ATATÜRK VE ALİ İHSAN PAŞA HAKKINDA

ALİ İHSAN PAŞA HAKKINDA

Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı Devleti’nin elini kolunu bağladı ve memleketin dört bir taraftan kuşatılmasına zemin hazırladı. Özellikle ordunun terhis edilmesi ve mühim kumandanların sürgüne gönderilip hapis edilmesi gerek son nefesini vermek suretiyle olan Osmanlı’yı gerekse de yeni bir diriliş mücadelesi verme planları meydana getiren Mustafa Kemal Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki idareyi negatif etkiledi. Çünkü yeni girişilen hareketi değişik cephelerde komuta edecek deneyimli Osmanlı paşalarına gereksinim vardı. Bu süreçte İngilizler tarafınca tutuklanarak Malta’ya gönderilip hapis tutulan Ali İhsan Sabis Paşa’nın bir yolunu bulup firar ederek Malta’dan kaçması başta Erkân-ı Harbiye Mektebi’nden arkadaşı olan Mustafa Kemal’i fazlaca sevindirdi. Çünkü böylesi deneyimli bir kumandanın Milli Mücadele’ye dahil olması şüphesiz ki orduya güç katacaktı. Ancak Ali Sabis Paşa’nın Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa’nın altı olarak görevlendirilmesi oluşan tüm müspet kanaati bilakis çevirdi. Bu vaziyet ciddi bir komuta krizine yol açtı.

Birinci Dünya Savaşı’na İttifak Devletleri safında giren Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondoros Ateşkes Antlaşması ile yenilgiyi resmen kabul ettti. 25 maddeden oluşan antlaşmanın alakalı hükümleri uyarınca, içte asayiş ile hudut güvenliğini sağlamakla sorumlu bir miktar asker dışında ordu terhis ediliyor ve orduya ilişkin tüm araç-gereç, tabanca ve mühimmata İtilaf Devletleri tarafınca el konuyordu.


Öte taraftan, Şubat 1919’a gelindiğinde, Osmanlı Genelkurmayı ordu komutanlıklarını birer birer lağvetmişti. Diğer yandan Mütareke döneminde iyi mi bir ordu yapılanması içerisine girileceği mevzusu askıda bırakıldı. İngilizlere gönderilen bir makale ile ordunun konuş, müessese ve ekibi hakkında Osmanlı tasarrufu açıklandı. Buna gore, Osmanlılar ordularını 9 kolordu ve 20 tümen halinde yapılandıracaklardı. Osmanlı Genelkurmayı kolordu ve tümen sayısını olabildiğince fazla tutarak bu sayede gelecekte mevcutları arttırma hakkını saklı tutmaya çalışıyordu. Böylece atıl durumda kalan kıymetli subayların istihdamı da mühim seviyede sağlanabilecekti. Ayrıca lağvedilen orduların müessese ve kadrolarının tekrar düzenlenmesi ihtiyacından ötürü ordu müfettişliği yapılanmasına geçilmesi müsait görüldü. 30 Nisan 1919’da Harbiye Nezareti’nin onayından geçen bu tatbik ile İstanbul merkezli 1. Ordu Müfettişliği’nin başına Fevzi Paşa (Çakmak), Konya merkezli 2. Ordu Müfettişliği’nin başına Mersinli Cemal Paşa ve Erzurum merkezli 9. Ordu Müfettişliği’nin başına da Mustafa Kemal Paşa atandı. Diyarbakır, Urfa ve Mardin civarları ise direkt Harbiye Nazareti’ne bağlı bulunan 13. Kolordu’nun sorumluluğuna verildi. Bu yolla bir yandan ülke içinde rahatlık ve asayişin teminine uğraşılırken, öteki yandan da ilerideki günlerde başlatılabilecek bir istiklal mücadelesinin altyapısı hazırlanıyordu. Zira Harbiye Nezareti, mütareke döneminde bulunulmasına karşın, ordu müfettişliklerine gönderdiği “gizli saklı” emirlerde faaliyetlerin aynen seferberlik dönemindeki şeklinde aksatılmadan devam ettirilmesini istemişti.1

Ne var ki, kısa vakit içinde işgaller de başladı. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan orduları yurdun çeşitli bölgelerine, asker çıkararak yerleştiler. 15 Mayıs 1919’da Yunanların İzmir’i işgali o döneme değin görülmemiş bir infiali bununla beraber getirdi. Mütareke şartlarına aykırı olan bu hareket sebebiyle öncelikle Ödemiş’te Jandarma Komutanı Yüzbaşı Tahir Fethi Bey’in başlangıcında bulunmuş olduğu ve “Kuva-yı Milliye” adıyla anılan gönüllü halk kuvvetleri Yunanlara direnme gösterdiler. Bunu Ayvalık’ta Yarbay Ali Bey’in (Çetinkaya) komutasındaki 172. Alay’ın direnişi izleyecekt.2 Daha ilkin Hatay Dörtyol’da da Fransız ve Ermenilerin işgal hareketine karşı mahalli halk tarafınca meydana gelen bir direnme görülmüştü sadece düşmana karşı cephe tutularak savaşılan ilk yer Batı Ege oldu.

İzmir’in Yunanlar tarafınca işgali milli ölçekli bir istiklal mücadelesi başlatmayı kafasına koymuş olan Mustafa Kemal Paşa için dayanak haline geldi. Tasavvur etmiş olduğu hareket tarzında öncelikle halk içinde silahlı müfrezeler kurulması ve onların çabalarıyla işgalin yayılmasının önüne geçmek öncelikli ilkelerdi. Böylece kazanılacak vakit yardımıyla tertipli bir ordunun teşkili olası olacaktı. Bu hareket seçimi 15 Mayıs 1919’dan Kasım 1920’ye kadar geçen ortalama 18 aylık süreçte Türk Kurtuluş Savaşı’nın gayrinizami savaş teknikleri ile yönetim edilmesini bununla beraber getirecekti.


Gayrinizami savaş teknikleri kullanılarak özellikle cenup bölgelerde başarı sağlandı. Doğu Cephesi’nde ise 15’inci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa komutasındaki birlikler Ermenilere karşı üstünlük kurdu ve Ermenilerin talebi üstüne 3 Aralık 1920 tarihinde imzalanan Gümrü Antlaşması ile Doğu sınırları garanti dibine alındı. Böylelikle aslolan sonucun alınacağı Batı Cephesi’ne qüç ve tabanca kaydırılması olası hale geldi.

Bununla birlikte, Ekim 1920’deki Gediz taarruzu Millî Mücadele’de başarı sağlamanın yolunun tertipli bir ordunun kurulmasından geçtiğini bir kere daha ortaya çıkarınca, Büyük Millet Meclisi sonucu ile ülke genelindeki kuvvetlerin ordu teşkilatlanması içine katılımı kararlaştırıldı. Çerkez Ethem ve Demirci Efe şeklinde çete liderleri karara karşı çıkıp ayaklansalar da, bastırılarak tertipli ordu teşkilatlanmasının önündeki engeller kaldırıldı. Bu yolla Millî Mücadele’ye katılan kuvvetler içindeki disiplinsizlik ve firar olaylarının da önüne geçilmesi düşünüldü. Keza tertipli ordunun kurulması ile Millî Mücadele’ye katılma hususunda halen kararsızlık gösteren, gayrinizami kuvvetlerle başarıya ulaşılamayacağını düşünen pek fazlaca subayın da alınması kolaylaşacaktı.


I. İnönü Muharebesi ile süregelen süreçte (Ocak 1921) tertipli ordu birliklerinin olumlu işler yapması Millî Mücadele’nin başarı sağlayacağına dair inancı da pekiştirdi. Dolayısıyla gün be gün pek fazlaca yeni subay Millî Mücadele’ye katılma arzusunu gösteriyor ve bu kişiler münhal kadrolara yerleştiriliyordu. Ancak kalifiye insan ve araç-gereç ihtiyacı halen karşılanabilmiş değildi. Eskişehir-Kütahya Muharebeleri sırasında ordu büyük darbe yemiş, peşinden Sakarya Meydan Muharebesi’nde kazanılan başarıya karşın kaynaklar büyük seviyede tüketilmişti. Bu şartlar altında ordunun daha çok müdafaa savaşı yapma lüksü kalmadığı düşünülerek, iyi bir toparlanma döneminin peşinden düşmana karşı kati sonuç alınabilecek bir muharebenin hazırlıkları başlatıldı.3

Aynı günlerde bir süredir Malta’da sürgün yaşamı yaşayan Ali İhsan Paşa’nın [Sabis] Malta’dan kaçtığı ve İtalya gittiği haberi başta Mustafa Kemal Paşa olmak suretiyle, askerî ve mülki erkân üstünde sevindirici bir tesir yaptı. Bilhassa Mustafa Kemal Paşa, Erkân-ı Harbiye Mektebi’nden devre arkadaşı olan Ali İhsan Paşa’nın Millî Mücadele’ye büyük katkıları olabileceğine inanıyordu. Bundan dolayı, kısa sürede yurda döneceği öğrenilen Ali İhsan Paşa’nın Ankara’ya vardığında ordu kumandanlarına mahsus bir karşılama töreni ile karşılanmasını istedi.4


Ali İhsan Sabis 1902’de Topçu Harbiyesi’ni, 1905’te ise Erkân-ı Harbiye Mektebi’ni birincilikle bitiren, askerî bilgisi üst düzeyde olan, elit bir subaydı. Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’na katılmış, Irak Cephesi’nde ve İran içlerinde meydana getirilen muharebelerde kazanılmış olduğu başarılar ordu içindeki ününü arttırmıştı. 1917’de generalliğe yükselen Sabis, Birinci Dünya Savaşı sonlarında Irak’taki 6. Ordu’nun başlangıcında bulunuyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasının peşinden Osmanlı ordularının terhis edilmesi nedeniyle 1919 yılı Mart ayı başlarında İstanbul’a çağrıldı, Haydarpaşa Tren İstasyonu’nda İngilizler tarafınca tutuklanarak 29 Mart 1919 günü Malta’ya sürgün edildi. Yaklaşık 30 ay sürgün yaşamı yaşadıktan sonrasında Malta’dan kaçan Sabis, 25 Eylül 1921 zamanı itibarıyla Kuşadası’nda vatan topraklarına ayak bastı.5

