TÜRKLERDE LAIKLIK TUĞRUL BEY ILE BAŞLAR
15 Aralık 1055. Bağdat’taki Cuma hutbesi, Abbasi Halifesi Kaaim’in emri üzerine, kendi adı yerine, ilk defa bir başkasının adına, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey adına okundu. İşte bu gün dünya saltanatı Türkler’e geçerken, halifelik ise sadece dini saltanat olmakla yetiniyordu. Bu olay, laikliğin ilk örneği olarak görülebilir. Günümüz Türkiye’sinin temelini oluşturan “laik-İslam” geleneğinin başlangıcı da bu olaydır. Aynı olaya dayanarak “İslam’a laiklik, Türkler tarafından getirilmiştir” ifadesi yanlış olmaz. Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonra, devlet başkanı ve din başkanı Selçuklulardan itibaren ayrılmıştır. Türkler hiçbir zaman şeriata dayalı devlet yönetimini benimseyememişlerdir. Osmanlı’da mecburen alınan halifelik ünvanının ağırlığı altında, şeriata dayalı gibi görünen bir yönetim sergilenmiştir (Aslında tarihçi D’Hosson’un yazıları dışında, halifeliğin Yavuz Selim zamanında ve bir törenle 3. Mütevekkil tarafından devredildiği de çok tartışılmıştı bir zamanlar. Hatta Yavuz Mısır’dan getirdiği 3. Mütevekkil’i -ki son Memluk halifesidir- İstanbul’da hapsettirdiği. Kanuni Sultan Süleyman tahta çıktığında çıkarılan af ile hapisten kurtulduğu da bazı tarih sayfalarında yer almaktadır). Ancak şeriatla yönetilen her devlet gibi Osmanlı devleti de mutlak çöküşünü hızlandırmış ve kendisini kurtarılmaya muhtaç bir hale getirmiştir. Çünkü Osmanlı Fatih’le birlikte İmparatorluğa geçince; bünyesinde çok uluslu bir yapı ile birlikte çok farklı dinleri de barındıran yeni ve farklı bir konuma geldi. Artık Osmanlı İslam şeriatı ile yönetilemezdi. Çünkü yönetilenlerin büyük bölümü de gayri müslimlerden oluşuyordu. Yine Fatih’le birlikte, Türkmen beylerinin egemenliğinde bulunan Sadrazamlık makamı devşirmelerin ellerine bırakıldığından yönetimin gerçek anlamda bir şeriat uygulayabileceğini söylemek de olası değildir.
Günümüze doğru gelelim. Cumhuriyeti ilan eden Atatürk ve arkadaşları, dünyada bir ilki gerçekleştiriyor ve Müslüman bir toplumda, dini esaslarla yönetilmeyen bir devlet kuruyor: Laik Türkiye Cumhuriyeti…

Böylece Tuğrul Bey’le başlayan, Fatih Sultan Mehmet ile gelişmeye eden laiklik, sonunda Atatürk ile son aşamasına geliyor. 1055-1923. Yaklaşık 1000 yıllık bir evrim. Laikliğin yanında Cumhuriyet’in kurucuları, karşısında şeriatın savunucuları. Biri gözünü ilerilere dikmiş, bir ulusu zirveye çıkarmanın planlarıyla uğraşıyor, diğeri 1400 yıl önce Arap medeniyetinin kokuşmuşluğunu ve sapkınlıklarını dize getirebilmek temel amacıyla indirilen İslamiyet gibi mükemmel bir dini kullanarak, bunca yıllık evrimi geriye çevirme planları yapıyor. Buradaki en büyük sapkınlık da bu kirli emel için halkı en zayıf noktasından “inançlarından” vurmaktır. Olumlu ya da olumsuz tüm diğer ideolojiler bir politika geliştirirken, şeriat taraftarları ellerine aldıkları Kuran-ı Kerim gibi kutsal bir kitabı, sinsi emellerine alet etmiş, bunu yaparken de ayetlerin birçoğunu amacı dışında kullanma hainliğini gösterebilmiştir.
Yazar Cengiz Özakıncı, bir konferansta laikliğin 1789’daki Fransız Devrimiyle ortaya çıkmadığını, 1050’li yıllarda Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Tuğrul Bey’in halifenin yetkilerini sınırlandırması ve halifeyi siyasî yetkilerinden arındırmasıyla tarihte laikliği ilk kez uygulayanın Türkler olduğunu, Türk Devriminin de laikliği Türk tarihinden aldığını iddia etti.1
Bir dinî makam olan halifeliğin siyasî yetkilerden arındırılması, yani bir devlet yönetiminde kral, sultan, cumhurbaşkanı vb. bir yönetici gücün var olması ve bu gücün dışında İslâm kaynaklı bir makam olan halifenin –yalnızca dinî konularda yetkili olarak- var olması, o devletin laik olduğunu göstermeye tek başına yeterli mi? Sanmıyorum. Halife yalnızca dinî konularda yetkili kılınsa dahi devlet yönetiminde, hukukunda, kurallarında, işleyişinde herhangi bir dine başvuruluyorsa laiklikten söz edilemez. Devletin resmî dini varsa laiklik yoktur. Bu yüzden bahsedilen olay (aşağıda ayrıntılandıracağız) laikliğin uygulanması değil, kısmen laikleştirilmiş bir sistemin egemen kılınmasıdır.
Eğer halifelik makamından siyasî yetkilerin koparılması laiklik olarak kabûl edilecekse dahi, Tuğrul Bey’in halifeyi koruma altına alması olayından önce başka benzer olaylar da yaşanmıştır ve dolayısıyla Tuğrul Bey burada ilk olma özelliğine sahip değil.
