II. ABDÜLHAMİD HAKKINDA KAYBETTİĞİ TOPRAKLAR VE BİRA FABRİKASI GENELEV HAKKINDA
Nereden çıktı bilmem fakat birtakım insanların düşmüş olduğu 2. Abdülhamit'in asla toprak kaybetmediğine dair bir yanılgı var.2.Abdülhamit 1876 senesinde tahta oturmuştur ve 1909 yılına kadar tahtta kalmıştır.Şimdi o devre içinde Osmanlı Devletinin kaybetmiş olduğu topraklar varmıydı bir bakalım?
BERLİN KONGRESİ VE BERLİN ANTLAŞMASI (1878):
Kongreye Katılan Devletler: Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, İtalya ve Almanya.
NOT: Bu sırada İngiltere, Osmanlı Devletine KIBRIS'ın kendisine bir ÜS olarak verilmesi niteliğinde kongrede Osmanlı Devletini savunacağını söyledi. Osmanlı İngiltere'nin bu isteğini kabul etmek zorunda kaldı.
BERLİN ANTLAŞMASININ MADDELERİ (1878):
1) Ayestefanos Antlaşmasıyla kurulan BULGAR KRALLIĞI üçe ayrıldı:
a) Asıl Bulgaristan: Osmanlı Devletine vergi veren bir prenslik haline getirildi.
b) Makedonya: Islahat yapılmak şartıyla Osmanlıya bırakıldı.
c) Doğu Rumeli: Osmanlıya bağlı kalacak, sadece hırıstiyan bir vali tarafınca yönetilecek.
2) Sırbistan, Romanya, Karadağ bağımsız olacak.
3) Bosna-Hersek Osmanlı toprağı sayılacak, yönetimi geçici olarak Avusturya'ya bırakılacak.
4) Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Doğu Beyazıt Osmanlı'ya verilecek.
5) Teselya Yunanistan'a verilecek.
6) Ermenilerin oturmuş olduğu yerlerde ve Girit adasında ıslahatlar yapılacak.
7) Osmanlı Rusya'ya 60 milyon altın harp tazminatı verecek.
1) KIBRIS'IN İNGİLİZLERE ÜS OLARAK VERİLMESİ: Berlin kongresi esnasında Osmanlının çıkarlarını savunması karşılığı İngiltere'ye Kıbrısta üs kurma lafı verilmişti. Berlin Antlaşmasından sonrasında KIBRIS üs olarak İngilizlere verildi. (1878)
NOT: İngiltere böylelikle Süveyş kanalını test etme olanağına kavuşmuştur. Osmanlının I.Dünya savaşına girmesiyle İngiltere, Kıbrıs'ı toprakların kattığını açıkladı.
2) DÜYUN-U UMUMİYE İDARESİNİN KURULMASI(1881):Osmanlı Devleti dış borç ve faizlerini ödeyemeyince alacaklı devletler bu idareyi kurmuşlardır. Bu yönetim dış borçları direkt toplamak üzere kurulan yabancı bir mali kontroldü. Bu da Osmanlı Devletinin ekonomik bağımsızlığına gölge düşürmüştür.
3) TUNUS'UN FRANsizLAR TARAFINDAN İŞGALİ(1881): Fransa'nın Tunus'u işgalini Osmanlı Devleti ancak protesto edebilmiştir. (Fransa hatırlanacağı benzer biçimde 1830 senesinde da Cezayir'i işgal etmişti.)
4) MISIR'IN İNGİLİZLER TARAFINDAN İŞGALİ(1882): İngilizler Süveyş Kanalının açılmasıyla önemi daha da artan MISIR'ı 1882'de işgal ettiler.
5) DOĞU RUMELİ'NİN BULGAR PRENSLİĞİ İLE BİRLEŞMESİ (1885): Doğu Rumeli Bulgarlarının Bulgar Prensliği ile birleşmek için ayaklanmaları kararı meydana getirilen görüşmelerde Osmanlı Devleti bu bölgenin Bulgar Prensliğine bağlanmasını kabul etti (1885)
6) GİRİT SORUNU VE OSMANLI-YUNAN SAVAŞI: Yunanistan'ın Giritin iç işlerine karışması ve burada çıkan ayaklanmayı desteklemesi kararı OSMANLI-YUNAN savaşı çıktı. Yapılan DÖMEKE MEYDAN SAVAŞINI kazanan Osmanlı kuvvetlerine Atina yolu açıldı. Ancak Avrupa Devletlerinin müdahale etmesi üstüne İSTANBUL ANTLAŞMASI imzalandı. (1897) Buna bakılırsa Girit'e özerklik verilmiş, ek olarak yönetimi Yunanlı bir Prense verilmiştir.
NOT: Bu antlaşma ile Giritin yönetimi elimizden çıkmış, II.Meşrutiyet esnasında Girit Yunanistan tarafınca işgal edilmiş,Balkan Savaşı kararı imzalanan Atina Antlaşmasıyla da Girit'in Yunanistan'a ilişkin olduğu kabul edilmiştir.
7) BOSNA HERSEK'İN AVUSTURYAYA BAĞLANMASI(1908): Berlin Antlaşmasında Bosna Hersek'in yönetimi geçici olarak Avusturyaya bırakılmıştı. II. Meşrutiyetin ilanı esnasında Avusturya Bosna-Hersek'i topraklarına kattığını açıkladı. Osmanlı bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.
BULGARİSTANIN BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMASI(1908): II.Meşrutiyetin ilanı ile oluşan karışıklıklardan yararlanan Bulgarlar bağımsızlıklarını duyuru ettiler. Rusya'nın araya girmesiyle Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.
1. Osmanlı’nın en büyük toprak kaybı Abdülhamit dönemindedir. Türk sağı ise "Abdülhamit 30 sene bir karış toprak kaybetmedi" yalanını dolma benzer biçimde yutmuştur.
2. İstanbul'da ilk genelev Abdülhamit döneminde açılmıştır.
3. İlk rakı, bira, viski fabrikası Abdülhamit döneminde kurulmuştur.
4. İngiliz paşaları ve onların destekçilerini devlete atayarak Osmanlı yönetimi İngiliz derin devletinin eline terk edilmiştir.
5. Payitaht dizisinde Abdülhamit yiyecek salonuna girerken mehter marşları çalınır fakat işin gerçeğinde ise mehteran bölüğü dağıtılıp mehter musikisi yasaklanmıştır. Yemek salonunda ise Batı klasik müziği çaldırmıştır.
6. Tıpkı "Toprak kaybı yok" yalanı benzer biçimde Yahudi bankerlerin Osmanlıdan büyük topraklar satın alma kararnamesi Abdülhamit döneminde çıkartıldığı gizlenerek "Abdülhamit Yahudilere bir karış toprak satmadı" yalanı servis edilmiştir. Yani bugünkü İsrail'in toprakları onun döneminde Yahudiler tarafınca satın alınmaya başlanmıştır. Tehlikeyi bulan İttihat Terakki bu kararnameyi Abdülhamiti düşürdükten sonrasında iptal etmiştir. Türk sağı ise Necip Fazıl'ın yalanlarına inanarak "Abdülhamit Yahudilere toprak satmadı" dolmasını afiyetle yutmuştur.
Tarih mevzusunda doğru malumat sahibi olmak için "Payitaht" dizisinden, Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu'ndan aman ha uzak durun. Yoksa keklenirsiniz.
BERLİN KONGRESİ VE BERLİN ANTLAŞMASI (1878):
Kongreye Katılan Devletler: Osmanlı, Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, İtalya ve Almanya.
NOT: Bu sırada İngiltere, Osmanlı Devletine KIBRIS'ın kendisine bir ÜS olarak verilmesi niteliğinde kongrede Osmanlı Devletini savunacağını söyledi. Osmanlı İngiltere'nin bu isteğini kabul etmek zorunda kaldı.
BERLİN ANTLAŞMASININ MADDELERİ (1878):
1) Ayestefanos Antlaşmasıyla kurulan BULGAR KRALLIĞI üçe ayrıldı:
a) Asıl Bulgaristan: Osmanlı Devletine vergi veren bir prenslik haline getirildi.
b) Makedonya: Islahat yapılmak şartıyla Osmanlıya bırakıldı.
c) Doğu Rumeli: Osmanlıya bağlı kalacak, sadece hırıstiyan bir vali tarafınca yönetilecek.
2) Sırbistan, Romanya, Karadağ bağımsız olacak.
3) Bosna-Hersek Osmanlı toprağı sayılacak, yönetimi geçici olarak Avusturya'ya bırakılacak.
4) Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Doğu Beyazıt Osmanlı'ya verilecek.
5) Teselya Yunanistan'a verilecek.
6) Ermenilerin oturmuş olduğu yerlerde ve Girit adasında ıslahatlar yapılacak.
7) Osmanlı Rusya'ya 60 milyon altın harp tazminatı verecek.
BERLİN ANTLAŞMASI SONRASI gelİŞMELER:
1) KIBRIS'IN İNGİLİZLERE ÜS OLARAK VERİLMESİ: Berlin kongresi esnasında Osmanlının çıkarlarını savunması karşılığı İngiltere'ye Kıbrısta üs kurma lafı verilmişti. Berlin Antlaşmasından sonrasında KIBRIS üs olarak İngilizlere verildi. (1878)
NOT: İngiltere böylelikle Süveyş kanalını test etme olanağına kavuşmuştur. Osmanlının I.Dünya savaşına girmesiyle İngiltere, Kıbrıs'ı toprakların kattığını açıkladı.
2) DÜYUN-U UMUMİYE İDARESİNİN KURULMASI(1881):Osmanlı Devleti dış borç ve faizlerini ödeyemeyince alacaklı devletler bu idareyi kurmuşlardır. Bu yönetim dış borçları direkt toplamak üzere kurulan yabancı bir mali kontroldü. Bu da Osmanlı Devletinin ekonomik bağımsızlığına gölge düşürmüştür.
3) TUNUS'UN FRANsizLAR TARAFINDAN İŞGALİ(1881): Fransa'nın Tunus'u işgalini Osmanlı Devleti ancak protesto edebilmiştir. (Fransa hatırlanacağı benzer biçimde 1830 senesinde da Cezayir'i işgal etmişti.)
4) MISIR'IN İNGİLİZLER TARAFINDAN İŞGALİ(1882): İngilizler Süveyş Kanalının açılmasıyla önemi daha da artan MISIR'ı 1882'de işgal ettiler.
5) DOĞU RUMELİ'NİN BULGAR PRENSLİĞİ İLE BİRLEŞMESİ (1885): Doğu Rumeli Bulgarlarının Bulgar Prensliği ile birleşmek için ayaklanmaları kararı meydana getirilen görüşmelerde Osmanlı Devleti bu bölgenin Bulgar Prensliğine bağlanmasını kabul etti (1885)
6) GİRİT SORUNU VE OSMANLI-YUNAN SAVAŞI: Yunanistan'ın Giritin iç işlerine karışması ve burada çıkan ayaklanmayı desteklemesi kararı OSMANLI-YUNAN savaşı çıktı. Yapılan DÖMEKE MEYDAN SAVAŞINI kazanan Osmanlı kuvvetlerine Atina yolu açıldı. Ancak Avrupa Devletlerinin müdahale etmesi üstüne İSTANBUL ANTLAŞMASI imzalandı. (1897) Buna bakılırsa Girit'e özerklik verilmiş, ek olarak yönetimi Yunanlı bir Prense verilmiştir.
NOT: Bu antlaşma ile Giritin yönetimi elimizden çıkmış, II.Meşrutiyet esnasında Girit Yunanistan tarafınca işgal edilmiş,Balkan Savaşı kararı imzalanan Atina Antlaşmasıyla da Girit'in Yunanistan'a ilişkin olduğu kabul edilmiştir.