5 Ekim 1921 günü Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’nın da dâhil olduğu kalabalık bir hazirun tarafınca karşılanan Ali İhsan Paşa kendisine yayınlanan samimi alaka karşısında fazlaca duygulandı. O geceyi Genelkurmay Başkanlığı binasında kendisine tahsis edilmiş odada geçirdi, ertesi sabah ise Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, Özel Kalem Müdürü Miralay [Ayıcı] Arif Bey (ki Mustafa Kemal ve Ali İhsan Sabis’in Erkân-ı Harbiye Mektebi’nden ortak arkadaşları idi) ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın bulunmuş olduğu bir ortamda bir müzakere yapıldı. Bu toplantıda Ali İhsan Paşa kendisine iyi mi bir vazife verilmek istendiğini sorması üstüne Fevzi Paşa güneydeki El-Cezire Cephesi ile Merkez Ordusu Kumandanlığı’na verilebileceğine belirtse de, Mustafa Kemal Paşa Ali İhsan Paşa’ya kati sonucun alınacağı Batı Cephesi’nde vazife verilmesini önerdi. Zira o günlerde orduda yeni bir yapılanmaya gidilerek öbek teşkilatının kolordu teşkilatına çevrilmesi ve bu kolorduların da kurulacak iki yeni ordu teşkilatı içine katılımı düşünülüyordu. Dolayısıyla Ali İhsan Paşa bu ordulardan birinin başına geçirilebilirdi. Bununla birlikte aynı konuşmada Ali İhsan Paşa, Başkumandanlığın her iki orduya da direkt komuta etmesinin yerinde olacağını belirtmişti.6


Hiç şüphesiz ki Ali İhsan Paşa’nın bu önerisi sebepsiz değildi. Zira Ali İhsan Paşa Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’nın emri dibine girmek istemiyordu. Daha kıdemli olması (Topçu Harbiyesi’nden iki sene önceden mezun olmuştu), İsmet Paşa’dan ilkin -hemen hemen Birinci Dünya Savaşı sırasında- generalliğe terfi etmesi7 onu bu düşünceye sevk etti. Bu harpte İsmet Paşa daha ziyade karargâh görevleri ile meşgul olur ve kolordu çapındaki bir birliğe komuta ederken kendisinin ordu komutanlığı yapması Sabis’in bu şekilde düşünmesindeki en temel etkenlerdi.8 Keza Kuşadası’ndan Ankara’ya geldiği süreç içinde pek fazlaca asker ve sivil ile temasta bulunması da Ali İhsan Paşa’da İsmet Paşa’ya karşı menfi bir kanaatin oluşmasına etki etmişti. Çünkü bu temasları sırasında İsmet Paşa’nın Kütahya-Eskişehir Muharebeleri ve Sakarya Meydan Muharebesi’nde de iyi bir komutanlık sergileyemediğini söyleyenler vardı.9 Bahsi geçen hususlardan dolayı Ali İhsan Paşa kesin surette İsmet Paşa’nın emrine girmek istemiyordu. Kararını Mustafa Kemal Paşa’nın Özel Kalem Müdürü ve ortak arkadaşları Miralay Arif Bey’e söylemiş ve bu şekilde bir duruma mani olmasını istemişti.

Ancak 7 Ekim 1921 günü Başkumandan Mustafa Kemal Paşa imzasıyla piyasaya çıkan emirde Ali İhsan Paşa’nın Batı Cephesi Kumandanlığının emrinde, “Ordu Kumandanı” yetkisiyle Afyonkarahisar bölgesindeki birliklerin başına geçirildiği belirtilince, Ali İhsan Paşa büyük bir şaşkınlığa uğradı ve Miralay Arif Bey’i aradı. Miralay Arif Bey ise verdiği cevapta cephede harekât donanması sağlanabilmesi açısından vaziyetin bu şekilde müsait görüldüğünü ve “Anadolu’da kıdemin Anadolu’ya gelinen gün itibarıyla başladığını” anlatım etti.10


Ali İhsan Sabis hatıratında izzet-i nefsini bir kenara bırakarak vatana hizmet edebilmek gayesiyle rolü kabul ettiğini, bunda Fevzi Paşa’nın 15 güne kadar Yunanlar üstüne saldırı edileceğini söylemesinin de etken bulunduğunu yazmaktadır.11 Keza Millî Mücadele başarı ile sonuçlandığı takdirde kıdem haklarının da saklı tutulacağına dair Fevzi Paşa’dan garanti aldığını da ekleyen Sabis, Millî Mücadele hemen sonra İsmet Paşa’dan daha kıdemli bir kumandan olarak göreve devam edeceğini düşünüyordu. Bu şartlar altında, 9 Ekim 1921 zamanı itibarıyla “1. Ordu Kumandanı” sıfatıyla görevine başladı. Batı Cephesi’nde yeni teşkil edilen 2. Ordu’nun başına ise yeniden Malta’daki sürgün hayatından yurda dönen bir başka general olan Yakup Şevki Paşa [Sübaşı] atandı.12

Ancak Yunanlara karşı yapılacak taarruzun hazırlıkları uzadıkça Ali İhsan Paşa huzursuzlanıyor, İsmet Paşa’dan buyruk almak onu daha da rahatsız ediyordu. Bu vaziyet zaman içinde Batı Cephesi Kumandanlığı ile yersizce sürtüşmesine, gerilmiş bir üslubu benimsemesine ve kolay meseleleri büyütmesine yol açtı. Ordunun her türlü imkânsızlıklara karşın yaptığı hazırlık ve manevralarla savaş yeteneğini arttırmaya çalmış olduğu, muvaffakıyet için eğitim-disiplin ve maneviyatın fazlaca kuvvetli olması gerektiği bir ortamda Sabis’in tavırları yadırganır hale geldi.


Günler geçtikçe Ali İhsan Paşa’nın hayli başına emir davranılmış olduğu ve İsmet Paşa’ya olan hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirmeye başladığı görülüyordu. Örneğin, Süvari Kolordusu (5. Kolordu) Kumandanı Fahrettin Paşa’yı [Altay] ziyaret etmiş olduğu bigün kendisine eksiklerini sormuş ve rapor halinde göndermesini istemişti. Teşkilat ve teçhizat açısından yaşanmış olan birtakım sıkıntıların vurgulandığı genel kalifiye bu tutanağı öteki subayların önünde sanki gizli saklı bir şikâyet mektubuymuş şeklinde, üstelik askerlik adabına yakışmayacak halde İsmet Paşa’nın yüzüne vurması orada bulunanlarca hoş karşılanmamış ve Fahrettin Paşa’yı oldukca zor durumda bırakmıştı.13 Yine, esasen kadro sıkıntısı yaşayan birliklerden Cephe Kumandanlığı emri hilafına subay çekip karargâhlarda çalıştırması ve hatta Cephe Karargâhına haber vermeksizin hasım güçleriyle i·lişki kurması Ali İhsan Paşa’nın üzeri konumundaki İsmet Paşa’yı ne seviyede dikkate aldığının bir göstergesiydi.14


Ali İhsan Paşa gün geçtikçe keyfî halde hareket etmeye devam ediyordu. Batı Cephesi Kumandanlığının düşündüğü faaliyetlerden birinde 1. Ordu emrindeki 4. Kolordu’ya manevra yaptırılması düşünülmüştü. Manevraya Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ve 2. Ordu Kumandanı Yakup Şevki Paşa’nın da yer alacağı üst seviye bir katılım olacaktı. Fakat manevra günü Ali İhsan Paşa’nın ortalıkta görünmemesi üstüne kendisinden programa iştiraki istense de, Ali İhsan Paşa Batı Cephesi Kumandanlığı Karargâhının makam arabasına benzin göndermediğini bahane ederek manevra alanına gelemeyeceğini belirtmişti.15


Aynı günlerde Ali İhsan Paşa’nın cephedeki askerleri Batı Cephesi Kumanda Heyeti’ne karşı yanına çekmeye çalmış olduğu ve hatta Yunanlara karşı halen kati sonuçlu bir taarruzun başlatılamamasını eleştiren birtakım mebuslarla haberleştiğine dair iddialar da ortaya çıkmıştı. Bu iddialara gore, Ali İhsan Paşa er kılığına giren birtakım subaylar aracılığıyla ordu genelinde kendi lehine propaganda yaptırıyor, ordunun iaşe ödeneğini subaylara maaş olarak dağıtıyor ve bunu yaparken Batı Cephesi Kumandanlığı’nın kendilerine para göndermediğini söylüyordu.16 Öte taraftan, astları içinde kendisine yakın gözüken subayları tuttuğu, hâl ve hareketleri hoşuna gitmeyen subaylara karşı ise tehditkâr ve tahkir edici bir tavrı benimsediği de görülmekteydi. Bu bağlamda Miralay İzzettin Bey [Çalışlar] ile yaşamış olduğu sıkıntı Mustafa Kemal ve İsmet Paşa için bardağı taşıran son damla olacaktı.

