1.250.850 lira karşılık ayırmışlardır. [24]

Vahdettin'in İngilizlere sığınması

Vahdettinci yazarlarca, "Kurtuluş Savaşı kahramanı" olarak yayınlanan Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından derin bir üzüntüye kapılmış, Türk ulusunun kazanılmış olduğu bu zaferden kötü şekilde rahatsız olmuştur. Bu o şekildeki bir rahatsızlıktır ki, Padişah Vahdettin, meydana getirilen bütün önerilere rağmen Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk'e "tebrik telgrafı" göndermeye karşı çıkmıştır. [25]
İngiliz Yüksek Komiseri Rombald, 26 Eylül 1922 tarihinde Londra'ya gönderilmiş olduğu bir yazıda, "Padişah, Mustafa Kemal'e bir tebrik telgrafı göndermeye zorlandığını fakat bunu reddettiğini endirekt halde bilgime sunmuştur" demiştir.[26] Ancak yakınlarının ısrarı üstüne, "son savaşta" yaşamlarını kaybetmiş olanların ruhuna Fatiha okumak amacıyla 15 Eylül 1922'de Fatih Sultan Mehmet Camii'nde meydana getirilen dini törene katılmıştır.[27]
TBMM, 11 Ekim 1922 tarihinde Mudanya Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak, kati zaferi perçinlemiş, dahası İstanbul, Boğazlar ve D.Trakya'yı cenk yapmadan kurtarmıştır. Barış görüşmelerinin İsviçre'nin Lozan şehrinde yapılmasın karar verilmiştir. O günlerde Sadrazam Tevfik Paşa'nın meşru hükümet olarak Türkiye'yi Lozan'da İstanbul Hükümeti'nin temsil edeceğini belirtmesi üstüne harekete geçen TBMM 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmıştır.haberguncel.blogspot.com
Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonrasında Sadrazam Damat Ferit, 22 Ekim 1922'de İngiliz polislerinin koruması altında Orient Ekspresi ile Avrupa'ya kaçarak Fransa'nın Nice şehrine yerleşmiş ve İstanbul'un kurtarıldığı 6 Ekim 1922'de orada ölmüştür.
Sadrazam Tevfik Paşa, 5 Kasım 1922'de görevinden çekilerek yönetimi İstanbul'da bulunan TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakmıştır.
Damat Ferit'in ve işbirlikçilerin kaçarak İngilizlere sığınması, saltanatın kaldırılması, Tevfik Paşa'nın çekilme ederek İstanbul'u TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakması, İzmit'te Ali Kemal'in linç edilmesi, İstanbul'da tramvaylara "Kahrolsun Vahdettin" yazılması ve şeklinde gelişmeler Padişah Vahdettin'i korkutmaya başlamıştır. [28]
"Büyük zafer İstanbul'da büyük şenliklerle kutlanıyordu. Halk gündüzleri meydanlara toplanıyor, her yerde heyecanlı nutuklar söyleniyordu. Padişaha karşı yer yer en ağır laflar sarf ediliyor, hakaretler yağdırılıyordu. Aynı gün kalabalık bir öbek Yıldız Sarayını önüne gelmiş olarak padişahlık aleyhine gösteriler yapmıştı. Mevlit gecesi ise tramvayların üstüne tebeşirle, 'Kahrolsun Vahdettin' lafları yazılıyordu. Saraydaki görevlilerin, memurların bir çok korkudan gelmiyordu."[29]
Padişah Vahdettin Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasına ve saltanatın kaldırılmasına rağmen önceleri hâlâ İngilizlerden "yardım" beklemekte, İngilizlerin Kemalistleri etkisizleştireceğini düşünmekte ve hâlâ tacını ve tahtını koruyacağını zannetmektedir. Ancak bir müddet sonra tacını ve tahtını bir kenara bırakarak "canının" derdine düşmüştür.

Son İhanet

Vahdettin, 6 Kasım 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold ve Baştercüman Ryan'ı kabul ederek onlarla uzun bir müzakere yapmıştır. Vahdettin, bu uzun görüşmenin nihayetinde İngiliz makamlarının yakın bir vehamet halinde şahsını korumak için her şeyi yapacaklarına dair 1920'de verdikleri lafı hatırlatmıştır. Kendisini, emin bir yere götürüp götüremeyeceklerini, götüreceklerse Mısır'a mı, Kıbrıs'a mı götüreceklerini sormuştur. Rumboldi Mısır'a gitmesinin imkânsız bulunduğunu fakat geçici olarak 10-15 kişiyle beraber her yere gidebileceğini söylemiştir.[30]
Vahdettin, bu görüşmede, Bolşevik olarak tanımladığı Kemalistlerin bir azınlık oluşturduklarını, bunun bir Kemalist darbe bulunduğunu ve İtilaf devletlerini de ilgilendirdiğini iddia ederek, İtilaf devletlerinin Ankara hükümetinin meşruluğunu tanıyıp tanımayacaklarını, sulh sonuçlanıncaya kadar Ankara Hükümeti'nin İstanbul'la alakalı iddialarını kabul edip etmeyeceklerini ve İstanbul'u sıkıyönetim dibine alıp almayacaklarını sormuştur.[31]
Bu soruya Rumbold, İstanbul Hükümeti'nin ortadan kalkmış olduğu, İtilafların konferansta bir "güçle" görüşmeleri gerektiği; bunun da sadece Ankara yönetimi olacağı yanıtını vermiştir.
Bu sırada İngilizler bir defa daha Padişah Vahdettin'i kullanmayı denemişlerdir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Ronald Lindsay, 6 Kasım1922 yazıya döktüğü bir yazıda şu şekildeki demiştir:
"Fırsattan yararlanarak Padişaha Kıbrıs'ta siyasal barınak önersek yada ona görevinden çekilme etmemesini telkin ederek, İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını incelemekte fayda olabilir. Halifenin, İngiltere tarafınca Türkiye'deki ulusçulara ve cumhuriyetçilere karşı korunması, Hindistan ve diğeri İslam devletlerinde pek müessir olabilir."
İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Crowe, bu öneriyi şu şekildeki yorumlamıştır: "Padişaha siyasal barınak verme önerisi dikkatle incelenmelidir. Ona barınak olarak bir ihtimal Hindistan'ı öne rebiliriz; fakat bu denli bir teklif Hindistan'da Halifeye karşı bir soğukluk yaratabilir."
L. Curzon da bu mevzuya kafa yormuştur: "Padişaha siyasal barınak veririm; fakat ona bu nerede verilebilir? Lütfen bu mevzuyu tartışınız."[33]
Bu yazışmalardan açıkça görüldüğü şeklinde İngiltere, kaçacak delik arayan, kullanılmaya fazlaca uygun bir durumda bulunan Padişah Vahdettin'i, daha kısaca Vahdettin'in "Halifelik" yetkilerini kullanmak istemiştir. Halifenin, bilhassa Hindistan'daki Müslümanların ayaklanmalarının bastırılmasında işe yarayacağını düşünen İngiliz yetkililer, bir ara ciddi ciddi Vahdettin'i Hindistan'a götürmeyi düşünmüşlerdir. Ama tekrar karşılarına Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk çıkmıştır; zira birazcık incelediklerinde Hindistanlı Müslümanların halifeden fazlaca Mustafa Kemal Atatürk'e bağlı olduklarını görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlığından ötürü Mustafa Kemal Hindistan'da, "Allah'ın kılıcı!", "İslamın son mücahidi!" şeklinde adlarla anılmakta ve büyük hürmet görmektedir.[34]
Bu gerçeği, Hindistan Kral Naibi, 10 Kasım 1922'de Hindistan Bakanlığı'na bir gizli saklı telgrafla şu şekildeki bildirmiştir: "Padişahın halifeliği dışında, kendisi Hindistan'da pek azca tanınmıştır ve Türkiye'nin işgali esnasında, onun İngilizlerin cihazı olduğu için kuşkulanılmaktadır. Dolayısıyla, genel eğilime gore onun tahttan indirilmiş olması Hindistan'da ilgisizlikle karşılanmıştır. Mustafa Kemal ise ülkesinin kurtarıcısı ve İslamın şampiyonu olarak görülmektedir." [35]
Kurtuluş için Mustafa Kemal Atatürk'e bir "tebrik telgrafı" çekmeyen Vahdettin, iyice sıkışınca Mustafa Kemal Atatürk'le i·lişki oluşturmak istemiş fakat başarı göstermiş olamamıştır.[36]