7) BOSNA HERSEK'İN AVUSTURYAYA BAĞLANMASI(1908): Berlin Antlaşmasında Bosna Hersek'in yönetimi geçici olarak Avusturyaya bırakılmıştı. II. Meşrutiyetin ilanı esnasında Avusturya Bosna-Hersek'i topraklarına kattığını açıkladı. Osmanlı bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.
BULGARİSTANIN BAĞIMSIZLIĞINI KAZANMASI(1908): II.Meşrutiyetin ilanı ile oluşan karışıklıklardan yararlanan Bulgarlar bağımsızlıklarını duyuru ettiler. Rusya'nın araya girmesiyle Osmanlı Devleti bu durumu kabul etmek zorunda kaldı.
1. Osmanlı’nın en büyük toprak kaybı Abdülhamit dönemindedir. Türk sağı ise "Abdülhamit 30 sene bir karış toprak kaybetmedi" yalanını dolma benzer biçimde yutmuştur.
2. İstanbul'da ilk genelev Abdülhamit döneminde açılmıştır.
3. İlk rakı, bira, viski fabrikası Abdülhamit döneminde kurulmuştur.
4. İngiliz paşaları ve onların destekçilerini devlete atayarak Osmanlı yönetimi İngiliz derin devletinin eline terk edilmiştir.
5. Payitaht dizisinde Abdülhamit yiyecek salonuna girerken mehter marşları çalınır fakat işin gerçeğinde ise mehteran bölüğü dağıtılıp mehter musikisi yasaklanmıştır. Yemek salonunda ise Batı klasik müziği çaldırmıştır.
6. Tıpkı "Toprak kaybı yok" yalanı benzer biçimde Yahudi bankerlerin Osmanlıdan büyük topraklar satın alma kararnamesi Abdülhamit döneminde çıkartıldığı gizlenerek "Abdülhamit Yahudilere bir karış toprak satmadı" yalanı servis edilmiştir. Yani bugünkü İsrail'in toprakları onun döneminde Yahudiler tarafınca satın alınmaya başlanmıştır. Tehlikeyi bulan İttihat Terakki bu kararnameyi Abdülhamiti düşürdükten sonrasında iptal etmiştir. Türk sağı ise Necip Fazıl'ın yalanlarına inanarak "Abdülhamit Yahudilere toprak satmadı" dolmasını afiyetle yutmuştur.
Tarih mevzusunda doğru malumat sahibi olmak için "Payitaht" dizisinden, Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu'ndan aman ha uzak durun. Yoksa keklenirsiniz.
Murat Bardakçı, Abdülhamid'in 33 yıllık saltanat döneminde Osmanlı'nın, Tunus, Mısır, Kıbrıs, Sırbıstan, Karadağ ve Romanya olmak üzere 1 milyon 592 bin 806 kilometre kare toprak kaybettiğini söyledi. Bardakçı, Sultan Abdülhamid'in döneminde kaybedilen toprakların, bugünkü Türkiye'nin iki katı olduğunu da ifade etti.
Bardakçı, Abdülhamid'in 16 eşi olduğunu da ifade ederek 13'ünün isimlerini saydı.
“İttihat ve Terakki’nin birçok kusur ve yanlışı olabilir.
Ancak vatanperver bir kuruluştur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
İdealist bir neslin, devletin düşmüş olduğu duruma isyanıdır esasında Jön Türk hareketi ve İttihat Terakki. Ancak her isyanda olduğu şeklinde, eylemcilik ana fikri çevresinde toplanan bu hareketin oluşumunda ve tepkilerinde devamlı bir mantık aramak, gerçeklerle birazcık çelişir. Çünkü yaşadıkları çağda her şey hızlıca aleyhlerine gelişirken, bir şeyler yapmalı fikriyle yanıp tutuşan bu neslin marjinal fikirlere kapılmaları ve birtakım hatalar yapmaları kaçınılmazdır. Ama özünde, vatan için her şeyden vazgeçme ve her şeyi yapabilme vardır. Bunu ancak legal yollarla yapılabileceğini zannetmek esasen Türk tarihiyle çelişkiye düşmek anlamına gelmektedir. İşte İttihatçı basın, bu isyanın bir haykırışı olarak ortaya çıkmış ve kitleleri bu yolla aydınlatıp ayaklandırabiliriz benzer biçimde, Batılı bir duygusal anlayışla bir şeyler oluşturmaya çalışmış, ama sonucunda tarihteki tüm Türk devletleri örneğinde olduğu şeklinde kuvvete dayalı bir iktidar değişmesi gerekliliği gerçeğini kabul etmekten başka çareleri kalmamıştır. Basına verdikleri önemin en mühim nedenlerinden biri de mecburen bulunmak zorunda kaldıkları Batılı ülkelerde basının tesirini görmeleri, bir de bu yayınlardan devamlı rahatsız olan Sultan II. Abdülhamid’in buna karşı esasında o kadar da lüzumlu olmayan önlemleridir. Çünkü bu devre Osmanlı’sında halkın öncelikleri oldukça farklıdır.2 Bilhassa ekonomik bozukluk İslamiyet’in ve vatanın yok olma tehlikesi ve bu mübarek değerleri yitirme korkusu büyük bir ruhsal travma yaratmış ve tanrısal bir gücün Osmanlı’yı tekrar ayağa kaldırması beklenmiştir. İşte Jön Türklere oranla bu realist siyaseti daha iyi kavrayan sultan, halifeliği ve İslamiyet’i hemen hemen tarihte hiç bir sultanın kullanmadığı kadar bir dış ilişkiler vasıtası kabul ederek bunun üstünde yoğunlaşmış ve ara sıra da başarıya ulaşmış sonuçlar almıştır. Bu dönemin fikri mücadelesini basın üstünden takip ederek o devrin vatanperverlerinin hem sultan bununla birlikte İttihatçılar kanadını aynı anda takip ettiğinizde, niyetlerin aynı olmakla birlikte bir birlerine bakışlarının ne kadar zıt ve marjinal bulunduğunu görmekteyiz.
İstibdat Dönemi ve II. Abdülhamid
Osmanlı Devleti’nin Meşrutiyet kararını kendi başına alıp almadığı bile şüphelidir. Çünkü Tanzimat’tan itibaren devletin yönetimi hemen hemen sefaretlerden yapılmaya başlanmıştır. Devlet bürokrasisinde İngilizciler, Fransızcılar, Rusçular ve Almancılar varken3 ne yazık ki daha Türkçüler tarih sahnesine çıkmamışlardır. Bu yüzden, iktidara yönelik bu şekilde büyük bir değişikliğin Osmanlı Devleti’nin kendi başına alabilmesi o dönemin şartları açısından oldukça düşük bir olasılıktır. Tanzimat ve Islahat Fermanları bunun en büyük örnekleridir. Zaten kabinede yer değişimleri ve sadrazam tayinleri internasyonal güç dengelerine bakılırsa değişmektedir. Yine bu devre peşi sıra savaşlarla hemen hemen buğday başaklar şeklinde incinen Anadolu Türk nüfusunu ve o devrin köylüsünü Georgiades adıyla Avrupa’ya kaçan bir kişi “La Turquie Contemporaine”de şu şekildeki tanım etmektedir: “Türk köylüsü kadar üzgün bir köylü yoktur. Kendisi Hristiyan benzerlerinden daha oldukça eziyet çekmektedir. Konsolosların, sefirlerin ve yabancı devletlerin himayesinden yoksun olduğundan Hristiyan köylüsünün elindeki kozlara da haiz değildir.” demektedir.4 İşte bu oldukça acıklı döneme yapmış olduğu icraatlarla damgasını vuran en mühim figürlerden biri Sultan Abdülhamit’tir.
I. ve II. Meşrutiyet’in ilk sultanı Abdülhamit açısından tekrar bu aşırı politik devrin yansıması olarak oldukça değişik ve karşıtlık değerlendirmeler görmek son aşama düzgüsel karşılanmalıdır. Kimilerine bakılırsa II. Abdülhamit, Yıldız sarayının arasında çalıştırdığı iki binden fazla aşçısıyla ve birçok cariyesiyle bir zevki sefa yerinde mahkûm şeklinde yaşayan, yüksek surlarla çevrili sarayında, arı kovanını çağrıştıran bir sayıda jurnalci ve hafiye ordusuyla, vatanı ve milletini sevenlere düşmanlıktan başka bir şey yapmayan biri olarak tanım edilmektedir.5 Kimilerine bakılırsa ise harika bir nişancı, içkiye ilgisi olmayan ve saray yaşamı açısından hanımlarla ilişkilerinde aşırıya kaçmayan, el becerisi olan, zeki, çalışkan ve tehlikeler karşısında metanetli biri olarak tanımlanmaktadır.6 Bütün Osmanlı sultanlarında görülen taht için savaşım ve bu makama gelmek için uzun vakit beklemenin kararı, organik olarak onu kaybetmemek için her şeyi yapabilmeyi doğurmuştur. Sultanların tahtı yitirme endişesi her vakit var olmuş ve Osmanlı Tarihi birçok defa olağan dışı kararlara tanık olmuştur. Bütün bunların neticesi olarak da II. Abdülhamit şüphecidir. Hem de oldukça şüphecidir. Çünkü Sultan, amcası Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde görevi bulunduğunu bilmiş olduğu askeri kanada karşı hep kuşkuyla yaklaşmış ve boş silahlarla talim yaptırıp donanmanın Haliç’te çürümesine niçin olmuştur.
1877 yılındaki Osmanlı-Rus Savaşı’nı bahane ederek lağvettiği Meclisi Mebusan’dan sonrasında aşırı baskıcı bir döneme liderlik etmiştir. Bu dönemdeki basına uygulanan aşırı baskının sebebi mevzusunda muhtelif fikirler üretilebilir. Çünkü Avrupa özgürleşme hareketinde oldukça mühim rol oynayan ve burjuva kamuoyunu etkileyen basının Avrupa’da gösterdiği etkiyi gösterebileceğine maalesef hem Jön Türkler bununla birlikte sultan inanmış olmalıdır. Bilhassa Jön Türklerin basının istenen etkiyi yapamaması dolayısıyla yaşamış olduğu büyük hayal kırıklığını devamlı anlatım etmişlerdir. Ancak bu beklenti her iki kesim açısından da halktan ne kadar kopuk olduklarını yayınlayan mühim bir ayrıntıdır. Çünkü o devre Osmanlı Devleti sosyolojik yapısı ve vatandaşların psikolojisi basın üstünden cereyan edecek olan elitler politikasına oldukça uzaktır. Osmanlı vatandaşı her gün bir vatan toprağının gitmesi haberleriyle birlikte özellikle Ruslara karşı meydana getirilen ve devamlı yenilgiyle sonuçlanan bu savaşların yarattığı travmayla dini mukaddesatın ve vatan toprağının elden gitme endişesiyle yüz yüze kalmış ve bunun iyi mi bilakis çevrileceği mevzusunda gözünü Saray’a dikmiştir. Çünkü Saray tarihte en şanlı zaferlerin komuta merkezi olmuş ve çaresiz halkı da sadece o kurtarabilir anlayışı başat olmuştur. Bu yüzden Avrupa vari liberal, demokrasi içerikli sistem tartışmaları, parlamentonun gerekliliğine iman ve hanım hakları şeklinde vatandaşın öncelik listesinde hemen hemen asla olmayan konuların tartışıldığı bir basına ilginin çekilmesi harbiden zordur. Zaten vatandaşın entelektüel seviyesi ve piyasaya çıkan gazete adetleri dikkate alındığında oldukça azca bir kesime hitap etmiş olduğu bir hakikattir. Ancak daha sonraki II. Meşrutiyet döneminde aşırı politize ve spekülatif haberlerle galeyana getirmeye yönelik ayrı bir yolun takip edilmiş olduğu de gözlerden kaçmamaktadır.