Büyük Taarruz öncesinde 1. Ordu emrindeki 1. Kolordu’ya komuta eden Miralay İzzettin Bey İsmet Paşa’nın Topçu Harbiyesi ve Erkân-ı Harbiye Mektebi’nden yakın bir arkadaşıydı. Bu yakınlıkları herkesçe bilinmekle birlikte, Ali İhsan Paşa’nın bulmuş olduğu her fırsatta İzzettin Bey’e aleni ve kapalı olarak sert eleştirilerde bulunmuş olduğu görülmekteydi. 1922 yılı Haziran ayı başlangıcında bu gerginlik had safhaya ulaşmıştı. İzzettin Çalışlar’ın o dönemde değindiği günlük bu gerginliği en aleni halde yansıtmaktadır. İzzettin Bey 6 Haziran 1922 tarihinde günlüğüne Ali İhsan Paşa ile gerginliklerinin devam ettiğini17 7 Haziran’da ise Ali İhsan Paşa ile olan gerginlikten ötürü kolordu kumandanlığından affını istediğini yazmıştır.18 İzzettin Bey’in bu talebi o günlerde kabul görmedi. Fakat maaşların dağıtım seçimi hakkındaki Ali İhsan Paşa ile düşülen bir itilaf cevabında Ali İhsan Paşa İzzettin Bey’i şiddetli halde uyararak kendi istediği halde hareket etmesini istek edince İzzettin Bey bunu kabul etmedi ve 18 Haziran günü istifasını verdi.19


Ali İhsan Sabis hatıratında İzzettin Çalışlar’ın bu şekilde hareket etmesinde İsmet Paşa’nın tahrik ve teşviklerinin etken bulunduğunu yazarken,20 İsmet İnönü de o dönemde değindiği günlüğüne 17 Haziran 1922 günü düşmüş olduğu bir notta Ali İhsan Paşa’yı kendilerini müşkül düşürmek maksadıyla entrika yapmakla suçlamaktadır.21 Bununla birlikte, İzzettin Bey’in istifasını vermesinden bigün sonrasında Başkumandan Mustafa Kemal Paşa imzasıyla piyasaya çıkan emirde Ali İhsan Paşa’nın “dürüst bir hatt-ı hareket takip etmemesi” sebebiyle kumandanlığına son verildiği ve Millî Müdafaa Vekâleti emrine alındığı belirtiliyordu. Yerine Süvari Kolordusu (5. Kolordu) Komutanı Fahrettin Paşa vekâlet edecekti. Ali İhsan Paşa’nın 1. Ordu Kumandanlığı’ndan azil emrini veren Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta bu vakaya yer vermiş ve Ali İhsan Paşa’nın “ordunun disiplinini ve genel yönetimini çıkmaza sokacak halde hareket etmiş olduğu için” görevden alındığını vurgulamıştır.22


Bu noktada dikkat cazibeli bir noktaya da göstermek gerekir: Ali İhsan Paşa hatıratında her ne kadar icraatlarını tafsilatlı bir halde savunsa da, en yakınındaki insanoğlu dahi bu mevzuda kendisini ve kişiliğini eleştirmekten geri durmamıştır. Bunlar içinde Irak’ta buyruk subaylığını yapmış Kurmay Binbaşı Kurtcebe Bey [Noyan]23 ve yeniden Irak’ta 6’ncı Ordu Kumandanı olduğu esnada kurmay başkanlığını üstüne alan Kaymakam (Yarbay) Dadaylı Halit Bey [Akmansü]24 bu hususta misal olarak gösterilebilir. Bilhassa Halit Bey’in konumu büyük ehemmiyet arz etmektedir. Zira Ali İhsan Paşa 1. Ordu Kumandanı olduğu şeklinde kurmay başkanı olarak Dadaylı Halit Bey ile emek vermeyi istek etmiş ve Mustafa Kemal Paşa’ya hassaten ricada bulunarak o devre tümen komutanlığı meydana getiren Halit Bey’i 1. Ordu Kurmay Başkanlığına belirleme ettirmiştir. Buna mukabil, Ali İhsan Paşa’nın hal ve hareketlerini hatalı bulan ve buna alet olmak istemediğini belirten Dadaylı Halit Bey 3 Ocak 1922 tarihinde 1. Ordu Kurmay Başkanlığı görevinden çekilme etmiştir. Kendisine istifasının sebepleri sorulduğunda ise 19 Ocak 1922 günü Batı Cephesi Komutanlığına gönderildiği bir mektupla bu durumun sebeplerini anlatmıştır. Mektubunda Ali İhsan Paşa’nın dürüst olarak hareket etmediğine vurgu meydana getiren Halit Bey, Büyük Millet Meclisi’ndeki muhalif grubun bazı vaatlerle Ali İhsan Paşa’yı ayarttıklarını ve önündeki engelleri kaldırmakta başarıya ulaşmış olduğu takdirde Başkumandanlığa getireceklerine dair garanti verdiklerini belirtmiştir.

Netice itibarıyla Ali İhsan Paşa ilk önce İstiklal Mahkemesi tarafınca yargılanması müsait görüldü sadece 1 Numaralı Ankara İstiklal Mahkemesi yapmış olduğu tahkikatta Ali İhsan Paşa’nın İstiklal Mahkemesi’nde yargılanabilecek bir kabahat işlemediğine karar verdi.25 Akabinde dosya İzmir’de bulunan Galip Paşa Divan-ı Harbi’ne gitti ve 13 Mayıs 1923 günü Ali İhsan Paşa’nın emekliliğe sevk edilmesine hükmedildi. Ali İhsan Paşa 28 Haziran 1923 zamanı itibarıyla emekliye ayrılmıştır.26


Ali İhsan Paşa’nın emekliliği hemen sonra 1. Ordu Komutanlığı için öncelikle Ali Fuat Paşa’ya [Cebesoy], peşinden da Refet Paşa’ya [Bele] öneri götürüldü sadece her iki isim de Ali İhsan Paşa’nın öne sürdüğü çekincelere benzer sebeplerle bu teklifi kabul etmediler. Teklif götürülen üçüncü isim Sakallı Nurettin Paşa [Konyar] idi ve Nurettin Paşa daha kıdemli bulunmasına karşın İsmet Paşa’nın emrine kayıtsız-şartsız girmeyi kabul ederek 1. Ordu Komutanlığına getirilecekti. 30 Haziran 1922 zamanı itibarıyla Nurettin Paşa’nın 1. Ordu Komutanı olarak göreve getirilmesinden ortalama iki ay kadar sonrasında (26-30 Ağustos 1922) Büyük Taarruz başlatıldı ve Yunan ordusu denize döküldü.

(Erhan Çifci'den bir bölümü alıntıdır)

(AYRIYETTEN BU MESELENİN ASIL OLAYI İNÖNÜ İLE ALAKALI BAZILARI İNÖNÜDE SUÇ VAR ALİ İHSAN SUÇSUZ DİYOR İLBER ORTAYLI  DA ALİ İHSAN SUÇSUZ DİYENLERDEN YANİ KARIŞIK BİR KONU)

Kendisi cenk kazanılamaz diyerek mehmetçiği bir kenara atmıştır birtakım iddialara gore ayrıyetten batı cephesinde komutanlar içinde güç mücadelesi ve hizip doğurduğu için görevden alınmıştır İsmet İnönü'nün hizmetine girmemiştir ayrıca bu adamı atayan esasen Gazi Mustafa Kemal ve ali kayra her şeyi baştan aşağı eleştiriyor propaganda yapıyor ordudeyken atatürk ve inönü aleyhine ve şeriat getirme amaçlı siyasal propaganda yapması olayıda bulunuyor Nazi Almanyası tarafınca desteklenen bir yer var ve bu Ali İhsan paşa da orada cumhurbaşkanı aleyhine nazi propagandası yapıyordu hakkındaki fazlaca yansız malumat olmadığı için yeniden de fazlaca bir şey demiyorum