Kaynakça
[1]Atsız. Türk Ülküsü, s.86.
[2]Özakman, age, s.275.
[3] age, s.276.
[4] Kısakürek. Vatan Haini Değil. Büyük Vartan Dostu Sultan Vahdettin, s.204.
[5] Özakman, age. s.276.
[6] age. s.276.
[7[ Tercüman, 6 Temmuz 1967; Özakman, age, s. 277.
[8] özakman, age, s.279; Selek, age, s.137. Mustafa Kemal Atatürk'ün imzaladığı bu 1000 liralık makbuzun klişesini, eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali yayınlamıştır. Ayrıca, Mustafa Kemal Atatürk'ün bu paranın sarfı ile alakalı telgrafı 28 Mayıs 1919'da Vekiller Heyeti' nde görüşülmüş, gereğine karar verilmiş, karar raporuna yazılmış, kısaca devletin kayıtlarına geçmiştir. ortada gizli saklı saklı hiç bir şey yoktur. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C.I, s.84.
[9] Selek, age, s.137. Ancak bu 25.000 lira iddiası da şimdiye kadar belgelenememifltir. Özakman, age, s. 281.
[10] inal, age, s.2059; Özakman, age, s. 278; Gökbilgin, age, CII, s.403.
[11] Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Mustafa Kemal Atatürk'le Beraber, C.I, s.-173.
[12] Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara, 1964, s. 138.
[13] Mustafa Kemal Atatürk, kendisine ayrılan üç otomobilin Anadolu'da benzini bitince istanbul'dan benzin istemiştir. Bunun üstüne alınan 1000 kggram benzin Samsuna gönderilmemiş veya gönderilememifl-tir. Yücer, age, s.135.
[14] Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, C.I, 4.bs, istanbul, 1969, s.204.
[15] Kansu, age, s.449, 481, 487.
[16] age, s.506-508.
[17] age, s.506-508; Selek, age, s.136,137.
[18] age, s.40,41.
[19] Karabekir, bağımsızlık Harbimiz, s.658.
[20] Feridun Kan-demir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, istanbul, 1965, s. 33 [21] Turan, age, s.219.
[22] Meydan, age, s.545.
[23] Özakman, age, s.280, dipnot 227.
[24] Berber, age, s.75.
[25[ Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal Vahdettin ve Milli Mücadele, s. 189.
[26] FO, 37117901IE10729: Rumbold'tan Curzon a gizli saklı ve hususi mektup. İstanbul, 26.9.1922; Sonyel, age, s.191.
[27]İkdam, Sabah, 16.9.1922.
[28] özakman, age, s.61. i
[29] Çetiner, age, s.258.
[30] Jaeschke, age, s.248, 249.
[31] age, s.248,249.
[32] FO, 371I7912IE12647; Rum-bold'tan Curzon ayazı, 7.11.1922; Sonyel, age, s.197.
[33] FO, 37117910IE, 12293; Sonyel, age, s.198.
[34] Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı esnasında ve daha sonra İslam dünyasındaki saygınlığı ile alakalı bkz. Sinan Meydan, Mustafa Kemal Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 3.bs, İstanbul, 2009, s.374 vd.
[35] FO, 37117913IE12699; Kral Naibinden Hindistan Bakanlığına ivedi, hususi ve gizli saklı telgraf, 10.11.1922; Sonyel, age, s.198.
[36] Jaeschke, age, s.250.
İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington, Padişah'ın yaveri Fahri Engin'le görüşerek Vahdettin'e şu mesajı göndermiştir: "Vaziyet bizim ülkemizde gittikçe kötü bir biçim alıyor, Padişah isterse, kendisini Malaya gemimizle, Malta'ya nakledebiliriz. Durum düzelince memleketine dönerler. ."
Fahri Engin, Harrington'un bu mesajını Vahdettin'e iletirken Fddişahı şu şekildeki gözlemlemiştir: "Padişah beni iç mabeyn dairesinde kabul etti. Arkasında ropdöşambr vardı, yüzü tıraşlı, üzgün. Teklifi dinledi. Sonunda hiç bir şey söylemedi, ancak 'gidebilirsiniz' dedi. Benimle ikinci bir münasebet olmadı. Fakat Padişah'ın eşlerinden birinin adam kardeşi olan Yarbay Zeki'nin, bu işler hakkındaki Harrington'la temasta bulunduğunu öğrendim."
Tahtını ve tacını istemeyerek bırakmak zorunda kalan Vahdettin, 16 Kasım 1922'de İstanbul İşgal Orduları Komutanı General Harrington'a, "İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devletine sığınır ve bir an ilkin başka bir yere götürülmemi istek ederim efendim. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin." diye kısa bir mektup yazarak, İngilizlerden iltica istek etmiştir.
Vahdettin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı, oğlu Ertuğrul, beş eşi, doktoru, müzik hocası, baş mabeyincisi ve iki sekreteriyle beraber Yıldız Sarayı'nın yan kapısından gizlice çıkarılarak,bir ambulansla rıhtıma getirilmiş ve oradan İngiliz Malaya Savaş gemisine alınarak Malta'ya götürülmüştür. Vahdettin Malta'da Kraliyet Topçu Subay Mahfili lojmanlarında misafir edilmiştir. Bu konukluğun İngilizlere haftalık maliyeti 100 sterlindir. O günlerde İngiliz parlamentosunda bir milletvekili, eski sultanın ölene kadar İngilizler tarafınca mı besleneceğini sormuştur.
Vahdettin'in Türkiye'den kaçarken, gerek Harrington'a yazdığı mektubu "Müslümanların halifesi Mehmet Vahdettin" olarak imzalaması ve gerekse halifelik makamından çekilme etmediğini açıklaması, onun "halifeliği" kullanmak istediğini göstermektedir. Kurnaz Padişah, İngilizlerin kendisini, "halifelik" sıfatı sebebiyle koruduklarını
iyi bildiğinden bu sıfata sıkıca sarılmışa benzemektedir. Nitekim hemen sonra "Kral Hüseyin'in kendisini çayır ettiğini" söyleyerek Malta'dan Mekke'ye gitmesi, ordan da tekrar Müslümanların yaşamış olduğu Mısır, Ürdün yada Kıbrıs'a geçmek istemesi, onun halifeliğin enerjisini kullanarak ayakta kalmaya çalıştığını göstermektedir. Turgut Özakman'ın söylediği şeklinde, "Düşmana sığınan, kısaca resmi esareti karar veren bir halifenin halifeliği sürer mi? Tabii ki etmez!" Ama "Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin Han (!)" onursuzca vatanını terk ederken, "Ben hâlâ halifeyim!" diyerek, kendi canını koruma pahasına onu kullanmak isteyen İngilizlere büyük bir koz vermiştir.
Vahdettin, halifelik zırhına sıkıca sarılırken devreye giren Mustafa Kemal Atatürk ve TBMM, 18 Kasım 1922'de Vahdettin'in halifelik sıfatını kaldırıp onun yerine Abdülmecit Efendi'yi halife olarak seçmiştir. Vahdettin'in halifelikten uzaklaştırıldığına ait fetvayı Seriye Vekili Vehbi Hoca yazmıştır:
"Müslümanların padişahı ve halifesi olan kişi, düşmanın tüm Müslümanlar aleyhinde mahva sebep olan ağır tekliflerini hiç bir mecburiyeti yokken kabul ile, Müslümanların haklarını müdafaadan aczini ortaya koyarak ve Müslümanların mücahitçe savaşlarında hasım tarafına muvafakat ederek Müslümanların çözülme ve yenik olmasını hazırlayan hareketlere fiilen girişim ve bu tür yıkıcı hareketlere devam ve ısrar ve hemen sonra da ecnebi himayesine sığınma ederek hilafet makamını terk ve hilafetten bilfiil feragat etmekle makamından şer'-en indirilmiş olur mu? Olur!"
Böylece halifelik zırhını da kaybeden Vahdettin savunmasız, çırılçıplak adeta ortada kalmıştır.
Hainliğinin bilincinde olan Vahdettin, yaptıklarının hesabını veremeyeceğini düşünerek, ülkeden kaçmıştır. "Müslümanların halifesi" sıfatını taşıyan Vahdettin, İngilizlere sığınırken hain Mustafa Sabri'ye yazdırıp yayımladığı "Beyannamesinde" vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını, bu şerefsiz davranışını, asla utanıp sıkılmadan Hz. Muhammed'in "hicreti" ile özdeşleştirebilmiştir:
"Müvekkil-i Zişan olduğum peygamberin hicret sünnetini izledim" diyen Vahdettin beyannamesinin bir yerinde de, "Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar, saltanatla hilafeti ayırarak saltanatı Muhammediye'yi yıkmış, ancak vatanlarına değil, İslama da ihanet etmişlerdir!" demiştir.
Vahdettin'in bu beyannamesini inceleyen İlahiyatçı Prof Yaşar Nuri Öztürk şu değerlendirmeyi yapmıştır:
" Dikkat edilirse Vahdettin, Hz. Peygamber'in sıfatının başına bir Hz bile eklemezken, kendisinden 'zişan' (şanlı, şerefli) diye laf ediyor. Hem de Cenab-ı Peygamber'in isminin tam yanında. Halbuki İslam ahlak ve geleneği, o ifadede 'zişan' sıfatının Hz. Peygamber'e verilmesini gerektirir."
Gözleri kör olmuş, kalpleri mühürlenmiş Vahdettinci yazarlar da Vahdettin'in Türkiye'den kaçıp İngilizlere sığınmasını, asla utanmadan, "hicret" olarak yorumlama aymazlığını göster-mislerdir.
Vahdettin'in bu korkakça ve onursuzca davranışını Hz. Muhammed'in hicretiyle bir tutmak, her şeyden ilkin Hz. Muhammed'e yapılma büyük bir saygısızlıktır.