Jön Türkler
Bir dönem damgasını vuran bu idealist gençlerin doğrusu Jön Türklerin tek amacı vardı. Her kesinlikle devleti kurtarmak.7 Ancak bunu yaparken izlenecek metot daha önceki Genç Osmanlıların yöntemi olmazdı. Çünkü ikna kanalıyla asla kimsenin koltuğunu bırakma niyeti yoktu, o şekilde daha değişik bir metot denenmeliydi. İşte Jön Türkler genel Türk devlet fikir sistematiğine oldukça müsait düşen problemler karşısında ergonomik çözüm yolları bulma metoduna bu biçimde başlamış ve hemen sonra da hep kullanmıştır.8 Bu üniversiteli idealist kitlenin en büyük problemi tamamının kendisini batmakta olan bir devletin potansiyel kurtarıcısı benzer biçimde tanımlamalarıdır ve bu gençlerden doğmuş İttihat ve Terakki bunun için kurulmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti
İttihat ve Terakki, devrin yüksek okullarından doğmuş bir siyasi örgüttür. Bu üniversitelerin gerekliliğine bilhassa Mısır karşısında alınan yenilgiler kararı inanılmıştır. Çünkü Mısır’da açılmış olan bu üniversitelerin bu gelişmede payları olduğu düşünülmüştür. Ancak bu okullardan fazla hoşlanılmadığı için şehzadeler gönderilmemiştir. Bunların arasında en meşhuru Askeri Tıbbiye’dir. Türk Ocağı’nın da doğduğu bu okul bir nevi Türk milliyetçiliğinin merkezi olmuştur. Fakat bir ihtimal aldıkları eğitimin etkisiyle Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hepsinin hayatında biyolojik bilimler, anatomi ve fizyoloji birinci derecede yer tutmuştur. Hepsine yaşam ve sağlık ve dini izahlarla değil biyolojik dengenin kararı olarak anlatılıyordu. Askeri Tıbbiye’deki hareket Mülkiye’dekinin aksine ihtilalci karakterlidir. Çünkü ortada hasta olan bir devlet vardır ve bu hastayı iyileştirecek olan da Askeri Tıbbiye’deki milliyetçi doktorlar olacaktır.9
Bu vatanperver gençlerin devamlı Abdülhamid’le yüz yüze gelmeleri bazıları tarafınca şahsileştirilmiş ve Jön Türklerin Abdülhamid’in şahsına yönelik bir husumeti varmış izlenimi yaratılmaya çalışılmış ve bu kanaat günümüze kadar sürmüştür. Ancak 1897 yılındaki Makedonya’da Yunanlılara karşı kazanılan küçük bir başarı dahi amaçları vatanın kurtulması bağımsız hür ve kuvvetli olması olan bu gençleri umutlandırarak Sultan’a tam yardımcı vermişler ve birçoğu icra ettikleri karşıcılık hareketinden vazgeçerek yurda dönmüşlerdir. Bu başarıdan istifade eden II. Abdülhamid, amaçlarını oldukça iyi bilmiş olduğu İttihat ve Terakkiçilere oldukça güvenilmiş olduğu serhafiye Ferik Ahmet Celladdin Paşa’yı göndermiş ve bu sayede hareketin hemen hemen çözülmesini sağlamıştır.10
İttihat ve Terakki’nin birinci amacı devleti kurtarmak ve meşrutiyeti getirmek olduğundan bu mevzuyla çelişen tüm düşünce sahipleri başta sultan ve emperyalist güçler olmak suretiyle İttihat ve Terakki’den nefret etmişlerdir. Daha sonrasında görüleceğe suretiyle Almanlarla gizlice anlaşarak I. Dünya Savaşı’na giren İttihat ve Terakki, doğruca kapitülasyonları kaldırarak tam bağımsızlığı amaçlamış, lakin müttefiki Almanya da öteki emperyalistlerle birlikte bu kararını protesto etmiştir.11 İttihat ve Terakki’nin hemen hemen dostu yok gibidir. Bütün savaşım ettikleri onu hasım görmüşlerdir. Feodaliteye tavrı dolayısıyla Sultan ve çevresi ile tüm feodaller ek olarak tam istiklal istemesinden ötürü emperyalistlerin hedefi olmuştur. Çünkü sömürüye alışmış olanların bu emellerine mani olmak istemesi onların düşmanı bulunmasına yeterlidir. Ayrıca son devirde Mustafa Kemal Atatürk’e meydana getirilen İzmir suikastinde İttihatçıların almış olduğu rol nedeniyle onlarda karşıdırlar.12
II. Meşrutiyet
II. Meşrutiyet Türk Siyasi hayatındaki çoğullaşmanın başlangıcı olarak gelecek dönemlerin öncüsü ve bir nevi siyasal laboratuvarı olmuştur.13 II. Meşrutiyet bir burjuva devrimidir, sadece Osmanlı’da bir burjuva sınıfı yoktur, bu nedenle burjuva sınıfını üniversiteli İttihatçılar temsil etmiştir ve devrimi onlar gerçekleştirmişlerdir.14 İttihat ve Terakki, devrimden sonrasında ilk önce sansürü kaldırmış ve Türkçe bir gösterim patlaması yaşanmıştır. Ayrıca tahsile ehemmiyet verilerek bütçe o devre altı kata kadar çıkartılmış, alaylıların devletteki ağırlığı sonlandırılarak mekteplilerin önü açılmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanın sevinçle karşılayan gruplar arasında, bazıları beklendikleri mevkilere ve imkânlara kavuşamayınca yahut eski nüfusunu yine elde edemeyince taraf değiştirilmeler başlamış, özellikle basın üstünden inanılmaz iftiralarla dolu yeni bir döneme yelken açılmıştır.
O devrin ne aşama politize bulunduğunu Tanin’de işleyerek özetleyen Ahmet Şerif, hemen hemen İstanbul’dan kaçarcasına vatanın esas durumu hakkındaki malumat almak maksadıyla Anadolu’nun gezilmesini önermiştir.15 Enver Paşa’da bu dönemlerdeki ruh halini yazdığı mektubunda kız arkadaşına şu şekildeki anlatım etmiştir: “İçeride birbirimizi boğazlayacağız yakında. Eğer planım başarıya ulaşmış olursa bu ihtimali uzaklaştırırız. Aksi şekilde ne olur bilmem. Herkes birbirine karşı dolap çeviriyor.”16
II. Meşrutiyet Dönemi Basını
Meşrutiyetin gelişiyle basında bir bayram havası meydana gelmiş ve bu anı coşkuyla kutlamak isteyen gazeteler başta İkdam olmak suretiyle gazetelerine Türk bayrağı asmışlardır. Bu anı yazdığı “Oh” isimli ilk siyasal makalede Hüseyin Cahit Yalçın şu şekildeki değerlendirmektedir. Bugün kendi elimizle özgürlüğü karşılamak, yeni yönetimi kutlamak için çektiğimiz bayrak, tüm Türk’ün saadet ve hayatını sağlamak için açılmış bir kucak, uzanmış bir kanattı.17
Başlangıçta, II. Meşrutiyet’ten sonraki basının genelinde İttihat ve Terakkiye bir yardımcı olmakla birlikte gelişen süreçte İslamcı ve gayri Türk basında git gide İttihat ve Terakki’ye karşıcılık başlamıştır. Yapılacak seçimler öncesi kampanyada, Osmanlı’daki azınlıklar devamlı bir istiklal propagandası yapmıştır. Bu yöndeki eğilimlerin güçlenmesi üstüne Hüseyin Cahit, Tanin’de yazdığı “Millet-i Hakimiye” başlıklı yazısında Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı içinde muhtelif etnik gruplar bulunmasına rağmen, bu imparatorluğu kuran ve onu yaşatmak için devamlı kanını veren Anadolu kökenli Türkler bulunduğunu, Türklerin başat faktör bulunduğunu belirtmiş ve seçimler öncesi Türk oylarının bölünmemesi yönündeki telkinlerinde bulunmuştur.18 Bu uyarıya İttihat ve Terakki’de uyunca, Rum gazetelerinden Neogolos, Tanin ve İttihat ve Terakki’ye hemen hemen cenk açarak şu şekildeki bir makale yayımlamıştır; “Tanin inansın ki, Rum halkı, Tanin başyazarının Yunanlılığa karşı makalelerini unutmayacaktır. Osmanlı Devleti’nin Rumları, Tanin ve dostlarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Rum unsuruna karşı makalelerini, Rum halkını sıfıra indirmek amacıyla meydana getirilen seçim kötülüklerini unutmayacaklardır.”19 İşin en entresan yanı, bundan sonraki dönemde gayrimüslimlerle birlikte İttihat ve Terakki’nin siyasal hasımı Hürriyet ve İtilafı destekleyen basındaki kalemlerin bir çok Milli Mücadele’ye de yardımcı vermemişlerdir.20
Bu devre muhalefetiyle iktidarı arasındaki en şiddetli çatışma ortamı, Serbesti yazarı Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü üstünde öldürülmesi ve takip eden süreçte cereyan etmiştir. Bu vaka 31 Mart olayının habercisi niteliği de taşımaktadır. Bu devre Meclis-i Mebusan’da da oldukça şiddetli çatışmaların bulunduğunu Tanin gazetesinden öğreniyoruz.21 Bu vaka o devrin gazetelerinde enine boyuna tartışılmış her ayrıntısı bir konu olarak ele alınmıştır. Herkes kendi görüşü doğrultusunda vakası yorumlayarak gerilim iyice artmış ve provakatif ortam 31 Mart Vakası’yla sonuçlanmıştır.
Bu katliam her insana bakılırsa başka biçim almıştır. Arnavutluk ayrılıkçı fikirleri haiz bulunduğunu düşünebileceğimiz İsmail Paşa isimli biri Meclis-i Mebusan’da Hasan Fehmi’nin ancak Arnavut olduğundan öldürüldüğünü iddia etmiş ve tüm Arnavutlar adına bunu kınayan bir laf söylemiştir. Ancak buna Tanin gazetesinin cevabı gecikmemiştir. “Arnavut değil Yenişehir’liydi” diyerek Arnavut olmadığı ispata çalışılmış ve bu yöndeki polemiğin önlenmesine çaba edilmiştir.22
Tanin gazetesi tarafınca bu cinayeti en oldukça suiistimal eden zatın Ali Kemal olduğu kanaati hâkimdir. İttihat ve Terakki’nin zan altında bırakılmaya çalışmış olduğu ek olarak oldukça zor şartlarda hürriyeti getiren bu partinin bu süreçte bile adam öldürmeye başvurmadığı şekilde şimdi niye böyle bir durum yapacağını Tanin gazetesi muhalefete sormaktadır. Cenaze dolayısıyla Ali Kemal’in ders verdiği Mülkiye öğrencilerine dersi yarıda keserek “Artık herkesi öldürüyorlar bende silahımı alıp karşılarına geçeceğim, beni de öldürsünler” diyerek dersi bırakmış olduğu hatırlatılıp, rolü memleketin gelişimine katkı sağlamak olan bu gençlerin bu biçimde politize ve provoke edilmesinin sorumlusu olarak Ali Kemal gösterilmektedir.23
Görüldüğü suretiyle, İttihat ve Terakki yapmış olduğu istiklal mücadelesinde her yönden kuşatma altındadır. İkdam gazetesinin 12 Nisan 1909 tarihindeki yazısında, Avrupa basını tarafınca meydana getirilen bir değerlendirmeden bahsedilmektedir. Bu değerlendirmeye bakılırsa Ahrar Fırkası’na katılımların gün güne artığından bahisle İttihat ve Terakki’nin ancak Türkler için bir gelecek planladığı doğrusu programını Türklere bakılırsa yapmış olduğu söylenmekte bu nedenle öteki Osmanlı tebaasının Ahrar Fırkası’nı tercih etmiş olduğu belirtilmektedir.24 Ancak ademi merkeziyetci bu fırkadakiler, hemen sonra Zohrap Efendi şeklinde, Ahrar’ı destekleyen Mevlanzade şeklinde ayrılıkçı örgütlerin yolunu tutacaklardır. Bu siyasal mücadeleler kadar II. Meşrutiyet süreci açısından oldukça acıklı bir mevzuda yabancı güçlerin devletin yönetimindeki haiz oldukları kuvvetli konumlarını, o devre gazete haberlerinden derhal anlayabilmemizdir. Ayrıca İktisadi anlamda ekonomik gücü elinde bulunduran gayrimüslim burjuvanın da devleti iyi mi bir kıskaca almış olduğu, aynı devre gazetelerinde bir çırpıda anlaşılan bir başka acı gerçeklik olarak gözükmektedir.