Bilindiği gibi Muaviye ile başlayan Emevî halifeliği –ve onun devamındaki Abbasî halifeliği-, Şiiler tarafından kabûl edilmemektedir. 945 yılında Şii mezhebinden olan Büveyhîler, halifeliğin merkezi olan Bağdat’ı ele geçirdiler. Böylece halife, Büveyhîlerin denetimi altında, siyasî yetkisiz ve güçsüz bir konumda kaldı. 945’ten yaklaşık 100 yıl sonra Büveyhîlerin kontrolü altındaki Abbasî Halifesi Kaim, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e halifelik merkezi Bağdat’ı Şii Büveyhîlerden kurtarması yönünde çağrı yaptı. Halife Kaim’in çağrısına uyan Tuğrul Bey’in ordusu 1055’te Büveyhîleri yenilgiye uğrattı ve Tuğrul Bey Bağdat’a girdi. 110 yıllık Şii egemenliğine son veren Tuğrul Bey, Halife’yi koruması altına aldı. İşte burada artık halifeliğin merkezi Bağdat’ı elinde bulunduran Selçukluların başındaki Tuğrul Bey, halifelik ile devlet yönetimini ayrı tutarak laik bir anlayış gösterdi. (Dikkat! Laik bir sistem kurmadı; laik bir anlayış gösterdi, laik karakterde bir karar aldı.)
Görülüyor ki, laik bir anlayışın ürünü olan bu olayın (Tuğrul Bey’in halifelik makamını siyasî yetkilerden arındırıp yalnızca dinî konularda yetkili kılması) başlangıcı da aslında laik bir anlayışı olan başka bir olaya dayanıyor. Büveyhîlerin Halife’yi kontrol altına alıp siyasî yetkilerden arındırması da tıpkı Tuğrul Bey’in yaptığı gibi laik karakterde, o günün koşulları içinde laik anlayışla yapılmış bir olay ve Tuğrul Bey’den 110 yıl önce, 945 yılında gerçekleşiyor.
İslâm tarihinde –gerçek anlamda laik bir sistem kurulmadan ve laikliğe uygun koşullar tam olarak sağlanmadan- laik bir anlayışla yapılan ilk reformlar bunlar değil. Abbasî Halifesi Râdî, 936 yılında –yani Büveyhî işgalinden 9, Selçukluların Bağdat’ı almasından 119 yıl önce- bir “Emir-ül Ümerâ” atayarak tüm siyasî yetkilerini bu makama devretti, kendini yalnızca genel olarak simgesel bir konumda ve yalnız din işlerinde söz sahibi olan bir konuma getirdi.2 Böylelikle halifelik ve devlet yönetimini ayıran ilk kişi aslında 1055 yılında Tuğrul Bey değil, 936 yılında Râdî olmuştur. Yani İslâm tarihinde kısmen laik bir irade göstererek halifelik ve devlet yönetimini ayıran ilk topluluk Türkler (Büyük Selçuklu Devleti) değil, Abbasîlerin Halifesi Râdi’dir. (Yalnız, belirtmek gerek ki bu tarihî olayda da Türk izleri vardır. Çünkü Halife Râdî’nin yönetsel yetkilerini devrettiği Emir-ül Ümerâ makamına atadığı ilk kişiler İbn Raik, Ebu’l Hüseyin Beckem, Ebu Abdullah el-Beridî gibi Türkler olmuştur.)
Özakıncı’nın belirttiği gibi, Mustafa Kemâl Atatürk bazı yenilikleri gerçekleştirirken, saltanat, halifelik, laiklik gibi konulardaki yeni uygulamaları anlatırken Türk tarihini, Tuğrul Bey’in halifelik ve devlet yönetimini ayrı tutmasını örnek göstermiştir. Türk Devrimini Türk tarihine dayandırmıştır. Örneğin saltanat kaldırılırken de yine Selçuklu sultanlarından Melikşah’ın “egemenlik ve saltanat”ın temsilcisi olarak, yanında Abbasî Halifesinin yalnızca “dinî riyâset” sahibi olarak kalmasında bir sakınca görmeyişini örnek göstermiştir. El yazısıyla aldığı notlarda Tuğrul Bey’in halifelik ve devlet yönetimini ayırmasını örnek göstermiş, ancak bu “dinî riyâset”in (dinî yönetimin) kaldırılmaması hatasının yıkıcı sonuçlara yol açtığını da belirtmiştir.

Sonuç olarak; evet, Atatürk, Türk Devrimini yaparken Türk tarihini örnek almıştır, yalnızca Batı’nın yaşadığı aydınlanmaya, rönesansa, bilimsel, felsefî, teknolojik ilerlemelere değil, aynı zamanda Türk tarihine de bakmıştır, laiklikte de böyle yapmıştır. Ama bu, laikliği tarihte ilk kez veya semâvî dinlerde ilk kez uygulayanın Türkler olduğunu göstermez. Atatürk de “Zaten Türklerden bir emir-ül ümerâ tayinine başlandığı tarihten beri halifelerin hiçbir nüfuzları kalmamıştı; yalnız maaş alırlar ve İslâm’ın halifesi sıfatı ile halkın gösterdiği hürmetle iktifa ederlerdi.” diyerek, halifelik ve devlet yönetiminin Tuğrul Bey’den önce de, “emir-ül ümerâ” makamının oluşturulması ile birbirinden ayrıldığını, yani “laikliği Türklerin icat etmediğini” söylemiştir.