Vahdettin Kaçarken Hazineyi Soymadı İddiası
Vahdettinciler, Padişahı aklamak için devamlı olarak, "Vahdettin'in, Türkiye'den kaçarken hazineyi soymadığını" dile getirmişlerdir. Öncelikle "hainlikle", "hırsızlığın" aynı şeyler olmadığını hatırlatarak bu Cumhuriyet zamanı yalanını deşifre edelim.
Vahdettin'in "hazineyi soymadığını" iddia edenler, bu iddialarını ispat etmek için padişahın paraya pula düşkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak II. Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu, babasından kalan içi mücevher dolu bir çantanın Vahdettin'in fazlaca ilgisini çektiğini ve Vahdettin'in o çantayı vermemek için "bazı itirazlar buluş ettiğini" belirtmiştir.
Lütfi Simavi de anılarında, "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında onun paraya fazlaca düşkün bulunduğunu; ağabeyi Sultan Reşat'tan kalan paraları yasal mirasçılarına vermeyip "kendi keyfince harcadığını", bu parayla bir ekip saray eşyası ve sofra takımları yaptırdığını "büyük bir hayret arasında öğrendim" diyerek anlatım etmiştir.
Öncelikle, evet! Vahdettin isteseydi, hazinenin tümünü değil fakat "yükte hafifi pahada ağır birtakım şeyleri pekala götürebilirdi". Ancak Özakman'ın da belirttiği şeklinde, " Vahdettin, anlaşılan aile içi para ilişkilerinde cılız fakat töreye karşı dikkatli" olduğundan, zamanı öneme haiz kıymetli parçaları sarayda bırakmıştır. Örneğin Kaşıkçı elmasını cebine atmadan gitmişti. Eğer bu tarz şeyleri çalsaydı Vahdettin'e "hırsız" dememiz gerekirdi. Ancak Vahdettin'-in hırsız olmaması, hain olmadığı anlamına gelmez; şundan dolayı her hırsız hain olmadığı şeklinde, her hain de hırsız değildir! Nedim Çakmak'ın söylediği şeklinde, "Vahdettin haindi, fakat hırsız değildi!"
Bu gerçeğin altını çizdikten sonrasında şimdi gelelim, "Vahdettin'in hazineyi soymadığı" ve "bedava pulsuz" Türkiye'den kaçtığı iddiasına!
Öncelikle, Osmanlıda iki tür gömü vardır. Bunlardan biri devlet hazinesi olan Hazine-i Birun, kısaca dış gömü, öteki ise, Hazine-i Enderun, kısaca iç gömü.
İç hazinedeki giriş çıkışlar Padişahın direktifiyle ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Tarihçi Ubucini, "Bu gömü kayıtsız şartsız milletin malıdır. Hüküm devam eden sultan bu hazinenin ancak koruyucusudur" demiştir. İç hazinenin Ceyb-i Humayun denilen bölümü ise padişahın gündelik harcamaları için kurulmuştur. Gelirleri içinde Mısır irsaliyesi, darphane faizleri, hediyeler, müsadereler vb bulunan bu hazineden padişaha her ay belli bir miktar maaş ödenmektedir. Tanzimat'tan sonrasında padişahların tüm hazineyi istedikleri şeklinde kullanmalarının önüne geçilmiş ve padişahlara belli bir miktar maaş ödenmesine başlanmıştır.
Eğer Vahdettin, Tanzimat'tan ilkin yaşamış bir padişah olsaydı, Refi Cevat Ulunay, İsmail Hami Danişment, K. Mısıroğlu ve N. Fazıl Kısa-kürek şeklinde yazarların "Vahdettin alıntı karşılığında isteseydi tüm hazineyi götürebilirdi" iddiasına hak verilebilirdi, sadece 1922 senesinde bir padişahın elini kolunu sallayarak hazineyi götürmesine olanak yoktur. Bu yüzden Vahdettin geçici olarak yanında bulunan ve Hazine-i Hümayun'a ilişkin olan "altın çekmeceyi", Kıyametname isminde kitabı" ve "Kur'an mahfazasını" yanına almamış, iade etmiştir ki, bu vaziyet Osmanlı töresinin bir gereğidir.
Ayrıca, Büyük Taarruz kazanılıp İzmir kurtarıldıktan derhal sonrasında Refet Paşa TBMM'yi temsilen İstanbul'a gelmiş olarak Tevfik Paşa'dan yönetimi devralmıştır. Padişah Vahdettin'le de görüşen Refet Paşa, İstanbul'daki tüm idare merkezleriyle beraber aralarında Yıldız ve Topkapı saraylarının da olduğu zamanı bölgeleri test dibine almıştır. Bu nedenle aslına bakarsak Vahdettin, istese de Osmanlı hazinesini götürecek durumda değildir.
Ayrıca Vahdettin'in hazineyi soymasına da asla gerek yoktu; şundan dolayı esasen fazlaca zengindi. Ağabeyi Sultan Reşat'ın ödeneği 20.000 altındı. Ayrıca saltanat mülklerinden gelen gelirleri
de vardı. Ayrıca senelik 50.000 lira ziyafet ve gezi ödeneği almaktaydı. Vahdettin'in aylık ödeneği (1995 itibariyle) 80 milyar lira tutmaktadır. 1918 temmuz'undan 1922 Kasım'ına kadar 51 ay tahtta kaldığına bakılırsa devletten toplam 1.020.000 altın (ortalama 4 trilyon lira) karşılık almıştır.
Peki, Vahdettin Türkiye'den ayrılırken yanına ne kadar para almıştır? Aslında bu mevzuda kati bir belge yoktur. Değişik kaynaklarda bu para, 3000 lira ile, 50.000 lira ve 23.000 altın içinde değişmektedir.
Vahdettin Avrupa'da kendi el yazısıyla, "Önce İstanbul'daki Milli Banka'da (National Bank) olup kısa bir müddet sonra British Corparation'a nakledilen 20.000 sterlin değerindeki kişisel servetim ile on yaşındaki oğlum Ertuğrul Efendi adına Milli Banka'ya yatırılan birkaç bin sterlin bu kurumlarda kalsın. İngiliz Dışişleri'ne bildirdiğim vakit hizmetime sunulsun" demiştir.
Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği bilgiye bakılırsa Vahdettin'in yanında ve hesabında 23.000 altın vardır.
Bu (1995 itibariyle) 92 milyar lira etmektedir. Vahdettin, Avrupa'da elindeki birtakım mücevherleri satmış ve fazlaca değerli bir safir taşını da İngiltere'ye rehin vermiştir. 25 Kasım 1922 tarihindeki Chronicle Ajansı'nın haberine bakılırsa, "Sultan Vahdettin Osmanlı Bankası'-na 75.000 lira yatırmış, bankadaki mücevherlerine mukabil da 50.000 lira almış".
Bu paralara Mediha Sultan İle Kral Hüseyin'in birtakım yardımları da eklenince Padişah Vahdettin'in gurbet parası 140 milyarı geçmiştir.