Bir kaç ayrıntılı bilgiye şuradan ulaşabilirsiniz

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1725253

KILIÇ ALİ'NİN YORUMU

Millî Mücadele yıllarında İstiklâl Mahkemesi huzuruna kadar götürülen Ali İhsan (Sabis) Paşa olayını, bugün, Paşa nın ölüm yıldönümü dolayısıyla sütunumuzun müsadesi nisbetinde izaha çalışacağız.Millî Mücadele yıllarında İstiklâl Mahkemesi huzuruna kadar götürülen Ali İhsan (Sabis) Paşa olayını, bugün, Paşa nın ölüm yıldönümü dolayısıyla sütunumuzun müsadesi nisbetinde izaha çalışacağız.Ali İhsan Sabis Paşa, Osmanlı tarihinin en feci antlaşmalarından biri olan Mondros Mütarekenâmesi nin imzalandığı günlerde (30 Ekim 1918) Musul un kaybı üzerine karargâgını Nusaybin e çeken Altıncı Ordu başındadır. Bu havalide İngilizleri bir hayli uğraştıran ve mütâreke (ateşkes) hükümlerine rağmen olayların inkişafını bekleyerek emrindeki askeri terhis etmeyen Altıncı ordu kumandanı Ali İhsan Paşa, o acı günlerde şımarık İngiliz Generali Allenby nin arzusu üzerine türlü oyunla İstanbul a çağrılmış ve Haydarpaşa ya ayak bastığı an İngilizlerce tevkif edilerek Malta Adası na sürülmüştür!.İki buçuk yıl Malta da esir kalan Ali İhsan Paşa, bilâhare bâzı arkadaşlarıyla Ada dan kaçarak İtalya ya geçmeye muvaffak olmuş, fakat İtalya da fazla kalmayıp hemen yurda dönerek Ankara ya gitmiştir. Aşağıda bir görgü şahidinin açık şehadetinden de anlaşılacağı gibi, Ali İhsan Paşa Ankara da Ordu Kumandanlarına mahsus merasimle karşılanmış ve kısa bir zaman sonra da, Birinci Ordu Kumandanlığına tayin edilerek Garb/Batı cephesi ne gönderilmiştir.Bilindiği gibi o günlerde Garb Cephesi kumandanı İsmen (İnönü) Paşa dır. Ve İsmet Paşa nın Gabr Cephesi kumandanlığındaki icraatı ma lûmdur!. İsmet Paşa dan daha kıdemli olan, buna rağmen onun kumandası altına girip Birinci Ordu Kumandanlığıyla cepheye koşan Ali İhsan Paşa ile İsmet Paşa arasında bu devrede bâzı anlaşmazlıklar görülmüş ve bu anlaşmazlıklar sonunda İsmet Paşa, Ali İhsan Paşa yı "İstiklâl Mahkemesi" huzuruna çıkarmıştır!. Bir iddiaya göre: "Tarihimiz, emri altındaki Ordu Kumandanını, sivil vasıflı bir ihtilâl mahkemesine veren ve onun cezalandırılmasını isteyen tek Cephe Kumandanı olarak İsmet Paşa yı göstermektedir."Olay İstiklâl Mahkemesi nde İsmet (İnönü) Paşa nın arzusuyla "İstiklâl Mahkemesi"ne verilen Ali İhsan (Sabis) Paşa nın dâvâsına, Topçu İhsan (Eryavuz) başkanlığındaki heyet bakmış ve bu heyette meşhur Kılıç Ali de üye olarak bulunmuştur. İstiklâl Mahkemeleriyle alâlaklı bâzı meseleleri küçük bir kitapta toplayıp 1955 yılında yayınlayan Kılıç Ali Bey e göre bakınız bu dâvâ nasıl bir seyir takip etmiştir. Diyor ki, Kılıç Ali Bey:" - Sakarya zaferinden sonra ordu Eskişehir-Afyon hattında iken, bir de Ali İhsan Paşa meselesi patlak vermiş ve bu mesele Meclis koridorlarında hayli dedikoduya ve bir takım tefsirlere sebep olmuştu.Ali İhsan Paşa ma lûm olduğu üzere, ordumuzun değerli kumandanlarından biri idi. Mütârekeden sonra İngilizler tarafından Malta ya sürülmüştü. Paşa bilâhare Malta dan kaçarak 5 Teşrinievvel/Ekim 1921 Çarşamba günü akşamı saat yedi otuzda Ankara ya gelmişti. Kendisini karşılayanlar arasında ben de vardım. Ve Ali İhsan Paşa yı ilk defa orada görüyordum. Belli idi ki, esâret hayatı onu üzmüş, saçlarını beyazlatmıştı. Buna rağmen dimdik, halinde canlılık vardı. Başkumandan Gazi Paşa da, kendisini karışalamak üzere istasyonda bulunuyordu. Ali İhsan Paşa trenden iner inmez, Gazi onu gayet samimî surette kucakladı. Gazi Paşa, ciddî ve iyi bir kumandan bildiği bir arkadaşının kendisine katılmış olmasından çok memnundu. Esasen Ali İhsan Paşa nın Malta dan kaçtığını ve İtalya topraklarına ayak bastığını duyunca, memnuniyetlerini bildirerek kendisi yurda döndüğü zaman Ordu Kumandanlarına mahsus merasim yapılması için ilgililere emir vermişti. Ali İhsan Paşa geldikten kısa bir zaman sonra Garb/Batı cephesinde Birinci Ordu Kumandanlığına tayin edildi.O zaman selâhiyetli kumandanlardan işittiğimize göre, Ali İhsan Paşa, İsmet Paşa dan iki sınıf evvel olduğundan emir ve kumandasına girmeyi kendisi için küçük görmüş, fakat bir asker itaatiyle vazifeyi kabule mecbur olmuş. Bununla beraber kumandayı deruhte ettikten sonra İsmet Paşa yı her vesileyle tenkide başlamış. Fakat bu tenkitlerini, mütalâa ve itirazlarını, aldığı emirleri bir kumandan sıfatıyla yerine getirdikten sonra yaparmış. Tabiî bu arada İsmet Paşa yı bir takım zorluklara uğratmış. Bu sebeple Cephe Kumandanı ile aralarında oldukça açıklık peyda olmuş. Nihayet İsmet Paşa bu harekete tahammül edememiş ve kendisinden şikâyetle İstiklâl Mahkemesi ne tevdi edilerek muhakeme ve tecziyesini istemişti".Tahkikat, Ali İhsan Paşa LehindeBu durumda Ali İhsan Paşa nın Birinci Ordu Kumandalığından alınarak o makama Nuredin Paşa nın getirildiğini ve Ali İhsan Paşa nın da "1 numaralı Ankara İstiklâl Mahkemesi"ne tevdi edildiğini, Mahkeme heyetinin Nureddin Paşa ile birlikte Ankara dan hareket edip Sivrihisar ve Aziziye ye gittiğini kaydeden Kılıç Ali Bey devamla diyor ki:" - Burada Ali Hikmet Paşa nın karargâhında bir iki gün kalarak İsmet Paşa-Ali İhsan Paşa vaziyetinin iç yüzünü tetkik etmeyi ve bâzı malûmat toplamayı faydalı gördük. Bütün söylentiler ve yaptığımız tahkikat itiraf etmeliyim ki, Ali İhsan Paşa nın lehinde çıkıyordu. Hattâ birkaç günün bir gecesinde Ali Hikmet Paşa karargâhında mahkeme heyeti şerefine bir dâvet yapılmıştı.Yemekten kalktıktan sonra çok sevdiğim Kolordu Kumandanı merhum Kemaleddin Sami Paşa beni yemek çadırından aldı. Koluma girdi, çadırın arkasındaki düzlükte hayli gezinti yaptık. Bana İsmet Paşa ile Ali İhsan Paşa arasındaki gerginliğin sebeplerini ve içyüzünü uzun uzadıya izah etti, buna rağmen Ali İhsan Paşa cezalandırılacak olursa, kararın hiçbir zaman adilâne telâkki edilemeyeceğini anlattı.Akşehir e geldiğimiz zaman, cephe kumandanı İsmet Paşa bizi gayet samimî bir şekilde karşıladı. Karargâhına gittik. Orada görüştük. Sonra da bize tahsis edilen eve geldi. Orada da başkaca Ali İhsan Paşa hakkındaki nokta-i nazarını uzun uzun izah ettikten sonra bize oldukça kalın bir de dosya tevdi etti ve sözlerine şunları ilâve etti:" - Didine didine mükemmel bir ordu yaptık. Neden sonra dâvâya katılan Paşa hazretlerine buyurunuz, başına geçiniz dedik. Teslim ettik. Şimdi o bizi yere vurmak istiyor. Buna müsaade edemeyiz. Bilhassa etmemelisiniz. Ordunun emir ve inzibati tehlikededir. Bu nokta-i nazardan işe ehemmiyet vermenizi rica ediyor ve kendisinin cezalandırılmasını talep ediyorum".Mahkeme heyeti Cephe Kumandanı İsmet Paşa nın iddiasını dinledi. Tevdi ettiği dosyayı baştan aşağı kılı kırk yararcasına tetkik etti. Bu zengin dosya içerisinde Ordu Kumandanı Ali İhsan Paşa yı itham edecek hiçbir noktaya tesadüf etmedik. Ve derhal dâvânın mahkememize aidiyeti olamayacağını beyan ile dosyanın iadesine karar verdik ve ertesi günü de Ankara ya döndük.Lâfa BakınGarb/Batı Cephesi Kumandanı İsmet (İnönü) Paşa nın İstiklâl Mahkemesi heyetine söylediği yukarıdaki sözlere dikkat etmek gerek!. Ali İhsan Paşa nın Millî Mücadeleye geç katıldığından "Neden sonra dâvâya katılmış olan" diye şikâyet eden İsmet Paşa, kendisinin Ankara ya apar topar götürüldüğünü unutmuşa benziyor. Ali İhsan Paşa, Malta esâreti dolayısıyla dâvâya geç katılmıştır. Doğrudur. Fakat ya İsmet Paşa?!. İstanbul da bulunan, Anadolu ya geçmesi için bütün teklifleri reddeden, hattâ bir defasında vazife ile Ankara ya kadar gelmişken ikaz edilmesine rağmen yine İstanbul a dönen, nihayet M.M. grubunca zorla Ankara ya götürülmüşken, Ali İhsan Paşa nın esâreti dolayısıyla Millî Mücadele ye geç katılışından nasıl şikâyet etti ki?!.Gerek bu durum, gerek İstiklâl Mahkemesi heyetinin "kılı kırk yararcasına incelediği" İsmet Paşa nın şikâyetlerinde medar-ı itham olacak bir noktaya rastlanmaması gösteriyor ki, İsmet Paşa bu dâvâda haksızdır!.Ali İhsan Sabis Paşa İstiklâl Mahkemesi nden beraat ettikten bir müddet sonra Bornova da Galip Paşa Divân-ı Harbi ne verilmiş ve emekliye sevkedilmiştir. Kılıç Ali Bey bu karardan bahisle: "Divân-ı Harbe dâvet edilen selâhiyetli askerî makam sahiplerinin "meselenin bir incir çekirdeğini doldurmayacağı" hakkındaki şehadetlerine rağmen, emekliye sevkedildiğini işittiğimiz vakit cidden hayrete düşmüş ve teessür duymuştuk" diyor. (Bkz: Kılıç Ali "İstiklâl Mahkemesi Hâtıraları, Sel Yayınları İstanbul, 1955)