NOT TDV İslâm Ansiklopedisi’nde “Emîü’l-Ümerâ” maddesinden: “Basra ve Vâsıt’ın güçlü valisi İbn Râik’i Bağdat’a davet ederek kendisine emîrü’l-ümerâ unvanını verdi ve geniş yetkilerle donattı. Başkumandanlık, Dîvânü’l-harâc, Dîvânü’d-diyâ’, Dîvânü’l-meâvin’in reisliği ve berîd teşkilâtının yönetiminin yanı sıra valilerin ve yüksek dereceli memurların hatta vezirin tayini bile onun salâhiyeti dahilindeydi. Devletin idarî, askerî ve malî işlerinin yönetimi konusunda halifeye danışmadan karar alma ve uygulama yetkisine sahip olan Emîrü’l-ümerâ İbn Râik’in protokolde yeri halifeden sonra geliyordu. Hutbelerde kendi adından sonra onun adının da zikredilmesi bizzat halife tarafından bütün eyalet valilerine bildirilmişti. İbn Râik’ten sonra emîrü’l-ümerâ olan Beckem et-Türkî adına 329 (940-41) yılında basılan dinardan, paralarda halife ile birlikte emîrü’l-ümerânın da adının yazıldığı anlaşılmaktadır. Hutbe ve sikkenin halifelik alâmetlerinden olduğu dikkate alınınca emîrü’l-ümerânın halifenin bütün yürütme yetkilerini devraldığı söylenebilir.”
Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır. Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur.
Atatürk’ün devrimleri Batı’ya değil, Türk Tarihi’ne dayanır.
LAİKLİK
Meclis’in 01.11.1922 günü verdiği kararla Saltanat ile Hilafeti (Yani dünya yönetimiyle din yönetimini) ayırması; dünyada Türkler Laik Devrim yaptı diye duyuruldu. Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır. Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Bu karar Atatürk’ün mecliste yaptığı uzun konuşma sonunda verilmiş; tarihi ders diyebileceğimiz bu konuşmada, Atatürk, İslam Dünyası’nda Saltanat ile Hilafet’in din işleri ile devlet işlerinin tarihte ilk kez Türklerce, Selçuklu döneminde birbirinden ayrıldığını ve bunun bir kaç yüzyıl boyunca sürdüğünü anlattıktan sonra; ‘İşte biz de simdi aynen öyle yapmalı, din işiyle devlet işlerini, aynen atalarımızın yaptığı gibi ayırmalıyız’ demiştir. Atatürk, bu devrimci atılımın esin kaynağının, tümüyle ve yalnızca Türk Tarihi, Selçuklu Dönemi’nde Tuğrul Bey’in yöntemini örnek alarak yaşama geçirdiğini özellikle vurgulamıştır.
Türkiye’de 1922’de gerçekleşen bu laik devrimin kaynağı, Batı değildir, Fransız Devrimi değildir, esin kaynağı tümüyle Türk/Selçuklu Tarihi’dir. Ve vahye dayalı dinlerde laiklik Selçuklu/Türk buluşudur. Türklerin insanlığa armağan ettiği bir yönetim ilkesidir. Dünyada vahye dayalı din devletlerinde ilk laik devrim, Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir.
Laiklik, sanıldığı gibi, 1789 Devrimi’nde somutlaşan bir Fransız buluşu değil; 1060 tarihli Selçuklu Devrimi’nde somutlaşan bir Türk buluşudur ve dünya çapında patenti, Tuğrul Bey’e aittir. Laikliği Fransızların icat ettiği bir uydurmadır. Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır. Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Fransız Devrimi’nin düşünsel temellerini kuran isimlerden Fransız doğubilimci Joseph de Guignes’in de eserlerinde övgüyle Tuğrul Bey’in yaptıklarından söz ettiğini görüyoruz.
Yani Fransız Devrimi’nde Türk etkisi, Tuğrul Bey’in damgası var.”
EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE LAİKLİK İLKE VE DEVRİMİ
“Laiklik kuşkusuz, yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılması değildir; akılcı ve bilimsel eğitim olmadan laiklik olamaz.
Atatürk’ün akılcı bilimsel eğitim devriminin kaynağı da Batı değil, Tuğrul Bey’in ölümünden bir kaç yıl sonra, l068’de Karahanlılar Devlet Başkanı’nın özel danışmanı olan Bilge Türk Yusuf’un Türkçe olarak yazdığı Kutadgu Bilig isimli kitaptır. Atatürk’ün eğitim öğretimde laiklik, yani akla ve bilime dayalı eğitim öğretim ilke ve devriminin kökenlerini, Atatürk Devrimleri’nden yaklaşık 850 yıl önce yazılmış bu kitapta görebiliyoruz.
Türk Karahanlı Devlet Başkanı’nın özel danışmanı Türk Bilge Yusuf, 1068-70’lerde yazdığı Kutadgu Bilig kitabında, devlet başkanına uygulamasını öğütlediği ilkeler, tümüyle akılcı bilimsel laik eğitim öğütleridir.
Yusuf’un Akılcı Bilimsel Eğitim öğütlerini, ilk basımı 2000 yılında yayımlanan İslam’da Bilimin Yükselişi kitabımda ‘Proto-Atatürkçü’ (Ön-Atatürkçü) ilkeler olarak niteledim ve Atatürk’ün akılcı bilimsel eğitim devriminin Türk Tarihi’ndeki kökü, kaynağı olarak gösterdim.
Atatürk’ün laik akılcı bilimsel eğitim devriminin kökü, Batı’ya değil, 900 yıl önceki Türk Tarihi’ne dayanmaktadır.
Atatürk’ün akıl ve bilimle ilgili pek çok sözü, Türk Bilgesi Yusuf’un 850 yıl önce Kutadgu Bilig’de dile getirdiği devletin akılcı bilimsel yani laik eğitime yönelmesi öğüt ve ilkesinin, yüzyıllar sonra Atatürk’te dile gelmesi, yeniden yaşama geçirilmesidir. Atatürk’ün laik akılcı bilimsel eğitim devriminin kökü, Batı’ya değil, 900 yıl önceki Türk Tarihi’ne dayanmaktadır.