Kaçak Padişahın Sefaletine Üzülmek

Şimdi gelin, "Kaçak Padişahın sefaleti" öyküsünü şu şekildeki bir inceleyelim:
Vahdettin, Malta'dan Avrupa'ya geçmiş ve İtalya'da San Remo'da orta
boy bir villaya yerleşmiştir. Daha sonrasında, İstanbul'da bıraktığı eşleri ve eşlerinin yardımcıları da ulaşınca Magnoli (Manolya) villası isminde büyük bir köşkte yaşamaya başlamıştır. Köşkün yıllığı 600 İngiliz lirasıdır.
Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin'in bu köşkteki hayatını şu şekildeki anlatmaktadır:
"Nefis bir saray yavrusu olan villa 40 odası, 15 dönümden geniş bir portakal, limon korusu ve bahçesi bulunan, beyaz renkli yükümlü bir kasırdı... İstanbul'dan gelen harem erkânı... kadınefendileriyle, hazinedar us-talarıyla yükümlü bir harem yaşamı meydana gelmiş, musahipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşına kadar tüm beyler ekibi kuruluvermiş ve ünlü Mabeyni Hümayun tam düzenleme canlanmıştı... Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm teşrifat ve tören usulleri olanca titizliğiyle korunuyordu... Yaver Zeki bu minik kasırda kalıyordu. Burası dominyonlarda sorumlu varlıklı ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısırtacak bir huzur ve konfor bolluğu arasında yüzüyordu... "
Vahdettin'in sefaletine bakar mısınız?
Göztepe'yi dinlemeye devam edelim: "Sultan Vahdettin adamlarına, Padişahlığı sırasında aldıkları maaşları, gurbette de fazlasıyla ve tertipli olarak veriyordu. Bu bolca maaşlı kapı yoldaşlarına gün doğmuştu. Hepsi de İstanbul'daki ikbal günlerinde aldıkları maaşlardan yüksek aylık alıyor. Ayrıca da Yıldız Sarayı'nın ünlü mutfağını aratmayacak yükümlü ve varlıklı bir mutfak, sofra sofra yemekler yetiştiriyordu. Öğle ve akşam yemeklerine, burada bir de yükümlü sabah ve ikindi kahvaltıları ilave edilmişti. Yıldız Sarayı'nın o varlıklı ve ünlü mutfağı, çeşit ve nefasetinden fazlaca şey kaybetmeden San Remo'da da devam ediyordu."
Görüldüğü şeklinde Padişah Vahdettin, San Remo'da adeta bir eli yağda bir eli balda "zevk-ü sefa" arasında yaşamaktadır. Buna karşın "Cumhuriyet tarihini en fazlaca çarpıtan" yazarlardan Abdurrahman Dilipak, asla çekinmeden, "Vahdettin, aç yaşadı, fakat haysiyetli öldü!" diye yazabilmiştir.
Hangi açlık ve hangi onur?
Peki fakat bu bolluk, bu şatafatlı ömür iyi mi sonlanmış de Vahdettin bedava pulsuz kalmıştır?
Öncelikle Vahdettin, San Remo'da kalmış olduğu köşkte -eski alışkanlıkla- elindeki paranın bigün biteceğini bilmeden
İkincisi de yanında bulundurduğu birtakım kişiler "hovardaca", Vahdettin'in servetini göz açıp kapayıncaya kadar eritmişlerdir. Yine Tarık Mümtaz Göztepe'ye kulak verelim: "Yaver Zeki'-den başka, iki içki düşkünü ve keyif ehli daha vardı. Bunlardan biri İkinci Musahip Mazhar Ağa, öteki de Tütüncübaşı Şükrü Bey. Bunlar sakızlı
mastika ve düz rakının adeta küplüsü olmuşlardı. Şükrü, San Remo'ya ulaşınca işi adamakıllı ayyaşlığa dökmüş ve postu San Remo meyhanelerine ve pavyonlarına kurmuştu. Mazhar Ağa da akşam olup da içki tarihi ulaşınca kafayı iyice tütsüleyip körkütük oluyordu... Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa da şehrin gezip tozma yerlerini zevk ve safa köşelerini karış karış biliyordu... Yaverler, mabeynciler, ağalar ve beyler, mirasyediler şeklinde bir dinlence ve hava değişikliği yaşamı sürüyorlardı."
Özakman'ın söylediği şeklinde, "Bu lüzumsuz, özenti, heybetli hayata, bu hesapsızlığa ve savurganlığa para mı dayanır? "
Vahdettin'in servetini tüketen başka bir etkili de Padişahın, birtakım maceracıların aklına uyarak Türkiye Cumhuriyeti ve Mustafa Kemal Atatürk'e karşı birtakım projelere paraca yardımcı olmasıdır. Bu maceracılar San Remo'da kaldıkları sürece onların tüm harcamalarını da Vahdettin karşılamıştır. San Ramo'ya gelmiş olarak Vahdettin'i ziyaret eden Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey "Mustafa Kemal Atatürk'ün hakkından gelmek için" Vahdettin'den para istemişler, Vahdettin de bu hainlere 2000 İngiliz lirası vermiştir. Ayrıca, bir Yunan albayıyla beraber Vahdettin'i ziyaret etmeye gelen "Mustafa Kemal Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat, Yunanistan'la beraber Ankara'ya karşı bir antak kalma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin'den para sızdırmıştır. Hatta San Remo'da Vahdetti-n'e bağlı Türkiye karşıtı Tarikat-ı Selahiye isminde bir teşkilat kurulmuştur. Bu örgütün, Vahdettin'le yurt dışına gitmekten pişman olan ve Türkiye'ye dönmek isteyen Dr. Reşat Paşa'yı öldürmüş olduğu iddia edilmiştir. Yılmaz Çetiner, Vahdettin'in, oğlu Ertuğrul Efendi'nin öğrenimi için ayırdığı 5000 lirayı bile Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Mustafa Kemal Atatürk'e karşı "teşkilat" yapmak için geldiklerini söyleyen bu kişilere verdiğini belirtmiştir.
Atilla İlhan, Vahdettin'in yurt dışındayken, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı tertiplerin arasında yer aldığını şu şekildeki anlatım etmiştir.
"Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik o kadarla kalsa iyi, Vahdettin'i Hilafet ve saltanat tahtına geri vermek amacıyla... etkinlik yayınlayan Hilafet-i Kübra Cemiyeti'nin de gözdesiydi. Bu cemiyetin icra komitesi Romanya'da... bir toplantı yapıyor, almış olduğu karar, Başkan Mehmet Ali Be-y'in San Remo'da bulunan Zat-ı Şaha-ne'ye müstakbel bir kabine önerilme-sidir ki, üyeler içinde ismi geçen Dahiliye Nazırı olarak gösterilmiş, Vahdettin'in onayı alınmıştı. Ne demek bu? Milli Mücadele başarı göstermiş olmuş, ülkede yeni bir seviye kurulmuş, onlar hala bir karşı inkılap tertibi içindedirler.Yani dere Ankara'ya ters akıyor. Şeyh Sait İsyanı'nda bu kanadın, isyanın beyni sayılan Şeyh Seyit Abdülkadir'le irtibatı meydana çıkıyor. İddiaya göre Şeyh Sait'in iki oğlundan birisi, yurt haricinde Zat-ı Şahane ile, öbürü yurt arasında Şeyh Abdülkadir'le münasebet halindeymiş! İsyanın gerekçesine ulaşınca, onu o sırada asilerin halka dağıttıkları bir beyannameden okuyalım: '...Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir. Şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yaymaktadır. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.'
Vahdettin, birazcık da çevresini saran Türkiye ve Mustafa Kemal Atatürk düşmanlarının etkisiyle, yurt dışındayken de "ihanette" sınır tanımamıştır. Öyle ki, Cumhuriyet Türkiye'tepsi Amerika'ye yakınma ederek Amerika'den bile yardım istemiştir.

Vahdettin'in Amerika Başkanı'na Yazdığı Mektup

Vahdettin, San-Remo'da bulunmuş olduğu günlerde Amerika Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafınca Paris'te bulunan Amerikan
elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihindeki yazısıyla Washington'a göndermiştir.
Vahdettin'in mektubu ABD Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.
İşte o ibretlik, zamanı mektup:
"ABD Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenahlarına Siyasi olayların ve gelişmelerin bütün iç yüzünü, hangi nedenlerden ötürü Saltanat merkezimi geçici bir müddet için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu mevzuda detaylı malumat sunmayı lüzumsuz görüyorum.
Bu sınırsız uzaklaşmanın, bahadan kalma haiz olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi şeklinde bir isyancı fitnenin hu mevzuda alacağı bütün kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki;
İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı'ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı gayri muayyen ve komplike askerlerden ve diğeri sınıflardan oluşan minik bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen cehalet ve gafletle yönlendirdiği
Beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı arasında değildir. Bu sadece bütün İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve bütün din bilginlerinin ortak sonucu ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bilmiş olduğu suretiyle şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.
Bundan başka bu durumun, arasında bulunulan koşullarda İslam dünyasında neticeleri pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir tesir yapacaktır.
Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafınca düşünülen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma şeklinde haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve benlik haklarından soyutlar mahiyettedir.
Bu mevzuda ulu kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafınca olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek kıymetli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sıhhatli olmanızı ulu haktan niyaz eylerim.
13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin"
Vahdettin'in 1924 senesinde Amerika Başkanı'na yazdığı bu mektup, Vahdet-tin'i aklayıp "Büyük vatan dostu!" oluşturmaya çalışanların kötü biçimde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir.
Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, aslolan büyük "hıyanetini" San Remo'da-ki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.
Vahdettin'in Amerika Başkanı'na yazdığı mektuptaki birtakım ifadeleri "hıyanetin" yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir. Bakın ne diyor Vahdettin:
"Saltanat merkezini geçici bir müddet terk etmek zorunda kaldım!"
"Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!"
"Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve alacağı tüm kararlar geçersizdir!"
"Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı gayri muayyen ve komplike askerlerden ve diğeri sınıflardan oluşan minik bir şer zümresidir."
"Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen cehalet ve
gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı arasında değildir."
"Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bilmiş olduğu suretiyle şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur."
"Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük tesir yapacaktır!"
"Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafınca düşünülen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma şeklinde haksız kararları insan haklarına aykırıdır."
"Bu mevzuda Amerika Başkanının yapacağı yardımları pek kıymetli sayarım!"