NUTUKTAKİ YORUMLAR VB

(Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!) (Ali İhsan Paşa) Tevhidi efkâr gazetesinde yayımlattığı kendi savaş öyküleri arasında, Ateşkes Anlaşmasının yapıldığı günden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat´ta, Dicle Grubunun tutsak düşmesi sorumluluğunu yalnız, o zaman grup komutanı olan (şimdi Doğu Cephesinde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey´e yüklemesi de bu karakterinin açık bir kanıtıdır. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22´nci alaylarla avcı alayından kurulmuştu. Bunlardan başka, ayrıca Beşinci Tümenden 13 ve 14´üncü alaylar da parça parça tutsak verildi. Ateşkes Anlaşmasından bir gün önce 13.000 kişinin tutsak verilmesi, 50´ye yakın topun elden çıkması gerçekte kendisinin, duruma uygun olmayan bir buyruk vermesinden doğmuştur. İşte bu durum, Musul ilinin elden çıkmasına yol açtı. Oysa, Ateşkes Anlaşmasının (Mondros) yapılacağı biliniyordu. Gruba, Keyare dayangasına çekilmek için yönerge verilseydi İngilizler, Grubu tutsak etmek şöyle dursun, yenemezlerdi bile. (Dicle Grubuna) Beşinci Tümen de katılabilirdi. Böylece, Ateşkes Anlaşması yapıldığı zaman, tutsak düşen sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Ama alçak bir düşünce, mantığı yenmiştir. (İhsan Paşa) savaş öykülerinde, Dicle boyundaki bütün başarıları ve Tavnzınd´ın (Townshend -1934 basımında ?Tavşend?-) tutsak edilmesi şerefini yalnız kendisine mal etmiştir. ?? Yaptırdığı yayınlarda her başarıyı yalnız kendisine mal etmekten amacı, kamuoyunu aldatarak ün ve mevki kazanmaktır. Ünlü kişilerle ilgili öyküleri yayımlamak, ulusta övünç duygularını sürdürmek için gereklidir. Ama tarihin sorumlu göstereceği kişilerin yaptıklarını övünülecek şeyler arasında saymak, tarihi lekeler ve gelecek kuşakları yanlış kanılara sürükler. General Marşal´ın (Marshall): ?Yarın öğleye değin Musul´dan çıkınız, yoksa savaş tutsağısınız.? buyruğunu aldığı zaman, o pek kurumlu Paşa Hazretleri, Sincar çölünü geçerek Nusaybin´e gitmek için, General Marşal´dan bir resmi belge ile, koruyucu olarak da iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey´le (şimdi Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Âşir Paşa) beni Musul´da bırakarak Nusaybin´e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi erkini de kırdı ve bu durumu görenlerin içi sızladı. (Oysa), koruyucusuz olarak Zaho yoluyla gidebilirdi; ya da atlı olarak çölden gidebilirdi. Halep´te İngiliz generalinden kendisi için özel tren istedi ve yolda bir aşağılamaya uğramaması için trene koruyucu bindirilmesini istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde canını ve dirliğini korumak için ulusal onuru unutan Paşa Hazretlerinin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları yazdım? Eski komutanıma hoş görünmedim; çünkü sonsuz isteklerini yerine getirmedim ve dalkavukluk etmedim? Ulusa, Ulusal Orduyu kuran ve utkular kazanan büyük komutanlar gibi yüce ruhlu, uzdilekli kılavuzlar, komutanlar gerektir. Orduda birliğin ve uyumun bozulması, görev yapma isteğinin azalması için çalışanlar, üstün kişi de olsalar, dokuncalı kişilerdir. Ben, çekilen emekleri bildiğim?. girişilen savaşımda da başarıyı dilediğim için (bu raporu) -namusum ve kutsal bildiğim şeyler üzerine and içerim ki düşmanlık ve bir çıkar için yazılmış değildir- sunmaktan çekinmedim. İran´da, Kafkasya´da uzun süre (Ali İhsan Paşa´nın) emir subaylığını yapan Binbaşı Cemil Bey (Şimdi Birinci Ordu Harekât Şubesi Müdürü) son günlerde bana: ?İyi ki Ali İhsan Paşa, Ulusal Eylemin başlangıcında Anadolu´da bulunmadı. Malta´da bulunduğu iyi oldu. Yoksa, hiç kuşkusuz, aykırı bir yol tutardı.? dedi. Karakterini çok iyi bilen Cemil Bey, pek doğru söylemiştir?.. ?Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı´m güneş göstermesin!? diye yüce Tanrı´ya yalvarırım. (?Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!? Şehrî.) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 5. Bölüm, ´´1?nci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa´nın yarattığı durum´´

DAHA DETAYLI BİR HALİ

NUTUK


Lozan Barışı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 

Meydana Gelen Gelişmeler


Saldırıya Geçme Kararı


Gerçekte ordumuz, gereksemelerini ve eksiklerini tamamlamak üzereydi. Ben, daha Haziran ortalarında saldırıya karar vermiştim. Bu kararımı Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı, yalnız bunlar biliyorlardı. O günlerde İzmit-Adapazarı doğrultusunda bir geziye gidiyor gibi yola çıktığım zaman, Ankara'da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle görüştükten sonra, o zaman Milli Savunma Bakanı olan Kâzım Paşa Hazretlerini de Sarıköy istasyonuna dek yanımda götürerek oraya çağırdığım Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleriyle birlikte saldırı için gerekli hazırlıkların ivedilikle bitirilmesi ile ilgili kararlar aldık.


Baylar, artık büyük saldırıdan söz etmek zamanı geldi. Bilirsiniz ki Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra düşman ordusu, büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar-Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubu ile de Eskişehir bölgesinde idi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ yanını, Menderes bölgesinde bulundurduğu kuvvetlerle, sol yanını da İznik Gölü kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki, düşman cephesi Marmara'dan Menderes'e kadar uzanıyordu.


Düşman ordusunun kuruluşunda üç kolordu ve birtakım bağımsız birlikler bulunuyordu. Üç kolordusunda on iki tümen vardı. Bağımsız birlikleri de ayrıca üç tümene eşitti. Biz, Batı Cephesindeki kuvvetlerimizi iki ordu olarak örgütlemiş ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı örgütlerimiz de vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka, üç tümenli bir süvari kolordumuz ve ayrıca er sayıları daha az olan iki süvari tümenimiz vardı. Kuruluşları başka başka olan iki düşman ordu karşılaştırılırsa, iki yanın insan ve tüfek güçleri aşağı yukarı birbirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, - dünyanın özgür ve kendisine yardımcı olan sanayiine dayandığı için - makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik gereç bakımından daha üstün bir durumda bulunuyordu. Öte yandan bizim ordumuzun da süvari sayısı bakımından üstünlüğü vardı.


Birinci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa'nın Yarattığı Durumlar


Burada, sırası gelmişken, bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, İkinci Ordunun Komutanı (şimdi Askeri Danışma Kurulu -Askeri Şûra- üyelerinden) Şevki Paşa Hazretleri idi. Birinci Ordumuzun komutasını, Malta'dan gelmiş olan İhsan Paşa'ya vermiştik. İhsan Paşa'nın, kendisini Askeri Mahkemeye dek götüren yersiz işlerinden ve davranışlarından dolayı, Ordu Komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten Ali İhsan Paşa, ordunun düzen bağını ve genel yönetimini çıkmaz bir yola düşürecek davranışlarda bulundu. Örneğin, ordusundaki astkomutanları, üstkomutanların buyruklarını tutmamaya sürükleyecek durumlar yarattı.


Sözgelimi, ambarlarında bulunan şeyleri günlerce bildirmedi ve bildirtmedi de, genel yiyecek sıkıntısı çekildiği bir sırada birdenbire, ambarlarında yiyecek kalmadığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.


Astkomutanları, üstlerin buyruğunu tutmamaya ve görev yapmamaya kışkırtma ve bu tutumu uygun görme gibi davranışları yanında, ordunun buyruğa uyma ve görev duygusuyla oynayacak kertede dolap çevirmeye de eğilimli olduğu kanısını uyandırdı.


Ali İhsan Paşa'nın bilinen, kendine özgü niteliklerinden başlıcaları şunlardı:


En küçük birliklere değin bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisince verileceği sanısını aşılayarak bütün ordusunda, yalnız kendisinin güçlü olduğu sanısını uyandırmak, büyüklerinden daha üstün olduğunu herkese tanıtlama kaygısında bulunmak. Büyüklerin hem resmi iş, hem de özel davranışları bakımından saygınlıklarının düşkün olmasını araştırmak. Savaşta alacağı önlemlerin yerindeliği ve göstereceği sinir sağlamlığı yönünden kendisini denemeye fırsat bulunmamışsa da bu alanda anlaşılan karakteri şu idi: Herhangi bir başarısızlığı, ne olursa olsun, astına ya da üstüne yüklemenin olanağını her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranışlardan çok, sert ve resmi davranışlarla görev yaptırmayı gerekli gösterir.


Ali İhsan Paşa'nın huyunun ve ahlakının daha iyi anlaşılması için kendisinin kurmay başkanı olup çekilmek zorunluluğunu duyan Yarbay Halit Bey'in (sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığına verdiği 20 Ocak 1922 günlü resmi bir rapordan kimi parçaları olduğu gibi sunacağım. Halit Bey, Genel Savaşta, Irak'ta da Ali İhsan Paşa ile birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır:


........................................................................................................................................................................... Komutanım Ali İhsan Paşa Hazretlerinin, geldiği günden beri astkomutanların onurunu ve görev yapma isteğini kıracak davranışlarda bulunması ve -yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere- Cephe Komutanlığına karşı, astlara sezdirecek ölçüde akıl yatmaz bir yazışma kapısı açması; benlik kokusu duyulan düşünce yarışına girişmesi; dünyanın değer verdiği ve saygı gösterdiği Cephe Karargahının erkini azaltmak istediğini anlatır yollu bir tutum izlemesi, beni gerçekten düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını elden geldiğince yumuşatmaya çalıştım; ama yine büyük bir değişiklik göremedim. ..........................................................................


Benliğine sinmiş yükselme kuruntusu, ün alma tutkusu, aşırı kıskançlık, sonsuz bir bencillik etkisiyle baş olmak istediği, davranışlarından ve astkomutanlar yanında söylediği arabozucu sözlerinden anlaşılıyordu. 11'inci Tümen Komutanı... görevimden çekildiğimi işittikten sonra bana gizlice: "Ali İhsan Paşa'nın Malta'da iken kurtarılması için Ferit Paşa'ya mektuplar yazdığını ve İngiliz güdümünün kabulü konusunda açıktan açığa saatlerce kendi yanında konuşmalar ve tartışmalar yaptığını" söyledi. Bu sözleri (Ali İhsan Paşa'nın davranışlarına göre), dikkat çekici buldum................................................................................................................


.........Astlardan gelen kimi yazıları Cepheye, Cepheden gelenleri astlara, olduğu gibi bildirerek karşılıklı güven duygularını zedeleyici davranışları da ayrıca dikkat çekicidir. Örneğin: Şeyhelvan dağının düşman eline düşmesi ile ilgili yazışmalarını, olduğu gibi Beşinci Kolorduya ve Beşinci Kolordudan gelen kimi raporların da, olduğu gibi Cepheye yazılması gibi. Buna karşın,sözü geçen olayın sorumluluğunu Beşinci Kolordu Komutanına yüklemesi ve ondan Cepheye (Komutanlığına) yakınmalarda bulunması, üstkomutanlık niteliğiyle bağdaşamaz.