Atatürk, 1930’da büyük bir bölümünü bizzat yazdığı kitaba Medeni Bilgiler (uygar bilgiler) adını vermişti; ne ilginç bir rastlantıdır ki, Yusuf’un 1070’lerde yazdığı kitaba verdiği Kutadgu Bilig adı da, günümüz dilinde kutlu uyum bilgisi, uygarlık bilgisi yani medeni bilgiler anlamına gelmektedir.”
CUMHURİYET DEVRİMİ
“Atatürk, Cumhuriyet Devrimi’ni açıklarken, kaynağı yine Selçuklu’dur. Başkent Ankara’da ilan ettiği Cumhuriyet’in kökenini de yine Batı’ya değil, 1340’larda bir Selçuklu Beyliği olan Ankara’daki Ahi Cumhuriyeti’ne dayandırmıştır. Atatürk’ün 7 Mayıs 1924 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan açıklaması şöyledir:
‘Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Hakikaten, Selçuki idaresinin bölünmesi (inkisamı) üzerine Anadolu’da teşekkül eden küçük hükümetlerin isimlerini okurken bir “Ankara Cumhuriyeti”ni görmüştüm. Tarih sahifelerinin hana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki aradan geçen asırlara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet kabiliyeti devam ediyor. Türkiye’nin hemen bütün bölgelerini (menatıkını) gezdiğim ve gördüğüm için hükmettim ki, o zaman isimleri cumhuriyet olmayan diğer yerlerin bugünkü halkı da aynı kabiliyetten asla uzak değildir. Beni, Türkiye’nin en münasip merkez Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile çok eskidir ve bilimseldir (fennidir).’
Atatürk, üzerine basa basa, ‘Cumhuriyetimizin kaynağı kendi öz tarihimizde, 1343-1354 arası Selçukluların bir beyliği, “Ankara Cumhuriyeti” vardır, işte Cumhuriyetimizin kökü budur’ diyor.”
GİYİM KUŞAM VE ŞAPKA DEVRİMİ
“Bugün çağcıl Batılı giysi denilenlerin hiç biri Batı icadı değildir. Ceket, gömlek, pantolon, binlerce yıl önce Asya’daki Türklerin giyimidir. Batı, ceket gömlek, pantolon ve fötr şapkayı, İskit dedikleri Saka Türkleri’nden görüp almıştır. İskit dedikleri Saka Türklerinin ceket, pantolon ve şapka giydiği, Yunanların ise kumaşa sarındıkları; 2500 yıl önceye tarihlenen alçak kabartmalarda, anıtlarda, resimlerde, mozaiklerde, paralarda, açıkça görülmektedir. Resimli Yunan vazolarında ve eski Yunan’dan kalma anıtlarda, ceket, pantolon, fötr şapka yoktur. Eski Roma’yı yansıtan sanat yapıtlarında ceket, pantolon, fötr şapka yoktur. Bizans mozaiklerinde ceket, pantolon, fötr şapka yoktur.
Buna karşılık, İ.Ö. 500’lere tarihlenen Issık Göl dolayında bulunmuş şimdi Rusya’da Hermitage Müzesi’nde korunmakta olan Altın Elbiseli Adam, ceketlidir, pantolonludur. Bu tüm dünyaca bilinen bir örnektir.
Pazırık’ta bulunan yine İ.Ö. 500’lere tarihlenen halıda resmedilmiş atlının giyimi de ceket pantolondur. Bu örnekler, Batı buluşu sanılan ceket, pantolon, fötr şapka gibi, giysilerin, kökeninin Asya Saka İskit Türk giyimi olduğunun yadsınamaz kanıtıdır.
Fötr şapkanın kökeni de yine Saka/İskit denilen Türklerdir. Fötr şapka denilen, kökende Kırgız Başlığı’dır. Görüntüler bunu kanıtlamaktadır.
1000 yıl önceki Batı sanat yapıtlarının hiç birinde fötr şapka görülmeyişi, daha sonra tek tük görülen ilk fötr şapkaların da tam Kırgız Başlığı biçiminde oluşu, savımızın kanıtıdır. Örnek, Fransa Kralı XI. Louise’in başlığının Kırgız modeli olduğu apaçık ortadadır.
Atatürk fes yerine fötr şapka yerleştirirken, bu şapkanın Türk kökenlerini vurgulamış ve 1923 Ocak Şubat Eskişehir-İzmit konuşmalarında “Buhara’da, İran’da, Afgan’da şapka giyerler ve şapka ile namazlarını kılarlar” tümcesini kullanmıştır.
Buhara Türk başlığını örnek göstermiş; Türk Tarihi’ne gelenek ve göreneklerine dayandığını vurgulamıştır. Kadın giyimiyle ilgili konuşmalarında da yine, geleneksel Türkmen kadını giyimini örnek vermiştir.”
YAZI VE DİL DEVRİMİ
“Türkler, Arap yazısı kökenli yazıdan önce, Orhun ya da Göktürk Abecesi diye adlandırılan yazıyı kullanmışlardı. Bu yazının İ.Ö. 700’lerin Etrüsk yazısıyla benzeştiği, çok bilinen, çok dile getirilmiş bir olgudur. Ancak ben, 1994’te yayımlanan “Dil ve Din” adlı kitabımda, Orhun/Göktürk denilen yazıdaki damgaların, Etrüsk’ten 3000 yıl daha eski, Sümer Uygarlığı’yla bağlarını somut olarak gösterdim. Kitabımın ilgili sayfalarındaki görüntüleri karşılaştırınca; bu açıkça anlaşılmaktadır. Yazı Devrimi’nin gerekçeleri, nedenleri, sonuçlarını da bu kitabımda ayrıntılı olarak inceledim. Ancak Arap kökenli yazının bırakılıp, Latin kökenli Türk Yazısı’na geçilmesi, Latin yazısının Asyalı kökleri bilindiğinde, yazı devriminin Türkün bir cebinden çıkanın öteki cebine girmesi gibi bir olay olduğu görülecektir.