İşte, yurt haricinde bulunmuş olduğu sırada Türkiye ve Mustafa Kemal Atatürk aleyhine hiç bir negatif işe girişmediği söylenen Vahdettin'in Türkiye karşıtı birtakım marifetleri! Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen birtakım belgeler, Vahdettin'in Avrupa'dayken İngiliz yetkililerine yazdığı birtakım mektuplarda Mustafa Kemal Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. "Vahdettin, Mustafa Kemal Atatürk'e bir bakıma hasım, şundan dolayı
Mustafa Kemal Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..."
Vahdettin'in paralarının suyunu çekmesini elde eden son etkili, yaveri Zeki'nin San Remo'daki rezillikleridir. "Ele geçirdiği serveti, vur patlasın çal oynasın, har vurup harman savur-muş, delice bir hırsla giyime ve içkiye harcamış, sonucunda kumarda bitirmiştir."(haberguncel.blogspot.com sitesinden alıntılar bulunmaktadır)

Memleketin Parası Vahdettin'e Verilemez

Vahdettin'in bedava kalmış olduğu o günlerde bir Osmanlı generali Mustafa Kemal Atatürk'ten yardım istemiştir. Hasan Rıza Soyak'a bakılırsa Vahdettin'in para sıkıntısını özetleyen generalin mektubunu alan Mustafa Kemal Atatürk, üzülmüş ve hatta gözleri yaşararak şunları söylemiştir: "Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerde o görkem, nerede o ululuk, nerede o saltanat! Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu alemde hiç bir şeye güvenilmez! Nasıl yardım edilebilir? Benim şahsi servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir! Hem varlıklı bile olsa oradan desteğe asla hakkımız yok. Memleketin en imar bölgeleri, bilhassa son hayatta kalma mücadelemizde yıkıntıya uğradı. Söz mevzusu olan ferdin de yanılgıları yüzünden vatan hak ve savunması için boğuşma zorunda kalmış olarak şehit olan memleket bireyleri, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet gelirlerini sadece memleketin bayındırlığına ve bu zavallıları yaşatmaya harcayabiliriz. Onun için bu mevzuyu bırakalım çocuk. Yalnız mektubu bir belge olarak bilhassa sakla."
Vahdettin, 15/16 Mayıs 1926 gecesi, kalp krizinden ölmüştür. Ailesinin isteği üstüne otopsi yapılarak cenazesi Şam'a nakledilmek istenmiş, sadece 120.000 lira borcu olduğundan İtalyan alacaklıları tarafınca cenazesine haciz konulmuş ve bundan dolayı cenaze bir ay evde kalmıştır: Bir ay sonrasında kızı Sabiha Sultan para bularak cenazeyi Şam'a naklettirmiş ve Vahdettin'in cenazesi burada Sultan Selim Camii'nin bahçesine defnedilmiştir.
BÜTÜN KAYNAKLAR 
l-(Mevlanzade Rıfat, Türkiye inkılabı'nın İçyüzü. İstanbul, 2000, s. 215)
2-(Vakit, Yeni Gün, Alemdar gazeteleri, 25 Mart 1919).
3-(Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1968, s. 159: Turgut Özakman, Vahdettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, 6.bs , Ankara, 2007,s. 75).
4- (özakman, age, s.75).
5-(Uğur Mumcu, Kürt-îslam Ayaklanması, 5.bs , İstanbuU993s. 11,16,59,184,186).
6-(N. Fazıl Kısakürek, Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu S. Vahdettin, İstanbul, 1975). 7-(Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C.IV, İstanbul, 1982, s.2096).
8-(Özakman, age, s.30).
9-(Yılmaz Cetiner, Son Padişah Vahdettin, 7.bs , İstanbul, 1993).
10-(İnal, age, s. 2101).
1 l-(İngiliz Arşiv Belgeleri, FO,371/3410/12379; Hardinge'den Balfour'a gizli yazı, Madrid, 9.7.1918; Salahı, R. Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savası, Ankara, 2007, s.x).
12-(Özakman, age, s.31).
13-(Enver Behnan Şapolyo, Osmanlı Sultanları Tarihi, İstanbul, 1961, s.460,461).
14-(Yakın Tarihimiz, C.3,388).
15-(FO, 371/9118/E.172: Colonial Office'ten Fpreigen Office yazı, Bilal N. Şimşir, "Vahdettin'in Kaçışı ve Sonu", Cumhuriyet gazetesi, 28 Kasım 1973; Özakman, age, s.31.dipnot 67). 16-(Rıza Tevfik Bölükbaşı, Biraz da Ben Konuşayım, İstanbul, 1993, s.32),
17-(Göztepe, age, s. 147: Özakman, age, s.31)
18-(İ. Hakkı Okday, Yarıya'dan Ankara'ya, 2.bs , İstanbul, 1994, s.206).
19-(1. Hakkı Okday, Yanya'dan Ankara'ya, 2,bs , istanbul, 1994, s.206).
20-(Fotolar için bkz. Cetiner, age, s. 381 vd).
21-(Çetiner, age, s.52).
22-(İnal, age, s.2095).
23-(Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin, Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1969, s. 15),
24-(Lütfi Bey, Osmanlı Sarayı'nın Son Günleri, Hz. Ş. Kutlu, İstanbul, 1978, s.445,446).
[1] Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1998, s205-207'; Akşin, age, s.233-235; Bayur, age, s.270-272; Jaeschke, age, 1.4,5.
[2] Akşin, age, s.600.
[3] Bayur, age, s204-206.
[4] age, s206.
[5] Aksin, age, s. 600.
[6] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007,s.154.
[7]Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele s.168.
[8] FO, 5-61920 tarihli talimat; Jaeschke, age, s. 7.
[9] Calthorpe'dan Curzon'a gizli yazı, İstanbul, 31.7.1919: Sonyel, age, s.61.
[10]Aksin, age, s414.
[11] Aksin, age, s. 414,415.
[12] Takvim¬i Vekayi, 21.9.1919.
[13] Robeck'ten Curzon'a yazı, İstanbul, 4.11.1919; Sonyel, age, s.77.
[14] Ryan'dan Adam'a yazı, İstanbul, 26. 11.1919; Sonyel, age s.79.
[15] İngiliz Askeri istihbarat Şefi'nden Savaş Bakanlığı'na gizli yazı, Londra, 1.1.1920; Sonyel, age, s.79.
[16] Robeck'ten Cuzon'a gizli telgraf, 29.2.1920; Sonyel, age, s.87.
[17] Jaeschke, age, s.7.
[18] Sonyel, age, s.157.
[1] Meydan, Atatürk' ün Gizli Kurtuluş Planları, s.162 vd.
[2] Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul, 1979, s.258,259; Meydan, age, s.172,173. [3] Bayur, age, s.166, Meydan, age, s.173.
[4] Atatürk'ün Bütün Eserleri, C.15, s. 62.
[5] Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.II, Ankara, 1997, s. 538,539.
[6] Meydan, age, s.181.
[7] Selek, age, s.48.
[S] Akşin, age, s.345,346.
[9] age, s.355.
[10] FO,371/5055/E, Robec,ten Curzon'a gizli yazı, İstanbul, 28.31920; Sonyel, age, 109.