II. Meşrutiyet Basınında Fikri Mücadeleler
İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı muhalefete başlamış olan birtakım grupların bununla birlikte Sultan Abdülhamid’e karşı olanlarına da rastlanmıyor değildi. Sultan Mehmet Reşat’ın adamı olduğu sebebi öne sürülerek Meşrutiyet öncesi sürgüne yollanan Mevlanzade Rıfat, Meşrutiyet’in ilanı üstüne dönerken daha başlangıcında Abdülhamid’in gönderilmesi doğrultusunda temaslara başladığını hemen hemen kendi başına karar aldığını, sadece bunun İttihat ve Terakki tarafınca kabul edilmeyince derhal gazetesi Serbesti’de harekete geçtiğini görmekteyiz.25 Ayrıca ileriki devre ayrılıkçı Kürtçülük için uğraşıları doğrultusunda rotatif dönmez temaslara başladığı da görülmektedir. Bunu hatıratında; “Önce değişik düşünenlerle birleştik. Ermeni yurttaşlarımıza birleşme önerdik. Kürt kulübü başkanı merhum Şeyh Übeydullah oğlu seyit Abdülkadir Efendi hazretleriyle görüşmelerde bulunduk.” diyerek anlatım etmektedir.26 Bu devre muhaliflerinin İttihat ve Terakki’ye karşı olmalarının bir nedeni de Mevlanzade’de görüldüğü şeklinde teşkilata fikrini kabul ettirememe yada Mizancı Murat şeklinde yönetimsel konumda yer bulamamanın verdiği hınçla saldırıya geçme halidir. Meşrutiyet dönemindeki basın kanalıyla tartışılan mevzularda sınır yoktur. Padişah’ın saçağının öpülüp öpülmemesi sorun olarak tartışılmış Hüseyin Cahit aleyhinde, Yaver Paşa lehinde makaleler yazmıştır.27
İttihat ve Terakki’nin kurucularından Ahmet Rıza’ya bakılırsa, bu devre İttihat ve Terakki’ye yönelik meydana getirilen eleştiriler, genel anlamda oldukça büyük beklentilerden kaynaklanmış ve aniden Hürriyet’le her şeyin düzeleceği beklenilmiş bunlar olmayınca büyük bir hayal kırıklığıyla birlikte saldırılar başlamış bunlarda özellikle şeriat isteriz benzer biçimde klasik metodla softalar ve gericilerden gelmiştir.28 Ayrıca İttihatçıların İstanbul’a geldikleri karşılaştıkları bu terbiye açısından çökmüş Osmanlı Devlet mekanizması manzarası karşısında hayal kırıklığına uğradığını, Selanik’ten gelmiş birkaç vatanperverin bu manzarayı değiştirmekte zorlandığını belirtmiştir.29 Bununla birlikte, Hürriyet ve İtilaf şeklinde muhalif bütün partilerin İttihat ve Terakki’yi devirmek için bir araya gelmiş derme çatma yapılar bulunduğunu söyler. Ahmet Rıza, İttihat ve Terakki’ye oldukça inanmakla birlikte 31 Mart Vakası’ndan sonrasında cemiyette de birtakım değişiklerin başladığını hazzı uygulamalarla birlikte onların da istibdada doğru kaydığını söylemekte bu mevzuyla alakalı Talat Paşa’yı uyardığını sadece “gelişen şartların bunu gerektirdiği” yanıtını aldığını belirtir. Bunu da birtakım yönlerden haklı bulduğunu söyler.30 Meşrutiyet dönemine İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefetin tonu iyice sertleşmiş hatta İkdam yazarı Ali Kemal ile Şura-yı Ümmet yazarı Dr. Bahattin Şakir mahkemelik olmuşlardı. Ancak o devre Dr. Bahattin’e yardımcı için mektup yazan İttihat ve Terakki’nin mühim adı Dr. Nazım’ın söyledikleri devrin düşünce mücadelesinin nerelere geldiğini göstermesi açısından önemlidir:
“Sabah gazetesindeki Ahmet Rasim’in, Mahmut Sadık’ın mesleklerini beğenmiyorum. Bunlar bir ihtimal algı etmeyerek Ali Kemal’in vazifesini yapıyorlar. Korkma Baha! Yalnız Selanik Vilayeti otuz bin kahramanı yine yedi gün zarfında İstanbul’a göndermeye muktedirdir. İhtimal ki, bu milletin hür ve mesut olması için birazcık daha kan almak farzdır. Şarklıyız kadere boyun eğeriz.”31
Gelinen nokta bir iktidar karşıcılık çekişmesinden öte iki hasım cephenin her yönden çarpışmasıydı. Serbesti yazarı Hasan Fehmi’nin öldürülmesi bazıları için ilk basın şehidi benzer biçimde algılanıp protestolar yapıldıysa da bazıları için şehitlik bir yana, o hain bir İngiliz Ajanıdır.32
Sonuç
Niyetleri aynı olan kişilerin ve grupların üslup ve tarzlarının bu aşama farklılaşması ve birbirlerine son aşama düşmanca tavırlar sergilemeleri, siyasetle uğraşan asla hiç kimseye ilginç gelmeyecektir. Bu usul maalesef günümüzde de değişmemiştir. Ancak ilime verdiği son aşama önemle öne çıkan sultan II. Abdülhamid’in bu ilim yuvalarından oluşan fikirlerle hatta kendi döneminde gelişimini sağlamış olduğu Mülkiye şeklinde Türkiye için aydın siyasetçi yetiştirmek amacıyla kurulan okullardan mezun olanlarla mücadelesi harbiden manidardır. Belki bu nesil o devrin şartlarında istenilen başarıyı tam olarak sağlamamış şeklinde gözükse de Türkiye Cumhuriyeti Türkiyesi’nin kadrolarını oluşturarak, devletin varlığı sürdürmesine yol açarak bir ihtimal sultanın hayallerini bir nebze de olsa hayata geçirebilmişlerdir diyebiliriz.33 II. Meşrutiyet dönemindeki siyasal ortamın maruz kalmış olduğu koşulları basın açısından da değişik düşünmek bu dönemin gerçekleri açısından doğru olmaz. Neredeyse tüm siyasal kararlarda faal konuma yükselmiş bulunan dış temsilcilikler yardımıyla Osmanlı Devleti sefaretlerden yönetim edilir bir duruma gelmiştir. Siyasi vakaları bu kadar izleyeceği yolu göstermeye çalışan ve her kabineye kendi fikirlerini destekleyecek nazırlar ve sadrazamlar sokmaya çalışan Batılı güçlerin bu tavırlarını basın üstünde de gösterme çabaları tesadüfi değildir. Sonuçta liberal görüşlü ve demokratik söylemlerin peşinde her defasında yüz yüze kaldığımız yabancı planları doğrultusunda hareket eden birçok işbirlikçiyi bulmakta güçlük çekmemişlerdir. Milli savaşım döneminde İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne kayıtlı olanlar bunların en büyük kanıtıdır. Bu dönemin karşıcılık basınının oldukça büyük kısmı ulusal mücadelede de aynı tavrını sürdürmüş cenk sonrası kimi Yunan gemileriyle kaçmaya çalışmış kimi Avrupa ülkelerine sığınmış, bir bölümü da Ali Kemal şeklinde linç edilmiştir. Milliyetçi fikirleri yüzünden devamlı maceracılık hayalperestlik ve din düşmanı suçlamalarıyla yüz yüze kalan bu yurtseverlerin maalesef çileleri hemen hemen sona ermemiştir. Çünkü milliyetçi olmanın ilginç cilvesidir bunlar. Canı dâhil her şeyini vatanı için ortaya koyanlar zaman içinde bu yaptıklarıyla suçlanır duruma her vakit gelebilmişlerdir. Ya İstiklal ya ölüm diyen bu kitle, bu memleket üstünde doğrusu Türk vatanı üstünde hesapları olanlar için her vakit bertaraf edilmesi ihtiyaç duyulan bir tehdit unsurudur. Çünkü yalnız onlar bu kulağa hoş gelen, demokratik, liberal söylemler ardından nelerin gelebileceğini atalarının tecrübeleriyle öğrenmişler ve bu tür boş lafların nelere mal bulunduğunu oldukça acı tecrübelerle yaşamışlardır. Bu yüzden var olduğu günden bu yana serbest yaşamak ve istiklal karakteri olmuş, Türk milletine prangalar takmak isteyenlerin ilk hedefi her vakit bu ulu milletin varlığını bağımsızlığını ne pahasına olursa olsun korumayı gaye edinen Türk milliyetçileri olmuştur ve olmaya devam edecektir. Bu itibarla bu saldırıların şaşılacak hiç bir tarafı yoktur ve bu tür yanlış propaganda bombardımanları da bu işleri planlayanların icra ettikleri usta taktikler olarak tarih süresince var olmuştur. Tek yapılması ihtiyaç duyulan tarihin geleceğe fer tuttuğu gerçekliğini bir an için unutmadan bizlere bu aden vatanı emanet bırakanların siyasal mücadelelerini geçtikleri aşamaları ve uğraştıkları düşmanları oldukça iyi tanımak düşmektedir. Bu düşmanlar iyi tanınırsak yapmamız gerekenlerin oldukça daha rahat olacağı muhakkaktır.
1 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Yayınları, Ankara-2011, s.30.
2 Mehmet Çetin Börekçi, Anadolu’da Tanin, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1999, s.1.
3 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Yayınları, Ankara-2011, s.36.
4 Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İletişim Yayınları, İstanbul-2006, s.38.
5 Bayram Kodaman, Mehmet Ali Ünal, Son vakanüvis Abdurrahman onur efendi zamanı II. Meşrutiyet Olayları 1908-1909, Türk Tarih Kurumu, Ankara-1996, s.10.
6 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Cilt VIII, “I. Meşrutiyet ve İstibdat Dönemi 1876-1907”, Türk Tarih Kurumu, Ankara-2011, s.246.
7 Mardin, Şerif, Jön Türklerin siyasal fikirleri 1895-1908, İletişim yayınları, İstanbul 2006,s.16.
8 Mardin, a.g.e., s.17.
9 Mardin, a.g.e., s.63.
10 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Yayınları, Ankara,2011,s.69.
11 Akşin, a.g.e., s.20.
12 Akşin, a.g.e., s.25.
13 Akşin, a.g.e., s.25.
14 Akşin, a.g.e., s.18.
15 Mehmet Çetin Börekçi, Anadolu’da Tanin, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara-1999, s.1.
16 Şükrü M. Hanioğlu, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, Der Yayınları, İstanbul-1989, s.219.
17 Hilmi Bengi, Gazeteci, Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak Hüseyin Cahit Yalçın, Mustafa Kemal Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2000, s.108.
18 Bengi, a.g.e., s.112.
19 Bengi, a.g.e., s.112.
20 Uygur Kocabaşoğlu, Hürriyet’i Beklerken İkinci Meşrutiyet Basını, İstanbul Bilgi Üniv. Yay., İstanbul-2010, s.42.
21 Tanin Gazetesi,08 Nisan 1909.
22 Tanin Gazetesi,08 Nisan 1909.
23 Tanin Gazetesi,08 Nisan 1909.
24 Sezai Balcı, II. Meşrutiyet Döneminde İkdam Gazetesi(1908-1909) Ankara Üniversitesi Tarih Böl. Yüksek Lis. Tezi, YÖK Tez Merkezi, s.77.