ResimDil Devrimi’nin nedenlerini ve sonuçlarını, 1994’te yayımlanan “Dil ve Din” kitabımda ayrıntılarıyla işledim. Bu devrimin kaynağı da yine bir Selçuklu/Türk; Karamanoğlu Mehmet Bey’dir.
Atatürk, 1270’lerde Selçuklu Türk Karamanoğlu Mehmet Bey’in, “Bundan böyle her yerde Türkçe konuşulacak” buyruğunu yüzyıllar sonra yaşama geçirmiştir. Dil Devrimi Batı öykünmesi değil, kökü Türk tarihinde olan bir devrimdir.”
“Atatürk, 1919’dan başlayarak, bütün konuşmalarında, ırk ayrımından uzak durmuş; bütün Türkiye halkını “özkardeşler” olarak nitelemiştir. Bunu Bütün Dünya Dergisi’nde yayımlanan, “Kandaşlık, Dindaşlık, Yurttaşlık” başlıklı yazımda ve diğer yazılarımda, örneklerle anlattım. Atatürk’ün ırkçı olmadığı apaçık ortadadır.
Pek çok yazar, Atatürk’ün ırka değil kültür birliğine önem verdiğini, 80 yıldır döne döne vurgulamıştır. Atatürk’ün ırkçı olmadığını söylemek yeni bir şey söylemek değildir. Atatürk’ün ırkçı olmayışı, kendini ayrı ırktan olarak tanımlayanları bile özkardeş, yurttaş sayan tutumu, Türk Tarihi’ne dayanmaktadır.
İskit/Saka Türkleri, aşiret toplumundan yurttaş toplumuna geçişi sağlayan “Varsayımsal Kandaşlık” kurumunu icat etmişlerdir.
Atatürk, 1919’dan başlayarak, bütün konuşmalarında, ırk ayrımından uzak durmuş; bütün Türkiye halkını “özkardeşler” olarak nitelemiştir.
Bu uygulamanın adı, kısaca “kankardeşliği”ndir; “Antlı İçrektik” kurumudur. Bu yöntemle, başka ırktan insanlar, kanlarını bir kupaya damlatıp karıştırıp içerek, o andan itibaren ırk ayrımı gütmüyor, birbirlerini kandaş, soydaş sayarak, kaynaşıyorlardı.
Atatürk’ün, 1932 yılında Diyarbekir gazetesinde, ırk soy ayrımcılığına karşı demeci şöyledir: ‘Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.’
Atatürk, Türk için belli bir antropolojik tanım yapılamayacağını, sarı saçlı mavi gözlü Türk olduğu gibi kara kaşlı kara gözlü Türk de bulunacağını, bunun. Türklerin dünyanın her yerine dağılıp o yöre yerlileriyle karışmış olmasından kaynaklandığını, tasada ve kıvançta ortak olmanın ulus oluşturmak için en önemli öge olduğunu vurgulamıştır.
Atatürk’ün yaptığı devrimlerin gerçekten de Türk tarihinde öncülleri, kökenleri, kaynakları ve bilinci vardır. Atatürk hiç bir devrimi yoktan var etmemiştir. Kendi tarihimizden esinlenmiştir, beslenmiştir; bu onun değerini küçültmez, tam tersine diyebiliriz ki, Atatürk, yaşadığı dönemde, Türk tarihinin gerçek anlamda tarih bilinci taşıyan tek lideriydi.
Türkiye ve dünya, bugün hala yaptıklarını konuşuyor. Bizler de onu yaptıklarını her gün daha büyük bir ilgiyle irdelemeyi, anlamayı sürdüreceğiz.
CENGİZ ÖZAKINCI'DAN ALINTILAR BULUNMAKTADIR!
Yazar Cengiz Özakıncı, “Laikliği Fransızların icat ettiği bir uydurmadır. Vahye dayalı dinsel toplumlarda laiklik devrimi dünyada ilk kez 1050-1060 yıllarında Türkler tarafından, Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Yani Fransız Devrimi’nde Türk etkisi, Tuğrul Bey’in damgası var.”dedi.
Başkent Üniversitesi’nde gerçekleştirilen “Batı’dan Alındığı Savlanan Atatürk Devrimlerinin Türk Tarihi’ne Dayanan Kökenleri” konulu konferansta konuşan Yazar Cengiz Özakıncı, “Atatürk’ün Devrimleri’ni anlayabilmemiz için, o devrimlerin toplumda hangi dönüşümlere yol açtığını bilmemiz gerektiği gibi, kökenlerini de bilmemiz gerekiyor.Bu nedenle, Atatürk Devrimleri’nin Batı’da zannedilen kökenlerinin aslında pek çoğunun Türk Tarihi’nde kökleri olduğunu anlatmak istedim. Atatürk’ün, devrimlerinin kökenlerini neden Türk Tarihi’ne dayandırdığını anlayabilmek için de, O’ndaki Türk tutkusunu bilmemiz gerekir.”dedi.1854’te Kırım Savaşı yıllarında, o güne dek Batı tarafından ‘barbar’ olarak adlandırılan Türklerin, faizle borç alarak Batı sistemine entegre olmasıylabir anda ‘uygar’ olarak nitelendirildiğini anlatan Özakıncı, “Uygar görülen Türkler, bundan kısa süre sonra 1868’lerde, İngiltere Başbakanı William EwartGladstone isimli bağnaz bir isim tarafından ‘barbarlık’ statüsüne evrilmeye başladı.Padişah Abdülaziz döneminde, alınan dış borçlar ödenemeyince Türkler yeniden ‘barbar’ oldu.”görüşlerine yer verdi.1914’te ise yine İngiltere Başbakanı Lloyd George’un, Türklerin insanlığa hiçbir katkıda bulunmadığı iddia ettiğini dile getiren Özakıncı, George’un,Türk düşmanlığı biçimindeki sözlerini anımsattı.