[11] Sonyel, age, s.128,129.
[12] Vahdettin, Türkiye'den kaçtıktan sonra da Atatürk'e hakaret etmeye devam etmiştir: İngiliz arşivlerinde yapılan araştırmalarda Vahdettin' in, bazı İngiliz yetkililerine yazdığı mektuplarda, Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. Metin Hülagü'nün değdi gibi, "Vahdettin, Atatürk'e bir bakıma düşman; çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..." Bülent Günal, "Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e Destek Oldu mu? Ne Desteği, Mektuplarında Atatürk'e Küfür Bile Ediyor", Prof Metin Hülagü İle Röportaj, Vatan, 26 Kasım 2007, s.17.
[13] age, s.157.
[14] Sonyel, age, s.187; Avcıoğlu, age, s.208,209; Meydan, age, s551.
[15] FO, 37117853/E, 320: Rumbold'tan Curzon'a gizli telgraf, 6.1.1922; Sonyel, age, s.160. [16] Avcıoğlu, age, s.184.
[17] Sonyel, age, s.160.
[18] age, s.161.
[19] Avcıoğlu, age, s.184.
[20] age, s.184.
[21] Sonyel, age, s.164,165.
[22] FO, 37177882/E 2219: İngiliz gizli istihbarat raporu, no: 548,23.2.1922. "Padişah ve Kazım Karabekir Paşa" ,R.321, İstanbul, 7.2.1922; Sonyel, age, s.165,166.
[23] Sonyel, age, s.166.
[24] FO, 371/7859/E 3493: İngiliz gizli istihbarat raporu, no. 605,303.1922; Sonyel, age, s.166.
[25] Avcıoğlu, age, s.184.
[1] Rıfat. age, s.209.
[2] Mısıroğlu, Osmanoğullannın Dramı, s.80.
[3] Özakman, age. s.234.
[4]Bkz. Özakman, age, s.236-246.
[5]Bu beyannameyi yayınlayanlardan biri olan K. Mısıroğlu bu beyannamedeki ifadeleri dikkate almamıştır. Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği île Hilafet, İstanbul, 1993, s.194, vd; Özakman, age, s.246.
[6] Özakman. age. s.234.
[7]Jaeschke, İngiliz Belgeleri, s.102.
[8] Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 11. bs. İstanbul, 2004, s.216.
[9] Jaeschke, age, s.102.
[10] age, s.103.
[11] Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, s.243; Selek, age, s.216.
[12] Jaeschke, age, s.103.
[13] Selek, age, s. 216.
[15] Özakman, age, s.252.
[15]Jaeschke, age, s.104.
[16] Sir Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, Londra, 1951, s.129-131'den aktaran Osman Ozsoy, Kurtuluş Savaşının Perde Arkası, İstanbul, 1999, s.133; Meydan, age, s.483.
[17] Jaeschke, age, s. 107.
[18] Aksin, age, s.247,248.
[19] Bkz. Meydan, age, s.489-492.
[20] Özakman, age, s.253,254.
[21] Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.344 vd.
[22]Bu sürecin bütün ayrıntıları için bkz. Meydan, age, s. 463 vd.
[23] Akın gazetesi, 20 Mayıs 1948.
[24] Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, s.129.
[25] Selek, age, s.219,221.
[26] Jaeschke, age, s.109.
[27] age, s.114.
[28] Aksin, age, s.291-294.
[29] age, s.287
[30] Atay, age, s.124.
[31] Bayur, age, s.292.
[32] Meydan, age, s.535.
[33] Atay, age, s.139.
[34] age, s. 139,140.
[35] Murat Bardakçı, "Birinci Cumhuriyetçilere Dev Bir Hizmet", Hürriyet, 12 Mayıs 1996.
[36]Meydan, age, s.521.
[37] Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s.214.
[38] Saime Yücer, "Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkısı ve Geri Çağrılması Üzerine Bir İnceleme", Askeri Tarih Bülteni, Ankara, 2001, S.51, s.141.
NOT: https://haberguncel.blogspot.com/ ve Sinan Meydan'dan alıntılar bulunmaktadır!
[1]Atsız. Türk Ülküsü, s.86.
[2]Özakman, age, s.275.
[3] age, s.276.
[4] Kısakürek. Vatan Haini Değil. Büyük Vartan Dostu Sultan Vahdettin, s.204.
[5] Özakman, age. s.276.
[6] age. s.276.
[7[ Tercüman, 6 Temmuz 1967; Özakman, age, s. 277.
[8] özakman, age, s.279; Selek, age, s.137. Atatürk'ün imzaladığı bu 1000 liralık makbuzun klişesini, eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali yayınlamıştır. Ayrıca, Atatürk'ün bu paranın sarfı ile ilgili telgrafı 28 Mayıs 1919'da Vekiller Heyeti' nde görüşülmüş, gereğine karar verilmiş, karar tutanağına yazılmış, yani devletin kayıtlarına geçmiştir. ortada gizli saklı hiçbir şey yoktur. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C.I, s.84.
[9] Selek, age, s.137. Ancak bu 25.000 lira iddiası da şimdiye kadar belgelenememifltir. Özakman, age, s. 281.
[10] inal, age, s.2059; Özakman, age, s. 278; Gökbilgin, age, CII, s.403.
[11] Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C.I, s.-173.
[12] Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara, 1964, s. 138.
[13] Atatürk, kendisine ayrılan üç otomobilin Anadolu'da benzini bitince istanbul'dan benzin istemiştir. Bunun üzerine alınan 1000 kilo benzin Samsuna gönderilmemiş ya da gönderilememifl-tir. Yücer, age, s.135.
[14] Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, C.I, 4.bs, istanbul, 1969, s.204.
[15] Kansu, age, s.449, 481, 487.
[16] age, s.506-508.
[17] age, s.506-508; Selek, age, s.136,137.
[18] age, s.40,41.
[19] Karabekir, istiklal Harbimiz, s.658.
[20] Feridun Kan-demir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, istanbul, 1965, s. 33 [21] Turan, age, s.219.
[22] Meydan, age, s.545.
[23] Özakman, age, s.280, dipnot 227.
[24] Berber, age, s.75.
[25[ Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal Vahdettin ve Milli Mücadele, s. 189.
[26] FO, 37117901IE10729: Rumbold'tan Curzon a gizli ve özel mektup. İstanbul, 26.9.1922; Sonyel, age, s.191.
[27]İkdam, Sabah, 16.9.1922.
[28] özakman, age, s.61. i
[29] Çetiner, age, s.258.
[30] Jaeschke, age, s.248, 249.
[31] age, s.248,249.
[32] FO, 371I7912IE12647; Rum-bold'tan Curzon ayazı, 7.11.1922; Sonyel, age, s.197.
[33] FO, 37117910IE, 12293; Sonyel, age, s.198.
[34] Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında İslam dünyasındaki saygınlığı hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 3.bs, İstanbul, 2009, s.374 vd.
[35] FO, 37117913IE12699; Kral Naibinden Hindistan Bakanlığına ivedi, özel ve gizli telgraf, 10.11.1922; Sonyel, age, s.198.
[36] Jaeschke, age, s.250.