25 Metin Martı, Mevlanzade Rıfat’ın Hatıraları, Arma Yayınları, İstanbul 1992,s.12.
26 Martı, a.g.e., s.12.
27 Meto İbrahim-Ahmet Rıza, Biz İttihatçılar, Örgün Yayınevi, İstanbul-2009,s.341.
28 Meto a.g.e., s.343.
29 Meto a.g.e., s.344.
30 Meto a.g.e., s.346.
31 Hikmet Çiçek, Dr. Bahattin Şakir İttihat ve Terakki’den Teşkilatı Mahsusa’ya Bir Türk Jakobeni, Kaynak Yayınları, İstanbul-2007, s.83.
32 Çiçek, a.g.e., s.85.
33 Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul-2005,s.311.
https://www.turkyurdu.com.tr/ (ALINTILAR BULUNMAKTADIR TURKYURDU.COM.TR SİTESİNDEN)
“Nerde Fatih, Yavuz, Kanuni, üçüncü Selim gibi hükümdarlar! Son devir Osmanlı padişahları hep cahil ve zavallı kimseler.Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit Mustafa Reşit Paşa’dan, Abdülaziz Ali ve Fuat paşalardan, Abdülhamit Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları işbaşına getirmişlerdir.Şunu iyi bilelim ki: Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz ne de donanmamız bugünkü hale düşerdi. Akdeniz’de ikinci durumda olan donanmamız Karadeniz’de Ruslar’a herhalde dersini verecek 1877-1878 seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik.Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı haliçten çıkarmayacak hale getirmek suç değil midir? Millet padişahından neden hesap soramamalıdır?Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?”(Atatürk'ün Abdülhamit'i eleştiren sözlerinden biri..)
Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1953, s.14 vd.
ATATÜRK VE ABDÜLHAMİD'E BOMBALI SALDIRI HAKKINDA
Bu nedenle muhbir Fethi, Mustafa Kemal ve dostlarının padişahı bombayla öldüreceklerini jurnallemişti.
Güya Mustafa Kemal Hırka-ı Şerif ziyareti esnasında II. Abdulhamid’in otomobiline bomba atacaktı!
Tarihi bile belliydi. Ramazanın 15’i!
Aslında ortada ne bomba vardı, ne de bu şekilde bir konferans olmuştu.
Evde iki “delil” vardı:
Biri evdeki, vatanı kurtarmayı amaçlayan konuşmalar.
Ve...
GAZETE ÇIKARMIŞTI
Mustafa Kemal’in II. Abdulhamid’e bombalı taarruz yapacağına inanılmasının ikinci karinesi, Harp Akademi’sinde talebe iken gazete çıkarmasıydı!
Bu “gazete” aslında, elyazısıyla çoğaltılan basit, tek sayfalık fasikül idi. Yazıları çoğu zaman Mustafa Kemal kaleme alıyordu. Makaleler özgürlük, vatan, Namık Kemal’in Cumhuriyet düşünceleri üzerineydi.
Sorgucular sonucu verdi:
Evde memleketin geleceğini konuşan, daha okulda iken özgürlük istek eden yazılar kaleme alan Mustafa Kemal bombacı bir teröristti!..
Mustafa Kemal ve Ali Fuad’ın geleceği, dönemin karanlık istihbaratının gölgesi altındaydı. Bu ancak mesleklerine değil hayatlarına bile mal olabilirdi. Kuşkusuz başlarına bir “bela” gelebileceğini öngörüyorlardı; bu sebeple birçok arkadaşları özgürlük istedikleri, gazete, kitap okudukları için okuldan atılarak sürgüne gönderilmişti.
Ama şimdi Mustafa Kemal ve Ali Fuad terörist olmakla itham ediliyordu. Zor durumdaydılar...
Evet, onlar özgürlük istiyorlardı.
Evet, onlar ülkelerinin yıkılmakta ve dağılmakta bulunduğunu görüyorlardı.
Ama onlar terörist değildi.
Buna iki şahıs inandı:
Biri, İsmail Fazlı Paşa idi. Ali Fuad’ın babasıydı. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’nin (Genelkurmay) mühim subaylarındandı.
Diğeri Harp Akademisi Komutanı Ali Rıza Paşa’ydı.
İki paşanın araya girmesiyle Mustafa Kemal ve Ali Fuad’ın Bekirağa zindanındaki esaretleri iki ay sonrasında bitti.
Çünkü iddialar, hiç bir kanıta dayanmayan, ikbal beklentisi içerisindeki muhbir Fethi’nin senaryosundan ibaretti. Ortada aslına bakarsan bomba filan da yoktu.
Buna karşın iki yüzbaşı sürgüne gönderildi.
Mustafa Kemal Şam’a, Ali Fuad Beyrut’a atama oldu.
Ne yazık ki, Harp Akademisi’ni 5. ve 8.’likle bitiren iki başarı göstermiş yüzbaşı, sırf özgürlük isteyip, ülkenin geleceğini konuştukları için mesleklerine sürgünle başladı.
Ama hürriyet taleplerinden asla vazgeçmeyeceklerdi, ölene kadar..." (Soner Yalçın'dan alıntılar bulunmaktadır)
31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) eski düzeni getirmek isteyen bazı kesimlerin Meşrutiyete karşı olmalarıyla çıkardığı ayaklanmalardan ibarettir. Bu amaçla bu kesimler Meşrutiyeti yıkmak ve eski düzen olan Mutlakiyet sistemini geri getirmek istemişlerdir.
II. Abdülhamit idaresine karşı ilk fiilî hareket, Rumeli’de başladı. III. Ordu subaylarından Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) Resneli Ahmet Niyazi Beyin, yanına asker ve sivil iki yüz kadar gönüllü alarak, 3 Temmuz 1908 tarihinde Resne’den ayrılarak dağa çıkmasıyla ilk hareket başlamış oldu. Niyazi Bey, saraya çektiği telgrafta anayasanın yeniden yürürlüğe konmasını istedi. II. Abdülhamit idaresine karşı başlatılan bu hareket kısa sürede bütün Makedonya’ya yayıldı. Halk da bu hareketi destekledi, saraya bu doğrultuda telgraflar çekildi. Böylece 23 Temmuz 1908 tarihinde İttihat ve Terakki Cemiyeti kendiliğinden Meşrutiyet’i ilân edince, bir gün sonra Padişah II. Abdülhamit de mecburen II. Meştutiyeti ilan edip, anayasayı yeniden yürürlüğe koymayı kabul etti. Meşrutiyet’in ikinci kez ilânı bütün memlekette ve her tabaka halkta büyük bir sevinç uyandırmış; millet, tarihinde görmediği bir hürriyete kavuşmuş, bu hareket çok büyük ümitleri de beraberinde getirmişti. Meşrutiyetin yeniden ilanının yarattığı sevinç ve hürriyet havası fazla uzun sürmemiştir. 31 Mart 1325/13 Nisan 1909 sabahı patlak veren ve İstanbul’u günlerce heyecan ve korku içerisinde bırakan 31 Mart Olayı’nın nedenleri hakkında bugüne kadar yapılan araştırmalarda çeşitli yorumlar ve görüşler ileri sürülmüştür. Olayın çıkışına dair öne sürülen nedenler şunlardır:
a) İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidara gelebilmek için kendine her türlü yolu meşru gören bir tavır içerisine girmesi, el altından cemiyetin desteklediği terör hareketleri ve birbirini izleyen siyasî cinayetlerden dolayı sorumlu tutulması,
b) Halkın hükümete olan güveninin sarsılması,
c) Ordudan çıkarılan alaylı subayların menfaatleri zedelendiği için hiddete kapılmaları, İttihat ve Terakki Cemiyetine düşman kesilmeleri, kendilerine tercih edilen mektepli subayların “din düşmanı” oldukları hakkında halk ve asker arasında yaygın bir propaganda yapmaları,
ç) Subayların askerler üzerinde yaptığı din konusundaki baskı biçiminde algılanan telkinler ile onları din görevlileri ve medreselilerle temastan menetmeleri, ülkede İttihat ve Terakki Cemiyetinin üzerinde bir kuvvetin bulunmadığı düşüncesini aşılamaları,
d) Medrese öğrencilerinin askere alınmak istenmesi,
e) Derviş Vahdeti’nin kurmuş olduğu İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve bu cemiyetin yayın organı olan Volkan gazetesiyle halkın dinî duygularını istismar ederek yayın yoluyla yaptığı kışkırtmalar,
f) Devlet dairelerinden açığa alınan memurların muhalefet saflarına katılmaları,
g)İstanbul’a Meşrutiyet’in koruyucusu sıfatıyla getirilen Avcı taburlarına mensup İttihat ve Terakki yanlısı subaylar ile bu taburlarda görevli erlerinin başına buyruk disiplinsiz hareketleri,
h) Bu arada büyük devletlerin özellikle İngiltere’nin Orta Doğudaki çıkarlarını daha da sağlamlaştırmak amacıyla alttan alta yerli işbirlikçilerle yaptıkları menfi propagandaların devam etmesi,
Bu faktörlerin hepsi derece derece isyanın patlak vermesinde etkili olmuştur. Bazı iddialara göre ise, İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticileri, halk üzerinde büyük etkisi olan II. Abdülhamit’i düşürebilmek için kuvvetli bir nedene dayanmak gereğini duymuş ve 31 Mart Olayı’nı kendileri tertip etmişlerdir.
Bu sırada muhalefetin yapıcı olmaktan öte, âdeta kan davası güdücü tutumu, kin ve ihtirasıyla süren saldırıları ile buna İttihat ve Terakki Cemiyetinin siyasî cinayetlere varan çok sert bir şekilde karşılık vermesi de havayı büsbütün germiştir. Bilhassa Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinin kışkırtıcı neşriyatı da gayri memnunlar üzerinde, özellikle Avcı taburlarının ve Hassa Ordusunun erbaş ve erleri üzerinde etki yapmıştır. O günlerin atmosferinde İttihat ve Terakki karşıtı bir faaliyet şeklinde ortaya çıkan bu isyan aslında tüm başkenti etkileyen ve İttihatçıların yorumu ile söylemek gerekirse büyük bir “Hadise-i İrtica” olayı idi.
Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesi vasıtasıyla kamuoyu ve özellikle de askerler üzerinde etkili olan propaganda faaliyetlerine karşılık Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşanın tutum ve davranışları şaşırtıcıdır. Artan “irtica” tehdidine karşılık paşa, çeşitli çevreler tarafından uyarılmıştır. Müşir Gazi Ethem Paşa, Ahmet İzzet Paşa uyaranlar arasındadır. Fakat hükümet tedbir almakta hassasiyet göstermemiştir.
İsyanın hazırlığı 12/13 Nisan 1909 gecesi başlamıştır. Asiler tarafından o gün ve gece Taksim’de bulunan Taşkışla’da subaylar hapsedilmiş; ertesi sabah yapılacak harekâtın plânları hazırlanmıştır. Bu arada donanmadaki erlerin de asilere katılımı sağlanmıştır. Asilerin kumandasını Arnavut Hamdi Çavuş, Tüfenkçi Ustası Raif Çavuş, İzmirli Ali, Yenipazarlı Ömer, Gevgilili Bölük Emini Mehmet, Gilanlı Hazım, Yenişehirli Ali, Kırcovalı Selim, Selânikli Enis, gibi çavuş ve onbaşılar üstlenmişti.