DEVRİMLER TÜRK KÖKENLİ
Osmanlı adına Paris Konferansı’na katılan Damat Ferit’in galip devletlerinden taleplerine karşılık, Onlar Konseyi’nin bu taleplere yanıtını tüm gazetelerde yayımlattığını dile getiren Özakıncı, şöyle dedi: “Lloyd George’un 1914’teki Türklere hakaretlerinin bir benzerini, altına on devlet imza atmış olarak bildiri biçiminde yayımlarlar.Damat Ferit bu bildiriyle Paris’ten kovuluyor. Atatürk’ten bu bildiriye bir yanıt vermesi isteniyor. Atatürk de bu bildiriye bir yanıt veriyor. Atatürk’ün bu olayın yaşandığı 1919’dan sonraki etkinliklerinde, ileri atılımlarında, devrimlerinde; her birini Türk kökenine bağladığını görüyoruz.Yaptıklarının her bir açıklamasında, ‘Bizim tarihimizde şurada şu olmuştur, biz bunu tekrar dirilttik’ diyor. Asla Batı’ya bağlamıyor. İşte Atatürk’te yaptığı devrimleri tamamen Türk kökenlere bağlama tutkusu, o galip devletlerin bildirisinin Atatürk’ün içine işlediğini ve ona yanıt vermeyi yaşamı boyunca yaptığı devrimleri ‘Bunlar da Doğu kökenli’ diye kafalarına vurarak kanıtladığını gösteriyor.”
LAİKLİK SELÇUKLU'DA BAŞLADI
Atatürk’ün en önemli kabul edilen devriminin laiklik olduğunu vurgulayan Yazar Özakıncı, Büyük Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey’in, halifenin yetki ve görev alanını sınırlandırdığı, halifenin devlet işleriyle bağını tamamen kopardığını anlatırken, şu görüşlere yer verdi: “O andan itibaren İslam’da dünya-devlet işleri ile din işleri tak diye ayrılmıştır. Bugün ders kitaplarında laikliğin öncüsü diye belletilen, ‘laikliği biz icat ettik’ diye böbürlenen Fransızlar, o tarihte yazı bile yazmıyorlardı. Türkiye’de Fransız Büyükelçiliği’nin internet sitesinde ‘Dünya ölçüsünde laikliğin bir Fransız icadı olduğunu yazabiliriz’ deniliyor. Laikliği Fransızların icat ettiği bir uydurmadır. Semavi dinlerde laiklik tamamen Türk icadıdır. Fransız Devrimi’nde bile Tuğrul’un etkisi vardır. Tuğrul hem din işleriyle, devlet işlerini ayırmış; hem de halifenin muhatabı olarak vezirini göstermiştir.Atatürk 1922’de saltanatla hilafeti ayırırken, Tuğrul’un 1050’li yıllardaki bu yaptığını Nutuk’ta belirtmiş, ‘İşte biz aynen böyle yapıyoruz’ diyerek, bu yaptığında Selçuklu Sultanı Tuğrul’u izlediği örneğini tüm dünyaya ilan etmiştir. Bir yandan da, ‘Siz yapmayı değil, yıkmayı bilirsiniz’ diyen o bildiriye yanıt vermiş oldu. Fransız Devrimi’nin ünlü kuramcılarından Voltaire de, Tuğrul Bey’in yaptığı devrimi çok iyi kavramış ve Fransız Devrimi’nin öncesindeki eserlerinde yer vermiştir.Vahye dayalı dinsel toplumlarda laiklik devrimi dünyada ilk kez 1050-1060 yıllarında Türkler tarafından, Tuğrul Bey tarafından gerçekleştirilmiştir.Tuğrul Bey’in devrimi yalnızca Atatürk’ün laiklik devrimine değil, Fransız Devrimi’ne de örnek olmuştur. Fransız Devrimi’nin düşünsel temellerini kuran isimlerden Fransız doğubilimciJoseph de Guignes’in de eserlerinde övgüyle Tuğrul Bey’in yaptıklarından söz ettiğini görüyoruz. Yani Fransız Devrimi’nde Türk etkisi, Tuğrul Bey’in damgası var.”
Atatürk’ün akılcı ve bilimci eğitim devriminde Kutadgu Bilig’i kaynak aldığını ifade eden Özakıncı, Cumhuriyet devrimi konusunda da Atatürk’ün, Selçuklu Devleti’nin dağılmasından sonra kurulan beyliklerden birisi olan Ankara Cumhuriyeti isimli bir bölgeyi tarih okumaları sırasında görmesiyle, bunu kaynak gösterdiğini açıkladı.Atatürk’ün Cumhuriyet’in kaynağını, Batı’ya ya da Fransa’ya değil; 1343-1354 arasında Anadolu’da kurulduğunu okuduğu bir Cumhuriyet’e dayandırdığını dile getiren Özakıncı, giyim ve şapka devrimi konusunda da kaynağın, ‘Batı tarzı giyim’ denilen ceket ve pantolon konusundaiçinde Türklerin de bulunduğu İskitler, şapka konusunda ise Orta Asya olduğunu sunumundaki fotoğraf ve belgelerle anlattı.Yurttaşlık devriminin kaynağının da, İskitlerdeki ‘varsayımsal kandaşlık’ olduğunun altını çizen Özakıncı, harf devriminin de Türk kökenine dayanan bir tarihi olduğunu ifade ederken, Latin AlfabesininSümer ve GöktürkAbecesi’nden türediğini söyledi.Özakıncı, Atatürk’ü her yıl artan bir ilgi ve önemle anmak ve anlamak durumunda olduğumuzu belirtirken, “Atatürk yaptığı tüm devrimlerin kökenlerini özellikle Türk Tarihi’ne bağlayarak vurgulamıştır. ‘Batı’dan aldık, Batı’dan edindik’ yok. İşte bunun nedeni, Türklerin Batı tarafından ‘uygarlık yıkıcılığı’yla damgalanmış olmasına da verdiği yanıttır.”dedi.