Tevhidi efkâr gazetesinde yayımlattığı kendi savaş öyküleri arasında, Ateşkes Anlaşmasının yapıldığı günden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat'ta, Dicle Grubunun tutsak düşmesi sorumluluğunu yalnız, o zaman grup komutanı olan (şimdi Doğu Cephesinde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey'e yüklemesi de bu karakterinin açık bir kanıtıdır. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22'nci alaylarla avcı alayından kurulmuştu. Bunlardan başka, ayrıca Beşinci Tümenden 13 ve 14'üncü alaylar da parça parça tutsak verildi. Ateşkes Anlaşmasından bir gün önce 13.000 kişinin tutsak verilmesi, 50'ye yakın topun elden çıkması gerçekte kendisinin, duruma uygun olmayan bir buyruk vermesinden doğmuştur. İşte bu durum, Musul ilinin elden çıkmasına yol açtı. Oysa, Ateşkes Anlaşmasının yapılacağı biliniyordu. Gruba, Keyare dayangasına çekilmek için yönerge verilseydi İngilizler, Grubu tutsak etmek şöyle dursun, yenemezlerdi bile. (Dicle Grubuna) Beşinci Tümen de katılabilirdi. Böylece, Ateşkes Anlaşması yapıldığı zaman, tutsak düşen sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Ama alçak bir düşünce, mantığı yenmiştir.


(İhsan Paşa) savaş öykülerinde, Dicle boyundaki bütün başarıları ve Tavnzınd'ın (Townshend -1934 basımında "Tavşend"-) tutsak edilmesi şerefini yalnız kendisine mal etmiştir. ...... Yaptırdığı yayınlarda her başarıyı yalnız kendisine mal etmekten amacı, kamuoyunu aldatarak ün ve mevki kazanmaktır. Ünlü kişilerle ilgili öyküleri yayımlamak, ulusta övünç duygularını sürdürmek için gereklidir. Ama tarihin sorumlu göstereceği kişilerin yaptıklarını övünülecek şeyler arasında saymak, tarihi lekeler ve gelecek kuşakları yanlış kanılara sürükler.


General Marşal'ın (Marshall): "Yarın öğleye değin Musul'dan çıkınız, yoksa savaş tutsağısınız." buyruğunu aldığı zaman, o pek kurumlu Paşa Hazretleri, Sincar çölünü geçerek Nusaybin'e gitmek için, General Marşal'dan bir resmi belge ile, koruyucu olarak da iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey'le (şimdi Milli Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Âşir Paşa) beni Musul'da bırakarak Nusaybin'e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi erkini de kırdı ve bu durumu görenlerin içi sızladı. (Oysa), koruyucusuz olarak Zaho yoluyla gidebilirdi; ya da atlı olarak çölden gidebilirdi. Halep'te İngiliz generalinden kendisi için özel tren istedi ve yolda bir aşağılamaya uğramaması için trene koruyucu bindirilmesini istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde canını ve dirliğini korumak için ulusal onuru unutan Paşa Hazretlerinin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları yazdım... Eski komutanıma hoş görünmedim; çünkü sonsuz isteklerini yerine getirmedim ve dalkavukluk etmedim... Ulusa, Ulusal Orduyu kuran ve utkular kazanan büyük komutanlar gibi yüce ruhlu, uzdilekli kılavuzlar, komutanlar gerektir. Orduda birliğin ve uyumun bozulması, görev yapma isteğinin azalması için çalışanlar, üstün kişi de olsalar, dokuncalı kişilerdir. Ben, çekilen emekleri bildiğim.... girişilen savaşımda da başarıyı dilediğim için (bu raporu) -namusum ve kutsal bildiğim şeyler üzerine and içerim ki düşmanlık ve bir çıkar için yazılmış değildir- sunmaktan çekinmedim. İran'da, Kafkasya'da uzun süre (Ali İhsan Paşa'nın) emir subaylığını yapan Binbaşı Cemil Bey (Şimdi Birinci Ordu Harekât Şubesi Müdürü) son günlerde bana: "İyi ki Ali İhsan Paşa, Ulusal Eylemin başlangıcında Anadolu'da bulunmadı. Malta'da bulunduğu iyi oldu. Yoksa, hiç kuşkusuz, aykırı bir yol tutardı." dedi. Karakterini çok iyi bilen Cemil Bey, pek doğru söylemiştir..... "Soğuktan uyuşmuş yılana Tanrı'm güneş göstermesin!" diye yüce Tanrı'ya yalvarırım. ("Mâr-ı sermâ-dideye Rabbim güneş göstermesin!" Şehrî.)


Baylar, Ali İhsan Paşa, Meclisteki karşıcıl grup başkanlarıyla da bağlantı kurmuş, yazışmalarda bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek yasal işlemler yürütülmek üzere Milli Savunma Bakanlığı buyruğuna verilmesini onayladığım 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran 1922'de, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey'den makine başında, İhsan Paşa ile ilgisini gösterir bir kapalı tel almıştım. Bir sırası gelmiş, bunu bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı-İzmit doğrultusunda gezide bulunuyordum. Rauf Bey telinde diyordu ki: "Birinci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa'nın görevden çıkarılarak Askeri Mahkemeye verilmek üzere Konya'ya gönderildiği konusunda Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır..."


Baylar, bir komutanın görevden çıkarılması, atanması ya da askeri mahkemeye verilmesi işlemi üzerinden bir gün geçmeden, Meclisçe dedikodu konusu olabilecek bir söylenti durumuna girmesi ve Meclis İkinci Başkanının, benden açıklama isteyecek kadar bu olayla ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey'e gereken yanıtı verdim. Birinci Ordu bir süre vekillikle yönetildi. Ama, temelli olarak bir kişinin atanması gerekiyordu. Moskova Elçiliğinden dönmüş olan Fuat Paşa'nın Birinci Ordu Komutanlığını kabul edip etmeyeceğini kendisinden sordum. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının buyruğu altına girmeye eğilimli değildir. Milli Savunma Bakanı olan Kâzım Paşa aracılığıyla Birinci Ordu Komutanlığını Refet Paşa'ya önerttim, kabul etmemiş. En sonu, o günlerde hiçbir koşul ileri sürmeden cephe komutanlığının buyruğu altına girerek çalışacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa'yı Birinci Ordu Komutanlığına atadık.


Saldırı Planımızın Ana Çizgileri


Baylar, düşman ordusunun cephesinden ve örgütlerinden söz etmiş, ona karşı Batı Cephesindeki kuvvetlerimizin temelde iki ordu olarak örgütlenip düzenlendiğini söylemiştim. Öteden beri tasarladığımız saldırı planımızı da ana çizgileriyle anlatayım:


Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve elden geldiğince dış kanadında toplayarak, yok edici bir meydan savaşı yapmaktı. Bunun için uygun gördüğümüz durum ana kuvvetlerimizi düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar karşısına dek olan yerde toplamaktı. Düşmanın en can alacak ve önemli noktası orası idi. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla olabilirdi.


Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gereği gibi incelemeler yapmışlardı. Hareket ve saldırı planımız çok önceden saptanmıştı.


Konya'ya gelmiş olan General Tavnzınd'ın görüşme isteğinden yararlanarak Ankara'dan ayrılıp 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargâhının bulunduğu Akşehir'e gittim. Harekât planı üzerine görüşürken Genelkurmay Başkanının da bulunmasını uygun gördük. Ben, 24 Temmuzda Konya'ya gittim. 27'de yine Akşehir'e döndüm. Fevzi Paşa Hazretleri de 25 Temmuzda Akşehir'e gelmişti. 27/28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda, saptanmış plan gereğince saldırıya geçmek üzere, 15 Ağustosa değin hazırlıkları tamamlamaya çalışmayı kararlaştırdık.


28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını görmeleri ileri sürülerek ordu komutanları ve kimi kolordu komutanları Akşehir'e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi komutanlarla genel olarak saldırı üzerinde görüştüm. 30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanıyla yeniden görüşerek saldırının nasıl yapılacağını ve ayrıntılarını saptadık. Ankara'dan çağırdığımız Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa da, 1 Ağustos 1922 günü öğleden sonra Akşehir'e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Milli Savunma Bakanlığına düşen işler saptandı.


Saldırıya Hazırlık Buyruğu


Ordunun hazırlıklarının tamamlanmasını ve saldırının çabuklaştırılmasını buyurduktan sonra Ankara'ya döndüm. Batı Cephesi Komutanı 6 Ağustos 1922'de ordularına gizli olarak saldırıya hazırlık buyruğu verdi.


Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı paşalar da Ankara'ya döndüler.


Baylar, saldırı için yeniden cepheye gitmeden önce, Ankara'da saptanması gereken birtakım durumlar vardı. Daha, saldırı buyruğu verdiğimi Bakanlar Kuruluna tümüyle bildirmemiştim. Artık onlara resmi olarak bildirmenin zamanı gelmişti. Yaptığımız bir toplantıda iç ve dış durum ile askeri durumu görüşüp tartıştıktan sonra, saldırı konusunda Bakanlar Kurulu ile görüş birliğine vardık.


Önemli başka bir sorun daha vardı. Karşıcıllar, ordunun çürüdüğü, kıpırdayacak durumda olmadığı; böyle karanlık ve belirsizlik içinde beklemenin yıkımla sonuçlanacağı yolundaki propagandalarını iyice kızıştırmışlardı. Gerçi, Mecliste bu görüş akımının yaptığı yankılar, düşmanlardan çok gizlemek istediğim savaş planı bakımından yararlı idi. Ama bu olumsuz propaganda en yakın ve en inançlı kişiler üzerinde bile kötü etkiler yapmaya başlamış, onlarda da duraksamalar uyandırmıştı. Onları da, pek yakında yapacağım saldırı konusunda ve altı yedi günde düşmanın ana kuvvetlerini yeneceğime olan güvenim üzerinde aydınlatmayı ve yatıştırmayı gerekli gördüm. Bunu da yaptıktan sonra Ankara'dan ayrıldım. Genelkurmay Başkanı benden önce, 13 Ağustos 1922'de Cepheye gitmişti.