31 Mart sabahı kışlalarından topluca çıkan asiler, “Şeriat İsteriz!” sloganlarıyla Sultan Ahmet Meydanı’na gelmişler, yolda önlerine çıkan Harbiye mezunu mektepli subayları ortadan kaldırmak istemişlerdir. Mebusân Meclisi önünde toplanan 3000 kişi civarındaki asilere Şeyhülislâm Ziyaettin Efendi ile Ders Vekili Halis Efendi ve Şerif Mehmet Sadık Paşa nasihat etmekle görevlendirilmiş; asiler kendilerine nasihat için gelen heyette bulunan Şerif Sadık Paşayı da öldürmüşlerdir. Asiler bu sırada nasihatten ziyade, isteklerinin yerine getirilmesini istemişlerdir. Asiler, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’nın çekilmelerini, Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit, Talat ve Bahaettin Şakir Beyler gibi önde gelen İttihatçıların mebusluktan kovulmalarını, başlarındaki mektepli subayların ordudan atılmalarını, açığa alınmış olan alaylı subayların eski görevlerine iade edilmelerini ve isyanla beraber yaptıkları zarar ve ziyandan dolayı da affedilmelerini istiyorlardı. Nitekim, Ziyaettin Efendinin ilettiği bu istekler üzerine hükümet derhâl istifa etmiş, II. Abdülhamit de Tevfık Paşayı kabineyi kurmakla görevlendirmişti. Başkentteki kabine değişikliğine rağmen, ayaklanma bastırılamamıştı. Çünkü asiler, daha önce isimlerini sıraladıkları kişileri yok etmeye kararlıydılar. Bu yüzden her tarafta saldırıya başladılar. Bu arada Lazkiye Mebusu Şekip Arslan Bey, Hüseyin Cahit’e benzediği için öldürülmüş, Mebusan Meclisi Reisi Ahmet Rıza Bey zannıyla Adliye Nazırı Nazım Paşa da aynı şekilde katledilmişti. Bunlardan başka üç mektepli subay ile bir katip de öldürülmüştü.
İstanbul’da isyan eden ve çoğunluğu askerler ile softalardan oluşan 3000 kişiye karşılık Mahmut Muhtar Paşa komutasındaki 30.000 kişilik Hassa Ordusu harekete geçirilemediği gibi bu kuvvetlerin de bir kısmının asilere katılmaları önlenememiştir. Hatta asilerin baskısı ile Mahmut Muhtar Paşa istifa etmiş, konağı asiler tarafından abluka altına alınmıştır. Mahmut Muhtar Paşa bu kritik durumdan komşusu olan bir İngiliz’in evine kaçmış, oradan da İngiliz Sefaretine sığınmıştır. Hâlbuki bu isyanı bastırma görevi Hassa Ordusu komutanı bulunan Mahmut Muhtar Paşaya düşüyordu. Mahmut Muhtar Paşa’nın görünen dirayetsizliğinden cesaret alarak büsbütün şımaran asiler zapt edilemez bir çılgınlık içerisinde birçok gazete ve matbaayı tahrip etmişler, ellerindeki listeye göre insan avına çıkmışlardır. Bu zemini kendisi için fırsat bilen Derviş Vahdeti de gazetesinde isyancıları cesaretlendiren yazılar yayımlamıştır. İstanbul’da 13 Nisan günü patlak veren isyan haberi aynı gün Selanik’teki İttihat ve Terakki Cemiyeti merkezine, İsmail Canbulat Beyin “Meşrutiyet mahvoldu!” şeklinde çektiği telgrafla ulaştı. Bu sırada Selanik 11. Redif Fırka Komutanı bulunan Ferik Hüseyin Hüsnü Paşa isyan haberini 14 Nisan 1909 sabahı başkentte bulunan damadı Mustafa Rahmi (Evrenos) Beyden aldığı bir telgrafla öğrendi. Hüseyin Hüsnü Paşa bu telgrafı emrinde bulunan Erkân-ı Harp Kolağası (Kurmay Kıdemli Yüzbaşı) Mustafa Kemal’e göstererek fikrini öğrenmek istedi. Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, o sırada İstanbul’dan gönderilen bütün telgrafları inceledikten sonra, başkente kuvvet sevk edilmesi yolundaki fikrini komutanı Hüseyin Hüsnü Paşaya bildirdi. İstanbul üzerine kuvvet sevk edilmesi fikrini III. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa da uygun görüyordu. Aslında Selanik’teki ordu mensuplarına göre, meşrutiyet rejimini tehlikeye sokan bu hareketi ancak silâh gücüyle bastırmak mümkün olabilecekti. Bu arada yapılan görüşmelerden sonra İstanbul üzerine sevk edilmesi düşünülen ordunun başına Hüseyin Hüsnü Paşanın, bu ordunun kurmay başkanlığına da Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in getirilmesi kararlaştırıldı.
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal’in harekât plânında; birlikleri trenle Hadımköyü’ne naklederek, Hadımköyü-Halkalı mıntıkasında toplanmak, duruma göre İstanbul’u tamamen kontrol altına almak üzere ileri harekâta başlamak, lojistik desteğin ve her türlü nakliye hususunun temini için Doğu Demir Yolu Şirketi ile temasa geçmek, silâhlı silâhsız her türlü karşı koymayı bastırmak, âsileri ve İstanbul’da olaylara karışmış bulunan kıt’aları silâhtan tecrid etmek, isyanda rol oynayan bütün ele başıları ve mürtecileri tevkif etmek, sefarethanelerin, ecnebilerle bankaların ve azınlıkların hiçbir şekilde zarara uğramalarına meydan bırakmamak üzere gereken her türlü tedbiri almak bulunuyordu.
Selanik’ten İstanbul üzerine yürüyecek olan bu kuvvetlere Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından “Hareket Ordusu” adı verilmiş ve bu isim tarihimize bu şekilde geçmiştir. Mustafa Kemal, bu ismin verilmesini anılarında şöyle anlatır: “31 Mart Vak’ası oldu. Bu vak’a üzerine Makedonya’dan giden birliklerin ve ilk devirde Edirne’den bunlara iltihak eden kuvvetlerin, kurmay başkanı olarak İstanbul’a gittim. Bidayette kumandan Hüsnü Paşa idi. Hareket Ordusu ismini ben buldum. O zaman bunun manasını kimse anlayamamıştı. Mesele şundan ibarettir: İstanbul’a hitaben bir beyanname yazmak lâzım geldi. Bunu ben yazdım, sonra sefirlere hitaben ikinci bir beyanname yazdık. Buna ne imza konulması münasip olduğunu düşündük. Bazı arkadaşlar Hürriyet Ordusu dediler. Hâlbuki bütün ordu Hürriyet Ordusu vaziyetinde idi. Hareket hâlinde bulunan kuvvetlerin vaziyetini göstermek için “Hürriyet Ordusunun Operasyon Kuvvetleri” denildi. Ben bu operasyon kelimesinin Türkçe’ye tercümesini muvafık görerek, “Hareket Ordusu” tabirini kullandım.”
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, bütün plânlanan bu faaliyetlerin başarıyla sonuçlanabilmesi için de başlıca şu şartların gerektiğine inanıyordu:
a) Ordunun bir an önce teşkilatlanıp vakit kaybetmeden İstanbul üzerine hareketi,
b) Subayların kendilerine verilecek askerî görev dışında hiçbir şeyle meşgul olmamaları,
c) Hareket Ordusuna dışarıdan hiçbir kuvvetin özellikle politikacıların müdahalede bulunmasına izin verilmemesi; yani ordunun politika dışında tutulması.
Yüzbaşı Mustafa Kemal bu fikirlerini Selanik’teki Askerî Kulüp’te yapılan toplantıda dile getirmişti. Onun subayların siyasetten ayrılmalarına yönelik düşüncelerinden rahatsız olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin bir kısım ileri geleni, Mustafa Kemal’in İstanbul’a sevk edilecek ordunun kurmay başkanlığında bulunmasını uygun görmemiş, ancak tehlikenin büyüklüğü bu türden karşı çıkmayı imkânsız kılmıştır. Zaten tecrübeli bir komutan olan Hüseyin Hüsnü Paşa, Mustafa Kemal’in her durumda İstanbul’a gidecek olan orduda yer almasını temin edeceğini belirtmişti.
Bu arada 14 Nisan günü genel seferberlik ilân edildi. Selanik Redif tümeninin bütün taburları silâh altına alındı. Selanik Redif Alayı Binbaşı Nâki Beyin, Serez Redif Alayı Kurmay Binbaşı Hasan İzzet Beyin komutasında toplandı. Seferberlik çağrısına uyan ihtiyat ve redif askerleri silâhlarını almaya giderken, birçok sivil de gönüllü yazıldı. Bu sırada Serez’de ihtiyatlar, redifler ve Müslüman gönüllülerle birlikte Bulgar ve Rum gönüllüler de Binbaşı Hasan İzzet Beyin kumandası altında toplandı. Manastır’da da heyecanla hazırlıklara başlanmış ve Ohri Millî Taburu Resneli Ahmet Niyazi Beyin kumandasında harekete geçmişti. İkinci Meşrutiyet’in ilânında rol oynayanlardan biri olan Eyüp Sabri (Akgöl) Bey de İstanbul’a yönelik olarak harekete geçenler arasında bulunuyordu.
Bu arada 31 Mart Olayı’nın patlak vermesi ve İstanbul üzerine mürettep bir ordu ile yürüneceği haberini alan meşrutiyet yanlısı subaylar Selanik’te toplanmaya başladı. Berlin Ataşemiliteri olan Kurmay Binbaşı Enver, Viyana Ataşemiliteri Kurmay Binbaşı İsmail Hakkı, Paris Ataşemiliteri Kurmay Binbaşı Fethi Beyler olayı haber aldıkları gibi görevlerinden istifa ederek, Sofya üzerinden Selânik’e gelmişler ve burada halk tarafından coşkulu bir törenle karşılanmışlardı. 31 Mart Olayı sırasında asilerin baskıları sonucu istifaya mecbur kalmış olan İttihatçılardan Mebusan Meclisi Başkanı Ahmet Rıza Bey, Tanin yazarı Hüseyin Cahit Bey, yine İttihatçılardan Cavit, Rahmi, Talat ve Nazım Beylerle Emmanuel Karassu Efendi de Selânik’e gelmişti. Selanik’te toplanan İttihat ve Terakki Cemiyetinin lider kadrosu burada kısa bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra Çatalca’ya hareket etmişlerdi.
Hareket Ordusu öncü birlikleri 15 Nisan 1909 akşamı Selanik’ten hareket edip, 39 saatlik bir yolculuktan sonra Hadımköyü’nü geçip Ispartakule’ye varmış, kurmay binbaşı Muhtar ve Albay Galip Bey komutasındaki bu öncü birliklerin Çatalca’ya vardıkları haberleri, saraya ve yönetime müdahale edileceği endişesiyle İstanbul’da heyecanı arttırmış ve hükümeti de telaşa düşürmüştü.
Çatalca, Selanik ve Edirne’den gelecek olan orduların buluşma noktası idi. Hareket Ordusu Selanik’ten 5 piyade, 1 topçu alayı ile 2 süvari bölüğü ve 1 makineli tüfek bölüğünden kurulu kuvvetle İstanbul yönüne hareket etti. Şevket Turgut Paşa da Edirne stratejik bir konumda bulunduğundan bir kısım kuvvetini Bulgaristan’ın olası bir saldırısına karşı ihtiyat olarak bırakarak hareket etmişti.
Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal de Hadımköyü’ne kadar olan tren yolculuğuna komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa ile birlikte çıkmıştı. Hüsnü Paşa’nın İstanbul’a yaklaşıldıkça vesvesesinin arttığını gören Yüzbaşı Mustafa Kemal, başarının muhakkak olduğunu söyleyerek onun her türlü endişesini gidermeye çalışıyordu. Hareket Ordusunun asıl maksadı anlaşılınca, aydın kesim ve subaylar Çatalca’ya gelip Hareket Ordusuna katılmaya başladılar.
Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından kaleme alınmış olan bir beyanname neşretti. Burada şu görüşlere yer verilmiştir:
a) Millet, yıllardan beri zulmeden istibdat kuvvetini parçalayarak meşru Meşrutiyet Hükûmeti’ni kurdu. Bu kansız, mes’ut inkılâptan zarar görenler, kanunsuz şekilde menfaat temin etmelerine hizmet etmiş olan eski hâlin tekrar kurulması için bin türlü hile ve alçaklığa başvurarak meşru Meşrutiyet Hükûmeti’ni yaralamak istedi. Bunlar, bütün insanlık âleminin lanetlediği İstanbul faciasına sebep olarak masum kanlar döktü.
b) Millet, hayat ve geleceğinin yegâne dayanağı olan Meşrutiyet’in yaralanmak ve şeriat hükümleri ve milletçe kurtuluş ve saadetimizi içine alan “anayasa”nın ayaklar altına alınmak istenildiğini gördü. Bu alçakça hareketlere sebep olanları cezalandırmak üzere İstanbul’a yürümeye karar verdi. İlk icra kuvveti olmak üzere Hareket Ordusunu buraya gönderdi.
c) Hareket Ordusunun maksat ve vazifesi meşru Meşrutiyet Hükümeti’mizin hiçbir kuvvetin sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek ve sırf şeriat kuvveti ile desteklenen anayasanın üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat etmek ve meşru Meşrutiyet’imizin yerleşmesinden memnun olmayan vatan ve millet hainlerine son ve kesin bir ders vermektir.
ç) Zulüm gören halk ve tarafsız askerler korunacaktır. Ancak, suç ortakları ve kışkırtıcılar lâyık oldukları kanunî cezadan kurtulamayacaklardır.
d) Fazilet heyeti olan ulema iftiharımız, baş tacımızdır. Fakat hainlikle adî ve şahsî menfaat elde etmek maksadıyla yalandan ilmiye kisvesine bürünerek ve şerefli İslâm dinini küçümseyip alay konusu hâline getirmekten çekinmeyerek fesat yaymaya kalkışan birtakım hafiyeler, menfaatperestler elbette kanun ve şeriat hükümlerine göre muamele görmekten kurtulamayacaklardır.
e) Mebusların ve bunların seçtikleri Heyeti Vükelânın hayatları ve Kanun-i Esasi’nin kendilerine verdiği haklar ve yetkiler olduğu gibi korunacak, genel olarak sükûn ve asayiş sağlanacaktır.
f) Vatanın kurtuluşu ve millî saadetimizin lüzum gösterdiği bu askerî harekâtımız esnasında memleketin dahilî güvenliği ve tam sükûnetini ve herkesin mal ve canının korunmasını temin etmek için her türlü tedbirin alınması kararlaştırılmıştır.
g)İstanbul’da bulunan sefirler ve bütün ecnebilerin huzursuz olmalarına meydan verilmeyecektir.
h) İstanbul’daki feci isyan olayında kanları dökülen şehitlerin ruhları karşısında hesap vermeye korkanlar, ancak bu kanlı facianın failleri, tahrikçileri ve ortaklarıdır. Bu hakikati herkes bilmeli, telâş ve heyecana kapılmayıp müsterih olmalıdır.
Hareket Ordusunun bu işte ne kadar kararlı olduğunu gösteren bu beyanname İstanbul’da çok büyük şaşkınlık yarattı. Beyannamenin gazetelerde neşri üzerine Hassa Ordusu komutanı Nazım Paşa ve bazı komutanlar Hareket Ordusuna silâhla karşı konulmasına dair padişaha teklifte bulunmuştu. Ancak, II. Abdülhamit bu teklif üzerine, artık her şeyi kabullenmiş teslimiyetçi bir tavırla; “Paşalar! Ben askerimin arasında kan dökülmesini istemem.” diyerek bu teklifi reddetmiştir.
Cuma selâmlığının yapıldığı gün Mahmut Şevket Paşa, padişaha bir telgraf gönderdi. Paşa bu telgrafında da, daha önceki telgraflarında olduğu gibi padişaha bağlılığını tekrarlıyordu. Paşa bu telgrafında ayrıca, bazı fesatçıların padişahın Rumeli’den gelen ordu tarafından hal edileceği söylentilerini yaydıkları, bunların ise aslı esası olmadığı belirtilerek gelen ordunun aslında Kanun-ı Esasi’yi ve padişahı korumak emelinde olduğunu vurguluyordu.
Mahmut Şevket Paşa, aynı gün Sadaret makamına da bir telgraf göndererek, yukarıdaki fikirlerini tekrarladı ve bunların gazetelerde yayınlanmasını ve yabancı ülke elçiliklerine de tebliğ edilmesini istedi. Mahmut Şevket Paşa, Yeşilköy’e geldikten sonra icra edilecek harekâtta ordu ve donanmanın komutasını da üzerine almıştı. İstanbul’a gönderdiği telgrafında bu durumu da bildirdi. Bu arada Osmanlı donanmasında görevli olan subaylar da Hareket Ordusunun emrinde olduklarını belirtiyorlardı.
22 Nisan 1909 günü Yeşilköy’deki Yat Kulübü’nde toplanan Mebusan ve Ayan Meclisi üyelerinden oluşan kurul, Hareket Ordusunun durumunu ve İstanbul’daki son olayları kapsamlı bir şekilde ele alıp tartıştı. Yapılan bu gizli toplantıda II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesine karar verildi. Ayrıca bu toplantıda 31 Mart Olayı ile Meşrutiyet’e darbe vurulduğu, olaylara sebebiyet verenlerin cezalandırılması konusunda Hareket Ordusu Komutanlığının yayınladığı bildirinin aynen kabul edilmesi kararlaştırıldı. Yine burada alınan karara göre, ordunun başkentteki harekâtına karşı çıkmak cezayı gerektirecek bir husus olarak değerlendirildi. Böylece Meclisin de onayı alındıktan sonra Hareket Ordusunun şimdiye kadarki ve bundan sonraki faaliyetleri meşruluk kazanmış oluyordu.
Hareket Ordusu bundan sonra görevini tamamlamak üzere 23-24 Nisan 1909’da İstanbul üzerine yürümeye başladı. I. Mürettep Fırka Kurmay Başkanı Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal 23 Nisan günü Davutpaşa kışlasının ordu tarafından ele geçirilmesi esnasında görevinin başında idi. Beşiktaş sırtlarında meydana gelen çatışmalarda Topçuların da desteğiyle asiler dağıtıldı ve pek çoğu Anadolu yakasına geçerek firar ettiler. 25 Nisan sabahı Selimiye Kışlasının da ele geçirilmesiyle İstanbul’da denetim ve kontrol büyük ölçüde sağlanmış oldu. Bu esnada çıkan çatışmalarda 49 kişi ölmüş, 86 kişi yaralanmıştı, asilerden ise 400 civarında kişi ölürken 700’den fazla kişide yaralanmıştır.
Hareket Ordusu Komutanlığı, 25 Nisan 1909 günü İstanbul halkının sükûnet içinde konulan kurallara uymalarını isteyen bir bildiri yayınlamış ve sonrasında da sıkıyönetim ilan etmiştir. Öte yandan 27 Nisan 1909 günü Meclisin aldığı kararla II. Abdülhamit tahtan indirildi. Onun yerine Reşat Efendi’nin V. Mehmet Reşat unvanıyla tahta çıkarılması kararlaştırıldı. Bundan sonra kurulan sıkıyönetim mahkemeleri 31 Mart Olayında rolü olanları yargılamıştır. İstanbul’daki bu hareket ortadan kaldırıldıktan sonra 30 Nisan 1909’dan itibaren Hareket Ordusu birlikleri Selanik’e geri dönmeye başlamıştır.
Nâsır YÜCEER
KAYNAKÇA
AKŞİN, Sina, 31 Mart Olayı, İstanbul 1972.
Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Yay. Haz. Faik Reşit Unat, Ankara 1985.
DANİŞMENT, İsmail Hami, 31 Mart Vak’ası, İstanbul 1942.
KARABEKİR, Kazım, İttihat ve Terakki Cemiyeti, İstanbul 1995.
TÜRKGELDİ, Ali Fuat, Görüp işittiklerim, Ankara 1984.
TÜRKMEN, Zekeriya, Hareket Ordusu Kurmay Yüzbaşı Mustafa Kemal, Ankara 1999.
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/31-mart-vakasi/
Mustafa Kemal, 31 Mart Vakası olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli'de oluşturulan Hareket Ordusu'nun kurmay başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde kurmay başkanı olarak önemli hizmetler gördü.
Hareket Ordusu ittihatçıların, 1909 yılında, 31 Mart Ayaklanması'nı bastırmak için, Selanik'ten Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul'a gönderdikleri ordudur. Kurmay başkanı ise Kolağası Mustafa Kemal Bey'dir.
“İttihat ve Terakki’nin birçok kusur ve yanlışı olabilir. Ancak vatanperver bir kuruluştur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
OSMANLI’DA İLK RAKI FABRİKASI VE BİRAHANE ABDÜLHAMİT DÖNEMİNDE AÇILMIŞTIR
Abdülhamit Osmanlı tarihinin padişahlarından biridir, sadece iktidarda olduğu seneler Osmanlı’nın maddi tinsel çöktüğü bir dönemdir. Bu çöküşün mühim nedenlerinden biri de Abdülhamit devrinde oluşturulan içki fabrikalarıdır. Ruh ve gövde sağlığına son aşama zararı olan olan içki, bu zamanda Osmanlı’da üretilmeye ve yoğun biçimde tüketilmeye başlanmıştır.
Abdülhamit ise Yıldız Sarayı’nda adeta ablukaya alınmış ve kendisini kuşatan İngiliz derin devletinin oyunlarına mağlup düşmüştür. Tüm devlet büyükleri benzer biçimde saygıyı hak etmektedir, fakat o periyodu Osmanlı’nın kudretli günleri benzer biçimde kendisini de hatasız evliya bir kişi benzer biçimde imlemek zamanı gerçeklere müsait düşmemektedir.
Osmanlı’nın en geniş toprak kayıpları,
İlk rakı fabrikasının ve birahanenin açılması,
Sigara üretiminin başlaması,
Genelevlerin ve gayri meşru yaşamın yaygınlaşması,
Avrupa’ya şarap ihracatı yapılması,
Allah’ın varlığını inkar eden Darwinizm’in Osmanlı’nın dört bir yanına yayılması,
Bizzat İngiliz paşaları ve onların destekçilerini devlete atayarak Osmanlı yönetiminin İngiliz derin devletinin eline terk edilmesi,
Osmanlı Donanması’nın çürütülmesi,
Duyun-i umumiye ile Osmanlı’nın ekonomik olarak Batı’ya tam bağımlı hale gelmesi ve İslam ümmetinin dağılması Abdülhamit döneminde olmuştur.
Darwinist- maddeci ideolojiler Abdülhamit döneminde bütün Osmanlı coğrafyasına hakim olmuş, içki ve sigara kullanması yayılmış, fuhuş artmış, özetlemek gerekirse Osmanlı ve İslam toprakları maddi ve tinsel olarak çökmüştür. Öyle ki Abdülhamit döneminde bir oldukça Osmanlı eyaletinde yaşanmış olan ayaklanmanın temel gerekçesi, “Halifenin İslam’dan uzaklaşması ve Hilafet merkezi tarafınca Müslüman toplumların asimile edilmesi”dir.
Abdülhamit’in İzniyle Açılan Bomonti Birahanesi
Abdülhamit döneminde ilk birahane, İstanbul’da Bomonti Kardeşler tarafınca kuruldu. Selanik'te de Olimpos Bira ve Şampanya Fabrikası açıldı. Fabrikaların arz tezkiresine şu demek oluyor ki üretim iznine Abdülhamit kendi imzasıyla tasdiklama verdi. Bomonti birahanesinde yılda 7 milyon litre bira üretiliyordu. Zamanla üretim 10 milyon litreye kadar çıktı. Trakya ve Marmara Körfezi kıyılarından Eskişehir'e kadar uzanan bölgede halkın bira içebilmesi için “Bomonti Bira Bahçeleri” kuruldu.