Varlığı ve bulunduğu makam, laik ve sosyal cumhuriyet sistemi olan, Türkiye Cumhuriyeti Devletine ve Onun Anayasasına borçlu olan bir zat, Ulus Devletin kuruluş ve çağdaşlaşma felsefesine ters bir ifade kullanamaz.
Gel gelelim ki son 17 yıl boyunca devletin tüm kurumları tahrip edildi. Birileri çıkıp absürt ifadeler kullandı: "Anayasamızda Laiklik İlkesi Kalkmalıdır" mealinde boyunu alan sözler ifade edildi.
Halk arasında çok özlü bir söz vardır; "cahil cesur olur" diye... Bunu desem bana yakışmaz, demesem eksik kalır...
Bir başka özdeyiş ise sinir sistemimin tahammül sınırlarını zorlayacağı İçin kullanmaktan hicap duyarım!..
Bireyin düzeyindeki cahillik ne diploma ile ne mevki ile ne de unvan ile düzeltilebilir.
Günümüzde devleti idare ettiklerini sananlar arasında bu zihniyettekilerin sayıları hayli fazladır.
***
Bireyin inancı, birey ile Tanrı arasındaki bir sözleşmedir.
İnanç-iman ve itikat derecesi, “alanla veren” arasındadır.
Başka bir kul müdahil olamaz, olmamalıdır, normal şartlarda durum böyledir.
Bay muktedirler sıradan bir vatandaş olarak tabii ki "laik" olmak istemeyebilir, zaten beklenmez de! Ancak, bulunduğu makam ve temsil ettiği devlet sorumluluğu, sorumlu zatların bu tür ifadelerden mutlaka uzak durması gerekir. Eğer uzak duramıyorsa ve imam kafasıyla hareket ediyorsa bulunduğu makamdan derhal istifa eder, gider bilmem ne tarikatının şeyhi ya da dervişi olur, o da kendi bileceğidir. Ancak o makamda ve o sorumlulukta iken böyle sorumsuzca konuşamaz.
Bu zihniyette Israrlı ise mutlaka o makamdan azledilmelidir!
Konu çok boyutlu olarak konuşulup tartışılması gerekir.
***
Bu yazımızın başlığındaki soruya yanıt arayarak devam edelim.
Evet; "laiklik" fikrini benimseyip, ilke olarak kabul edip hayata geçiren devlet adamı kimdir, sorusunun cevabını hemen verelim; Büyük Selçuklu Devletinin Kurucu Hakanı Tuğrul Bey'dir.
Turan coğrafyasında Türk'ün izlerini sürmek isterseniz, gitmeniz gereken çok mekân vardır.
Bu mekânlardan biri de Tahran'da mutlaka görülüp incelenmesi gereken, bize ait bir makam var; Tahran yakınındaki Rey kentinde bulunan Tuğrul Bey'in Anıt Mezarı...
“Turan’ın Kalbi Horasan” olarak kitaplaşan eserimiz, aslında Turan coğrafyasına yaptığım kültür inceleme gezisindeki izlenimlerimi ve analizlerimi içerir.
Bu eserimde Tuğrul Bey'e özel bir yer ayırdım. Onun pek çok özelliğinin yanında dünyada 'Laiklik' fikrini ilk benimseyip uygulayan ilk Türk hakanı olması nedeniyle çok özel olarak tanınması gerektiğine inanıyorum.
Bunun için Tuğrul Bey'in hayatından çok özet kesitleri, farklı kaynak bilgilerden okunabilir, onları sadeleştirerek özetledim.
Tuğrul Bey hakkında bu kaynak bilgileri gözden geçirip paylaşıyorum.
***
Tuğrul Bey Kimdir?
Tuğrul Bey, 1037-1063 yılları arasında Büyük Selçuklu Devletinde devlet kurucu sultanıdır. Tam adı "Rükneddîn Ebû Talîb Muhammed Tuğrul-Bey bin Mikail" olarak kayıtlara geçmiştir.
Arap ve İran geleneklerine göre künyesi şu sıralamaya tabi tutulur: Lakap, Rükneddîn; künye, Ebu Talip; dini adı, Muhammed; Türk adı, Tuğrul Bey. Doğumu: 990, ölümü: 1063. Baba adı: Mikail, Doğum yeri Horasan. Mezarı Tahran Rey kentinde...
Bu kısa bilgilendirmeden sonra Tuğrul Bey'in mensubiyeti hakkında da kısa bilgi verelim.
***
Tuğrul Bey, Oğuzların Kınık Boyuna mensuptur. Savaş sırasında babası şehit düşünce dedesi Selçuk Beyin himayesinde büyür. Çocukluk yılları “Cend” kentinde geçer. Gazneliler, Selçuk Beyin diğer oğlu Arslan Yabgu'yu esir alınca, Büyük Selçuklu Devletinin başına 1025 yılında sultan olur.
Altun Can Hatun ile evlenir.
İşte bundan sonra yurt arama dönemi başlar.
Tuğrul Bey, Selçuklulara yeni bir yurt arar ve Horasan’a göç ederler.
Kardeşi Çağrı Bey ile birlikte 1028-1029 yıllarında Merv ve Nişabur kentlerini ele geçirirler. Belh ve Buhara'ya seferler yaparlar.
1038'de Nişabur'da kendini sultan ilan eder.
1040 yılında Gaznelilerle "Dandanakan" savışında galip gelerek kardeşi Çağrı Beyi Horasan'a vali olarak tayin eder.
Zaman içinde İran coğrafyasının büyük bir bölümünü ele geçirerek egemen güç haline gelir ve toprak kazanımlarını Anadolu'ya kadar uzatır.