Ben, birkaç gün sonra yola çıktım. Gidişimi belirli birkaç kişiden başka bütün Ankara'dan gizledim. Benim Ankara'dan ayrılacağımı bilenler, burada imişim gibi davranacaklardı. Dahası, benim Çankaya'da çay şöleni verdiğimi de gazetelerle yayımlayacaklardı. Bunu, elbette o zamanlar işitmişsinizdir. Trenle gitmedim. Bir gece otomobille Tuz Çölü (Koçhisar) üzerinden Konya'ya gittim. Konya'ya gidişimi orada hiç kimseye telle bildirmediğim gibi Konya'ya varır varmaz telgrafhaneyi gözaltına aldırarak Konya'da bulunduğumun da hiçbir yere bildirilmemesini sağladım.


20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra saat dörtte Batı Cephesi Karargâhında, yani Akşehir'de bulunuyordum. Kısa bir görüşmeden sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için Cephe Komutanına buyruk verdim.


22 Ağustos 1922 Saldırı Buyruğu


20/21 Ağustos 1922 gecesi Birinci ve İkinci Ordu Komutanlarını da Cephe Karargâhına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanı önünde saldırının nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu biçiminde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanına o gün vermiş olduğum buyruğu yineledim. Komutanlar işe koyuldular. Saldırımız, hem strateji hem bir taktik baskını biçiminde yapılacaktı. Bunun gerçekleşebilmesi için de, yığınağın ve düzenlemenin gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bundan ötürü, her türlü hareket gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Saldırı bölgesinde yolların düzeltilmesi gibi çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için kimi başka bölgelerde de benzeri düzmece çalışmalar yapılacaktı.


24 Ağustos 1922'de karargahlarımızı Akşehir'den saldırı cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirdik. 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut'tan, savaşları yönettiğimiz Kocatepe'nin güneybatısındaki çadırlı ordugâha gittik. 26 Ağustos sabahı Kocatepe'de bulunuyorduk. Sabah saat 5.30'da topçu ateşimizle saldırı başladı.


Başkomutan Savaşı


Baylar, 26 ve 27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, (Afyon) Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20-30 kilometre uzunluğunda bulunan berkitilmiş düşman cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun büyük kuvvetlerini 30 Ağustosa değin, Aslıhanlar yöresinde çevirdik. 30 Ağustosta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Savaşı adı verilmiştir) düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve tutsak ettik. Düşman ordusu Başkomutanlığını yapan General Trikupis de tutsaklar arasındaydı. Demek, tasarladığımız kesin sonuç beş günde alınmış oldu.


31 Ağustos 1922 günü ordularımız, ana kuvvetleri ile İzmir'e doğru yürürken, başka birlikleri ile de düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.


Ateşkes Önerisi


Baylar, Başkomutan Savaşı'nın sonucuna değin her gün büyük başarılarla gelişen saldırımızı resmi bildirimlerde çok önemsiz eylemler gibi gösteriyorduk. Amacımız, durumu elden geldiğince dünyadan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunu tümüyle yok edeceğimize güvenimiz vardı. Bunu anlayıp düşman ordusunu yıkımdan kurtarmak isteyeceklerin yeni girişimlerine meydan vermemeyi uygun görmüştük. Gerçekten bizim tutumumuzu sezdikleri zaman ve saldırımızdan hemen sonra, başvurmalar olmuştur. Örneğin, saldırıda bulunduğumuz sırada Bakanlar Kurulu Başkanı olan Rauf Bey'den, İstanbul'dan ateşkes anlaşması ile ilgili yazı geldiği yolunda, 4 Eylül 1922 günlü bir tel almıştım. Verdiğim yanıt şudur:


Tel, makama özeldir.


5.9.1922


Bakanlar Kurulu Başkanlığı Yüce Başkanlığına


Y: Anadolu'daki Yunan ordusu kesin olarak yenilmiştir. Yunan ordusunun yeniden sağlam bir direnmede bulunması artık düşünülemez. Anadolu için herhangi bir görüşmeye gerek kalmamıştır. Ateşkes anlaşması, ancak, Trakya için söz konusu olabilir. Bunun için, Eylülün onuna değin Yunan Hükümeti, ya doğrudan doğruya, ya da İngiltere aracılığıyla hükümetimize resmi olarak başvurursa, buna yanıt verilirken aşağıdaki koşullar öne sürülmelidir. O günden, yani Eylülün onundan sonra başvurulursa yanıt başka türlü olabilir. Bunun için de durum bana ayrıca bildirilmelidir:


1. 1-Ateşkes anlaşmasının imzalandığı günden başlayarak on beş gün içinde Trakya, 1914 sınırlarına dek, hiçbir koşul ileri sürülmeden, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin sivil görevlilerine ve ordu birliklerine bırakılmış olacaktır.


2. 2-Yunanistan'da tutsak bulunan yurttaşlarımız on beş gün içinde İzmir, Bandırma ve İzmit limanlarında bize verilecektir.


3. 3-Yunan ordusunun üç buçuk yıldan beri Anadolu'da yaptığı ve yapmakta bulunduğu yıkımları ödemeyi Yunan Hükümeti şimdiden üstlenecektir.


Büyük Millet Meclisi Başkanı


Başkomutan


Mustafa Kemal


Ordularımız İzmir Rıhtımında İlk Verdiğim Hedefe, Akdeniz'e Ulaştılar


Telsizle doğrudan doğruya bana gönderilen bir telyazısında da, İzmir'deki İtilaf Devletleri konsoloslarına benimle görüşmelerde bulunmak yetkisinin verildiği bildiriliyor; hangi gün ve nerede buluşabileceğim soruluyordu. Buna verdiğim yanıtta da, 9 Eylül 1922'de Nif'te (Kemalpaşa'da) görüşebileceğimizi bildirmiştim. Gerçekten dediğim günde ben Kemalpaşa'da bulundum. Ama, görüşmeyi isteyenler orada değildi. Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz'e ulaşmış bulunuyorlardı.


Saygıdeğer baylar, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ile ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle yok eden ya da tutsak eden ve kılıç artıklarını Akdeniz'e, Marmara'ya döken harekâtımızı açıklamak ve niteliklerini anlatmak için söz söylemeyi gerekli görmem.


Her evresi ile düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve utkuyla sonuçlandırılmış olan bu harekât Türk ordusunun, Türk subaylarının ve komuta kurulunun yüksek güçlerini ve yiğitliklerini tarihte bir daha saptayan ulu bir yapıttır.


Bu yapıt, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun çocuğu, bir ordunun Başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum sonsuzdur.


Baylar, işte şimdi siyasa alanla geçebiliriz. Gerçi, ordumuzun utkusundan umudu kesip daha önce siyasa yoluyla sorunların çözülmesi kanısında ve savında bulunanları, dediklerini yapmakta biraz çokça bekletmiş oldum. Bununla birlikte sonunda, benim de siyasa alanında önemle çalışmayı gerçekten yeğlediğimi görerek kıvanmaları gerekirdi. Böyle olup olmadığını göreceğiz.


Ordularımız, İzmir ve Bursa'yı geri aldıktan sonra Trakya'yı da Yunan ordusundan kurtarmak için İstanbul ve Çanakkale'ye doğru yürürken, o zaman İngiltere Başbakanı bulunan Lloyt Corc bizimle savaşmaya karar vermiş gibi bir davranışla dominyonlara, yardımcı birlikler istemek üzere başvurmuş. Ondan sonraki olaylara bakılırsa Lloyt Corc'un isteğinin yerine getirilmediğini kabul etmek gerekir.


İtilaf Devletleri'nin 23 Eylül 1922 Günlü Ateşkes Önerisi


Bu sıralarda, İstanbul'daki Fransız Olağanüstü Komiseri General Pele (Pellé) benimle görüşmek üzere İzmir'e geldi. "Yansız Bölge" adıyla andığı bir bölgeye ordularımızın girmemesinin uygun olacağını öğütledi. Ulusal Hükümetimizin böyle bir bölge tanımadığını, Trakya'yı da kurtarmadıkça ordularımızın durdurulamayacağını söyledim. General Pele, Bay Franklen-Buyon'un benimle görüşmek üzere gelmek istediği yolunda almış olduğu özel bir teli bana gösterdi. Kendisini İzmir'de kabul edeceğimi söyledim. Bay Franklen-Buyon bir Fransız savaş gemisiyle İzmir'e geldi. Fransa Hükümetinin kendisini, İngiltere ve İtalya Hükümetlerinin de uygun görmesi üzerine benimle görüşmeye gönderdiğini söyledi. Biz Franklen-Buyon'la görüşürken, İtilâf Devletleri Dışişleri Bakanları imzasıyla, 23 Eylül 1922 günlü bir nota geldi. Bu nota, temel olarak, iki sorunu kapsıyordu. Biri, savaşın durdurulması; öbürü konferans ve barış ile ilgiliydi.


Biz, Rumeli'de ulusal sınırlarımıza dek Doğu Trakya'yı baştan başa almadıkça savaştan vazgeçemezdik. Ancak, yurdumuzun bu parçasından düşman birlikleri çıkarılırsa daha çok bir eyleme kendiliğinden gerek kalmayacaktı. Bu notada, Venedik ya da başka bir kentte toplanacak olan ve İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven devletleriyle Yunanistan'ın çağrılacağı bir konferansa delegelerimizi göndermeyi isteyip istemeyeceğimiz soruluyor; ayrıca, görüşmeler sırasında Boğazlar'daki yansız bölgelere asker göndermezsek, Edirne ile birlikte Meriç'e dek Trakya'nın, bize geri verilmesine ilişkin isteğimizin iyi karşılanacağı bildiriliyordu.


Notada Boğazlar'dan, azınlıklardan, Milletler Cemiyeti'ne girmemizden de söz edilmekteydi.