İngilizler, Mustafa Kemal’den Rahatsız!






İngilizler, Samsun’a gittikten sonra Kemal Paşa’nın faaliyetlerden rahatsız olunca İstanbul’a geri çağırdı! Koskoca Osmanlı Devleti’nin can acıtıcı durumu işte tam da bu idi.
İngilizler Cumhuriyeti Sevmez! (Belgesiyle)
 Derin tahrifçi gruba göre İngilizler Cumhuriyet sistemini dayatmış bu yüzden kabul edilmiş(!) Oysa İngiltere Osmanlı’nın meşrutiyet sistemine geçmesinden, kurulacak parlementodan ötürü bile büyük tedirginlik yaşamıştı.


31 Temmuz 1908 Sir. E. Grey’den Sir. G. Lowther’e Özel…

İstanbul’a çok iyi bir zamanda gittiniz. Benim parlementoda yaptığım konuşma telgrafım bizim tutumumuzu size açıklıyacaktır. İstemediğimiz konulara el atıp Türkleri şüphelendirmiyelim, fakat onlara işlerini iyi idåre ederlerse bizim yardımımızı ve desteğimizi sağlayacaklarını anlatalım. Bundan Türkleri himaye edeceğimiz anlamı çıkmasın, fakat himayekår davranacağımız anlatılsın. Şüphesiz işler her zaman şimdi olduğu kadar iyi gitmiyecektir. Önümüzde bizi beklemekte olan tehlikeleri bilemiyoruz. Türk halkına, bizim kavgalarımızın kendileriyle olmadığını, şimdi kendilerinin de istemedikleri iktidardaki mahlúklarla olduğunu anlatalım. Şayet Türkler anayasayı tam olarak ayakta tutar ve kendileri de kuvvetlenirse bunun sonuçları bizim şimdi göremeyeceğimiz kadar uzaklara gidebilir. Bu hareketin Mısır’daki etkisi inanılmıyacak kadar büyük olacaktır; bu etki Hindistan’da da hissedilecektir. Biz şimdiye kadar idåremiz altında bulunan Müslümanlara kendi dinlerinin başkanı olan milletin kötü bir despot tarafından idåre edildiğini söylüyorduk. Halbuki biz idåre ettiğimiz Müslümanlar için iyi bir despottuk ve bizim idåremiz altında daha mutluydular, çünkü bu insanlar mukayese imkånına sahip değillerdi, dolayısıyla farkın kendi lehlerine olduğunu kabule hazırdılar. Fakat şimdi Türkiye bir anayasa yapar, parlemento kurar ve hükûmet şeklini geliştirirse Mısırlılar da bir anayasa isteyeceklerdir. Bizim bu kuvvetle karşı koymamız çok güç olacaktır. Şayet Türkiye’de anayasa iyi işler ve işler iyi giderse Mısır’da ayaklanmalar olacaktır, bu bizim durumumuzu bozacaktır. Biz asla ne Mısır halkıyla ve ne de Türk hükümetiyle mücadeleye girmeyeceğiz. Bizim mücadelemiz Türk halkının hisleriyle olacaktır. Bunu çok dikkatle ele alınacak bir konu olarak veriyorum. Bu hususun haricinde bütün reform hareketlerini tutuyor görünün ve bana bilgi verin.


Atatürk, 23 nisan 1920'de ankara'da tbmm'yi açınca, padişah vahdettin, sırtını ingiliz işgal kuvvetlerine dayayan damat feritle birlikte milli mücadele'ye ve atatürk'e adeta savaş ilan etmedi mi? Milli mücadele sonrasında "hayatımı tehlikede hissediyorum" diyerek ingilizlere kaçan atatürk mü?

"Esir olan adam padişah olamaz. (...) haince hareket ediyor..." TBMM GİZLİ CELSE ZABITLARI , C1, S.136
TBMM'de 8 şubat 1921 tarihli gizli oturumda Muş Milletvekili hacı ahmet efendi, halife sultanın, sevr antlaşması'nın imzalanmasını kabul ederek "ecnebilere boyun eğen bir mahluktan yaratıktan başkab ir şey olmayacağını" söylüyor.
TBMM GİZLİ CELSE ZABITLARI C.1 S 412
Tbmm'Nin 23 nisan 1921 tarihli oturumunda Saruhan Milletvekili mahmut celal bey,"papaz fru isminde bir casus maalesef sultan osman'ın tahtında oturmakta olan bugünkü padişahı avucunun içine almış.." deyince istanbul milletvekilşi neşet bey, "o da onun gibidir. kahrolsun!" diye bağırıyor. TBMM ZABIT CERİDESİ, C. 10,S. 71
TBMM'nin 9 Temmuz 1921 tarihli oturumunda Antalya Mebusu Rasih efendi, bursa da osmanlı'nın kurucularının türbeleri üzerine venizelos'un oğlunun ayak basarak fotoğraf çektirmesine sessiz kalan padişah vahdettin'e "muzuriddin" adını takıyor. Bunun üzerine İstanbul mebusu Neşet Bey, "Bunu yaptıran o domuzdur" diye bağırıyor.
TBMM ZABIT CERİDESİ, C.11 , S.208
Tbmm'de 30 ekim 1922 pazartesi günü saltanatınk aldırılması için görüşmelere başlanıyor
O görüşmelerde antalya millettvekili hoca rasih efendi, padişah vahdettin'e cani ve hain diyor. Bütün islam dünyasının ona lanet ettiğini söylüyor.
TBMM ZABIT CERİDESİ, C.24, S.272

Ekstradan

İngiliz zırhlısıyla kaçan bir adam nasıl hain olamaz? Bir savaş çıksa X kişisi kaçsa o kişi hain ilan edilmez mi? Edilmezse vatansever mi olur?



Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

Top Post Ad

Below Post Ad

Sponsor