1055 yılında, Bağdat Abbasi halifesi olan Kaim, Bağdat'ı elinde bulunduran Şii mezhebine mensup "Buveyhoğullarından" kurtulmak için Tuğrul Bey'den yardım ister. Bunun için Bağdatlı bilge kişi Fakih ve Bağdat kadısı Mavardi'yi Tuğrul Bey'e elçi olarak gönderir.
Bu dönemde Bağdat'ta egemen güç olarak Bağdat Halifesine bağlı bir muhafız güç mevcuttur. Muhafız gücün komutanı da Şii mezhebinden bir Türk'tür. Buveydilerle ters düşer.
Bir iç çatışma başlar ve halife Kaim, Tuğrul Bey'i Bağdat'a davet eder.
Abbasi halifesini Şiilerden kurtarmak için Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat'ta Buveydilerle savaşır, ağır yenilgiye uğratır ve Buveydilerin hükümdarı olan El-Meliku’r-Rahim'i esir alır, Abbasi Devletine son verir, Abbasi halifeliğinin koruyuculuğunu üzerine alır.
***
Ancak Tuğrul Bey'e içerden, üvey kardeşi İbrahim Yinal, kalabalık bir Türkmen güçle isyan eder. Tuğrul Bey bir yandan isyancı üvey kardeşi İbrahim Yinal, diğer taraftan Buveyhoğulları ile savaşır.
Her iki yandan savaş zorlar.
Nihayet 1060 yılında Tugrul Bey, üvey kardeşi Ibrahim Yinal isyanını bastırır.
Diğer yandan Fatimilerin eline geçen Bağdat geri alınır ve Abbasi halifesi Kaim'in tekrar Bağdat'a dönmesini sağlar. Bağdat böylece Büyük Selçuklu topraklarına katılır.
Bu arada ilk eşi Altun Can Hatun 1060 yılında Cürcan'da vefat eder, cesedini Devletin Başkenti Rey'e getirip orada defneder.
***
Tuğrul Bey, halife Kaim'in kızı Seyyide Fâtıma el-Betül ile evlenir.
Halife Kaim, Tuğrul Bey'i, "Ruknu'd-Devle" (Dinin direği) ve "Malikul-Meşrik ve Magrib " (Doğu'nun ve Batı'nın Sultanı) unvanlarıyla sultan ilan eder.
Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063 yılında 73 yaşında vefat eder (Kaynak: Köymen, M. A, 2004).
***
Varis olarak çocuğu olmadığı için yerine, Anadolu'nun kapılarını Türklere açan, Malazgirt Zaferinin kahramanı yeğeni Alp Arslan geçer. Devlet geleneğinin bir ifadesi olarak Tuğrul Bey adına sikke basılması da özel bir anlam taşır.
Özel bir mimariye sahip anıt mezarını, Tahran yakınındaki Rey kentinde ziyaret ettim
***
Sonuç
Tuğrul Bey hakkında bilinen bu kısacık hayat hikâyesi ve başarılarının dışında, çoğu kimse tarafından bilinmeyen çok özgün bir bilgi vardır; 1060 yılında Bağdat Abbasi Halifesini himayesine alır fakat halifeliği kabul etmez, üstlenmez.
Din ve devlet işlerini ayrı tutar. Halifenin ısrarına rağmen kabul etmez halifeliği.
Devlet işleri ile din işleri ayrı olması gerektiğine inanır ve bu fikri savunur.
Eğer din işleri devlet çarkına konulursa orada dirlik olmayacağına inanır.
Bunun örnekleri tarihte vardır. Tuğrul Bey halifeyi ve halifelik makamını sadece 'himaye' eder, temsilcisi olmaz.
Bu karar son derece önemli bir karardır ve son derece iyi bir başlangıçtır.
Tuğrul Bey; "Din işlerini halife, devlet işlerini de sultanın yönetmesi gerekir" der.
Böylece dinle devlet işini ayırarak dünyada ilk kez laik bir sistemi benimseyen ilk kişidir Tuğrul Bey.
Diğer bir ifade ile tarihte ilk kez laiklik ilkesini Türkler gerçekleştirmiştir.
Bu kişi de Tuğrul Bey'dir. Mustafa Kemal Atatürk ile de laiklik sistemleştirilerek cumhuriyetin temel ilkesi haline gelmiştir.
Laikliğin Anayasamızdan çıkarılmasını savunan cahillerin ana hedefi Cumhuriyeti yıkmak ve “siyasal islam” zihniyeti egemen kılmaktır! Bu yazımızla, tarihten bir sayfa açtık.
Bizim cahillerin peşinde oldukları Halifeliği dahi kabul etmeyip, sadece manevi korumasında tutan Büyük Selçuklu Devletinin kurucu hakanı Tuğrul Bey'den ders almalarını umarım.
Tuğrul Bey bir yandan Anadolu’ya Türkmenleri sevk ederken, diğer yandan da Bağdat Abbasi halifesi Şii Büveyhoğullarına karşı koruma altına aldı. 1055 yılında Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, halifeden Rüknivdeyle yani İslam dininin ve devletinin direği unvanlarını aldı. Tuğrul Bey Bağdat’tan ayrılırken halifeye; Artık bundan böyle dünya işlerini yönetmek benim işimdir. Halife olarak sizler sadece din işleriyle ilgileneceksiniz, demiştir.
Tuğrul Bey’in yukarıdaki sözleri Laiklik ilkesinin uygulandığının bir göstergesidir. Halifeyi Şii Büveyhoğullarının baskısından kurtarması ile Tuğrul Bey’e; doğunun ve batının hükümdarı unvanını vermesi; İslam dünyasının dünya egemenliğinin resmen Türk hükümdarına bırakılması demektir. Artık sultan din bakımından halifeye, halifede siyaset bakımından sultanlığa bağlı olmuştur.