Abdülhamit döneminde İstanbul ve etrafında bira tüketimi o aşama artmıştı ki Viyana’dan bile trenle taze bira getiriliyordu.
Abdülhamit döneminde içki üretimi devletin resmi çalışmalarından biri haline geldi
Abdülhamit içkinin vergi düzenlemesini de yaptı. ‘‘Müskirat Nizamnameleri” şu demek oluyor ki ‘‘İçki Yönetmelikleri” çıkarttı. 7 Nisan 1886 tarihindeki yönetmelikle içkiden alınacak vergiler tertipli bir şekle getiriliyor, 14 Temmuz 1890’da ise, ihraç edilecek şarapların kalitesi ve vergileri belirleniyordu.
‘‘Halife” unvanını da taşıyan İkinci Abdülhamit’in içki mevzusunda yönetmelikler yayınlaması Osmanlı’nın arasında bulunmuş olduğu durumun vahametini ve İngiliz derin devletinin baskısını görmek açısından dikkat çekicidir. Abdülhamit dönemine ilişkin Yıldız ve Dolmabahçe sarayının gider defterleri incelendiğinde, ruh ve gövde sağlığına son aşama zararı olan bulunmasına karşın saraya hangi cins şarapların, şampanya ve içkilerin girmiş olduğu rahatlıkla görülecektir. Nitekim Abdülhamit’in torunu da “Abdülhamit’in Rom sevdiğini ve içtiğini” şu şekildeki anlatmaktadır:
Türkiye’de ilk rakı fabrikası da Abdülhamit döneminde açıldı
Padişahın Başmabeyincisi (Bugünkü Özel Kalem müdürü) ve Maliye Bakanı Sarıcazade Ragıp Paşa’nın Çorlu’daki Umurca Çiftliği’nde Rakı Fabrikası kuruldu. Bu rakı halk içinde öylesine tutulmuştu ki, 1878’de devlet borçlarının ödenmesi için altı farklı verginin birleştirilmesinden oluştuğu için Rüsum-u Sitte (Altı Vergi) diye anılan verginin en mühim kalemini, bu rakıdan alınan vergi oluşturmuştu.
Abdülhamit döneminde başka rakı fabrikaları da açıldı. Örneğin Niğde’nin Fertek nahiyesinde Fertek Rakısı fertek rakısı şu anda yok üretilmeye başlandı. Boğaziçi, Ruh, Âlem, Deniz Kızı bu rakılar şu anda yok benzer biçimde rakılar birbirleriyle yarışır olmuşlardı. Saray görevlilerinin bile rakı ürettiği Abdülhamit döneminde, en oldukça tüketilen rakılarından bir öteki de Üzüm Kızı rakısıydı. Buna tanıtım resmi sebebiyle halk “Kızlı Rakı” derdi. İnsan sağlığına son aşama zararı olan olan, sosyal düzenin ve ahlakın bozulmasına sebep olan içkinin bu aşama yaygınlaşması Osmanlı’yı hızla çöküşe sürükledi.
Abdülhamit döneminde içki üretimi ve tüketimini yayınlayan grafikler
Sadece 1896 senesinde toplam şarap üretimi ortalama 86 milyon kilo
Rakı üretimi 14 milyon kilo
Brandi üretimi 32 milyon kilo
Bira üretimi 1 milyon kilo
Toplam içki üretimi 102 milyon kilodur
Abdülhamit Bergama’da Yunan rakısı uzo üretimi için de buyruk verdi
Avrupa bağlarında deformasyona uğramış başlayınca, başta Fransa olmak suretiyle Avrupa ülkeleri şarap gereksinimlerini Osmanlı’dan gidermişlerdir. Abdülhamit döneminde 1904’de, İmparatorluğun şarap ihracatı, tam 340 milyon litreye çıkmıştı. Dönemin Osmanlı gazetelerinde şarap ilanları dahi yayınlanıyordu.
1889’da İstanbul Erenköy’de 700 dönüm arazi üstüne üzüm bağı kurulup şarap üretimi başladı. Ege’deki Sultaniye üzümü bağı, Abdülhamit döneminde şaraplık üzüm yetiştirilen bağlardı ve buradan Avrupa’ya şarap satılırdı.
Çeşitli markaların konyak duyuru tabelaları İstanbul’un birçok yerine asıldı.
Abdülhamit döneminde Erdekli Kotroni Efendi’nin damıttığı Osmanlı konyakları ise Paris’te yarışmaya girmiş, madalyalar almıştı.
Abdülhamit döneminde içki üretimi ve tüketimi o aşama yaygınlaşmıştı ki, Ayşe Fahriye Hanım’ın ilk baskısı 1883’te meydana getirilen ve oldukça tutulan “Ev Kadını” isimli yiyecek kitabının 34. Bölümü evde rakı üretimini anlatmaktaydı. Hatta, Gazeteci Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu’na göre, “Abdülhamit periyodu, vatandaşlar için dev gibi bir meyhane” idi.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) İlahiyat Fakültesi Dekanlığı, ÇOMÜ TV ve Radyosu'nda konuk olduğu bir programdaki "1924'te Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak, ahır olarak kullanılan camiler var" diyen Yrd. Doç. Dr. Abdullah Akın'a bir tepki de Sözcü yazarı Soner Yalçın'dan geldi. Yalçın, "Cahiller, Cumhuriyet'i 'genelev açan rejim' olarak göstermek istiyor" diyerek, "Fuhuş ve zührevi hastalıklar Osmanlı'dan Cumhuriyet'e 'miras' kaldı. İlk yerleşik genelevler Osmanlı'da 1812 yılında II. Mahmut döneminde açıldı" ifadesini kullandı.
Yalçın'ın "Fuhuş mirası" başlığıyla (1 Mart 2018) yayımlanan yazısı şöyle:
İlahiyatçı Abdullah Akın diyor ki:
“1924 yılında Çanakkale ve Bursa'da genelev olarak kullanılan camiler vardı!”
Tarihe hayallerinin istediği oranında nitelik veriyor!
Üniversitelerde duygularıyla hareket eden böyle ne çok cahil var artık…
Oysa. Gerçekler bakın ne diyor:
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıktı. (Ki savaş Osmanlı için, Balkan Savaşı'yla 1912'de başladı. İzmir'e girilen 1922'de bitti. 10 yıl sürdü.)
Nüfus 20 milyondan 12 milyona düştü.
Savaşlar; ve acı sonuçları toplumsal travmalara yol açtı. İmparatorluk çökerken insanını da yıkıma uğrattı. Bir millet ruhen de ölüyordu.
Sorunlar çığ gibiydi. Örneğin, 1916-1922 yılları arasında intihar vakalarında büyük artış oldu!
Sağlıksız ortamlar sonucu çocuk ölümleri yüzde 90'a ulaştı. Yoksulluk nedeniyle kadınlar -suç olmasına rağmen- bebek düşürmeyi alışkanlık haline getirdi. Yaşam süreci 30 yaşa kadar indi…
Kumar o kadar yaygınlaştı ki, “milli afet” sayıldı. Uyuşturucu kullanımı arttı.
Ve geçim derdi fuhuşu patlattı! Yaşam mücadelesi veren kadınlar seks işçiliğine yöneldi. Mütareke döneminde İstanbul'da 5 bin hayat kadını sokaklardaydı.
Evet. Savaşın yıkımı toplumsal yapıyı alt üst etti. Ekonomik yetersizlik ahlak gibi geleneksel normları yıktı. Fuhuş, fakir Müslüman kadınlara da sirayet etti. Keza…
Frengi, bel soğukluğu hızla Anadolu'nun dört yanına yayıldı.
Fuhuş ve zührevi hastalıklar Osmanlı'dan Cumhuriyet'e “miras” kaldı!
Cahiller, Cumhuriyet'i “genelev açan rejim” olarak göstermek istiyor. Oysa…
İlk yerleşik genelevler Osmanlı'da 1812 yılında II. Mahmut döneminde açıldı.
Resmi ilk umumhaneler ise, 1884 yılında II. Abdülhamit'in izniyle (“kerhane yönetmeliğiyle”) Galata ve Pera'da açıldı. Arkası geldi; ardı ardına genelevler faaliyete başladı. Anadolu'ya yayıldı…
Evet, I. Dünya Savaşı yıkımı fuhuş ticaretini büyüttü. Seks geçim aracı, kadınlar “sermaye” oldu. Polis raporlarına göre, İstanbul'da -804'ü Müslüman- 3 bin 104 vesikalı ve binin üzerinde kaçak çalışan kadın vardı.
1915 yılında genelev sayısı 359'a ulaştı! Artık kadına “çalışma vesikası” verilmeye başlandı.
Meselenin bir diğer acı yanı şuydu; denetimsizlik hat safhadaydı. Zührevi hastalıklar çok arttı. Evet… Kurtuluş Savaşı tek cephede verilmedi…
Ankara Hükümeti, önce Anadolu ve sonra İstanbul'a hakim olmasıyla vahim bir soruna dönüşen fuhuşa karşı savaşa başladı.
Başta İstanbul olmak üzere ülkedeki genelev sayısını 110'a düşürdü. Gizli fuhuş odaklarıyla ciddi mücadeleye başlandı.
Sadece İstanbul Emraz-ı Zühreviyye Müdüriyeti'ne kayıtlı 513 hasta kadın vardı. Hemen tedavilerine başlandı.
Ama bu zorlu mücadele hiç kolay olmadı.
Şöyle…
Dinci mebuslar karşıydı
Ah bu kafalar!
TBMM'nin 30 Aralık 1920 tarihinde kısaca “frengi kanunu” adıyla bilinen yasa tasarısı çıkarmasına kimi milletvekilleri karşı çıktı. “Kadınların muayene edilmesi bölümü tamamen çıkarılsın” istediler; Müslüman kadına dokunmak günahtı! Fuhuş ve zührevi hastalıkların artması umurlarında bile değildi.Dr. Emin (Erkul) Bey kürsüde, “Köhnemiş beyinler istiyor diye, halkımızın ölmesine, bir insan olarak ve bir hekim olarak seyirci kalamam” deyince meclis karıştı. Milletvekilleri; Hoca Tevfik, Şeyh Şemseddin, Yozgatlı Hasan, Hoca Fehmi, Hacı Mustafa kürsüye yürüdü.
Yani… Yasalar bile güçlükle çıkarıldı. Fuhuşla mücadele hiç kolay olmadı.
“Cürm-i meşhudu”nda yakalanan kadınlar muayneye götürüldü. İşi bırakmaları için yardımlarda bulunuldu. Sonuçta…
1925 yılı itibarıyla hayat kadını sayısında azalmalar başladı. Örneğin… İstanbul'da fahişe sayısı 1926'da 869, 1927'de 793'e kadar düştü.
Ne yazık ki… Demokrat Parti iktidarı döneminde -gazino, pavyon gibi- eğlence sektörünün gelişmesiyle genelev ve hayat kadını sayısı arttı. 1960'lar sonunda Amerikan
askerleri için İstanbul genelevlerine beyaz badana yapıldı! Uzatmayayım…
İlk yıllarında Cumhuriyet'in fuhuşa karşı büyük mücadele vermesi bilinmesine rağmen bugün hâlâ utanmadan “camilerin genelev yapıldığı” yalanını söylüyorlar. Gözlerini kinbürümüş bunların.
Yüzleri varsa bugünü anlatsınlar!
Sosyal yara giderek büyüyor; ve hâlâ Atatürk ile uğraşıyorlar!
Bugün 80 yaşındaki H., -torunlarını okutabilmek için- 5 TL karşılığında İzmir'de çalışmaya devam ediyor.
Hadi tarihi çarpıtıyor… Keşke birazcık utanmayı bilse bu cahil ilahiyatçı!
"Memlekete yabancı nüfuz ve hakimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah 2. Abdülhamid zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir.
Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir."
Mustafa Kemal Atatürk - 1906