Konferansın toplanmasından önce Yunan birliklerinin, İtilâf Devletleri komutanlarının çizecekleri bir çizginin gerisine çekilmeleri için İtilâf Devletlerinin erkini kullanacağına söz veriliyor ve bu konuda görüşülmek üzere Mudanya'da ya da İzmit'te bir toplantı yapılması öneriliyordu.


Mudanya Konferansı


29 Eylül 1922 günü bu notaya verdiğim kısa bir yanıtta, Mudanya konferansını kabul ettiğimi bildirdim. Ama Meriç Irmağına dek Trakya'nın hemen bize geri verilmesini istedim. 3 Ekimde toplanması uygun olacağını söylediğim Mudanya konferansına Başkomutanlık adına olağanüstü yetki ile, Batı Cephesi Orduları Komutanı İsmet Paşa'yı delege atadığımı bildirdim. Bu notaya Hükümetçe de, 4 Ekim 1922 günlü ayrıntılı bir yanıt verildi. Bu yanıtta, konferans yeri için İzmir önerildi. Boğazlar sorunu dolayısıyla Rusya, Ukrayna ve Gürcistan cumhuriyetlerinin de çağrılması istendi ve başka sorunlar üzerindeki görüşlerimiz de kısaca bildirildi.


Mudanya'da, İsmet Paşa'nın başkanlığı altında, İngiltere delegesi General Harington, Fransa delegesi General Şarpi (Charpy), İtalya delegesi General Mombelli'nin katıldıkları konferans toplandı. Bir hafta kadar süren tartışmalı görüşmelerden sonra, 11 Ekimde "Mudanya Ateşkes Anlaşması" imzalandı. Böylece, Trakya anayurda katıldı.


Baylar, utku kazanıldıktan sonra, İzmir'de bizim yaptığımız siyasal görüşmeler üzerine, Ankara'da Bakanlar Kurulunun, daha doğrusu kimi bakanların telaştan doğan bir ivediye kapıldıkları anlaşıldı.


Askerlik görevimin sona ermiş bulunduğunu, bundan sonraki siyasa işlerini Bakanlar Kurulunun yürütmesi gerektiğini anlatacak biçimde beni Ankara'ya çağırdılar. Oysa, ne askerlik görevim son bulmuştu, ne de siyasal ve diplomatik sorunlarla ilgilenip uğraşmaktan kendimi alabilirdim. Bunun için, İzmir'den, ordunun başından ve başladığım siyasal görüşmelerden ayrılamazdım. Bundan ötürü, benimle görüşmek isteğinde bulunduklarına ve bunda direndiklerine göre, Bakanlar Kurulu üyelerinin ya da ilgili Bakanların İzmir'e, benim yanıma gelmelerini önerdim. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'le Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey geldiler.


Rauf Bey, bana İzmir'de birtakım özel dileklerini de bildirdi. Örneğin, Ali Fuat Paşa ile Refet Paşa'nın utku dolayısıyla aşamalarının yükseltilmesini ve kendilerine uygun birer görev verilerek gönüllerinin hoş edilmesini diledi. Biliyorsunuz ki, savaştan önce Ali Fuat ve Refet paşaların savaşa katılmaları için türlü yollarla girişimde bulunmuştum. Sonuç alamadım. Askeri hareketlerde emeği geçip hak kazanan komutanların ve subayların utku dolayısıyla aşamaları yükseltilerek ve övülerek elbette gönülleri alınmıştı. Savaşlara katılmaktan kaçınan kişilerin de, savaşa katılanlarla birlikte aşamalarının yükseltilmesi elbette kötü etkiler yaratabilirdi. Kısaca, Rauf Bey'e, dileğini yerine getiremeyeceğimi söyledim. Ama Ali Fuat Paşa, Meclis İkinci Başkanı bulunduğuna göre, yeri ve görevi kendisini kıvandırabilecek kertede yüksekti. Yalnız açıkta bulunan Refet Paşa'ya uygun bir görev bulmaya çalışacağıma söz verdim. Kendisini İzmir'e çağırmasını söyledim. Refet Paşa İzmir'e gelmişti. Ama bu geliş tam benim Ankara'ya döndüğüm geceye rastladığından kendisiyle orada buluşulamadı.


Barış Konferansına Göndereceğimiz Delegeler


Refet Paşa'nın görevlendirilmesi, daha sonra Ankara'dan Bursa'ya gidişim sırasında oldu.


Baylar, İzmir'den Ankara'ya dönüşümde başlıca, Mudanya Konferansı görüşmeleri üzerinde uğraşıldı. Bir yandan da Bakanlar Kurulunda, Mecliste, komisyonlarda barış konferansına gönderilebilecek delegeler kurulu söz konusu oluyordu. Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey, Sağlık Bakanı Rıza Nur Bey, barış konferansına gidecek delegeler kurulunun doğal üyeleri gibi görülüyordu. Ben daha bu konuda kesin görüşümü ve kararımı saptamamıştım. Ancak Rauf Bey'in başkanlığı altında bulunacak kurulun, bizim için ölüm dirim sorunu olan bu konuda başarı kazanacağına güvenemiyordum. Rauf Bey'in de kendini yetersiz görmekte olduğunu sezinliyordum. Kendisine danışman olarak İsmet Paşa'nın verilmesini önerdi. Bu öneriye verdiğim yanıtta, "İsmet Paşa'dan danışman olarak pek az yararlanılabilir. İsmet Paşa başkan olursa, kendisinden en çok yararlanılabileceğine ben de inanıyorum." dedim. Bu nokta üzerinde uzun boylu görüşülmedi. Ondan sonra, Rauf Bey delegeler kurulu konusunda başladığı düzenlemeleri, oluşturmaları sürdürüp gitti. Ben önem verir görünmedim. Mudanya Konferansı sona ermişti. İsmet Paşa ile Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Bursa'da bulunuyorlardı. Kendileriyle görüşmek üzere Bursa'ya gittim.


İsmet Paşa'nın Dışişleri Bakanlığı'na ve Delegeler Kurulu Başkanlığına Seçilmesi


Yanımda Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa vardı. Doğuda, kendisine karşı düşünce ve eylem biçiminde yapılan gösteriler yüzünden görev yapamayacağını anlayıp Ankara'ya gelmek zorunda kalan Kâzım Karabekir Paşa'yı ve İstanbul'da kendisine görev vermek üzere de Refet Paşa'yı birlikte götürdüm. Bursa'da kaldığım günlerde Refet Paşa'yı, bilindiği üzere, İstanbul'a gönderdim. İsmet Paşa'nın da delegeler kurulu başkanlığı yapıp yapamayacağını, bütün bildiklerime karşın, bir daha inceledim. Mudanya Konferansını nasıl yönettiğini ayrıntılarıyla anlamaya çalıştım. İsmet Paşa'nın kendisine, düşüncelerimi sezinletecek hiçbir söz söylemiyordum. En sonu, olumlu olarak kararımı verdim. İsmet Paşa'nın Delegeler Kurulu Başkanı olması için, daha önce Dışişleri Bakanı olmasını uygun gördüm. Bunu sağlamak için, doğrudan doğruya Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'e özel ve gizli olarak çektiğim bir kapalı telde, kendisinin Dışişleri Bakanlığından çekilmesini ve yerine İsmet Paşa'nın seçilmesine aracı olmasını rica ettim.


Ankara'dan ayrılışımdan önce Yusuf Kemal Bey bana, Delegeler Kurulu Başkanlığı görevini en iyi İsmet Paşa'nın yapabileceğini söylemişti. Yusuf Kemal Bey'den, kendisine bildirdiklerimi iyi karşılayarak gereğini yapmaya başladığını bildiren bir yanıt aldım.


Lozan Barış Konferansına Çağırılmamız


İşte, ondan sonra idi ki İsmet Paşa'ya, bir olupbitti biçiminde, Dışişleri Bakanı olacağını, ondan sonra da barış konferansına Delegeler Kurulu Başkanı olarak gideceğini söyledim. Paşa, birdenbire şaşırdı. Asker olduğunu ileri sürerek özür diledi. En sonunda, önerimi bir buyruk sayarak kabul etti. Yine Ankara'ya döndüm. Bu sırada 28 Ekim 1922'de, İtilâf Devletleri bizi Lozan'da toplanacak barış konferansına çağırdı. İtilâf Devletleri, hâlâ İstanbul'da bir hükümet tanımak istiyor ve onu da bizimle birlikte konferansa çağırıyordu.


Padişahlığın Kaldırılması


Bu ortaklaşa çağrılma olayı padişahlığın kaldırılması işini kesin olarak sonuçlandırdı. Gerçekten, 1 Kasım 1922 günlü yasa gereğince, halifelik ile padişahlık birbirinden ayrıldı. İki buçuk yılı aşan bir zamandan beri eylemli olarak erkini yürüten ulusal egemenlik berkitildi. Halifelik açık hakları olmaksızın bir süre daha bırakıldı.


Baylar, bu konuda gereği kadar sağlam bilgiler vardır. Konunun özelliklerine ilişkin yönler belki yüce kurulunuzu ilgilendirir düşüncesiyle, kimi bilgiler sunacağım:


Bilindiği üzere, padişahlık ve halifelik makamları ayrı ayrı ve birleşik olarak önemli sorunlardan sayılmaktaydı. Bunu doğrulayan bir anımı bilginize sunayım: 1 Kasım 1922 gününden önce, Meclis çevrelerinde karşıcıllar, benim padişahlığı kaldıracağım yolunda telaşlı ve heyecanlı propaganda yapıyorlardı.


Rauf Bey, bir gün Meclisteki odama gelerek benimle önemli birtakım işleri görüşmek istediğini; akşamleyin Refet Paşa'nın Keçiören'deki evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey'in önerisini kabul ettim. Fuat Paşa'nın orada bulunmasına izin vermemi istedi; onu da uygun gördüm. Refet Paşa'nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey'den dinlediklerimin özeti şu idi: Meclis, padişahlığın, belki de halifeliğin ortadan kaldırılması düşüncesinde bulunulduğu kaygısıyla üzgündür. Sizden ve sizin gelecekte alacağınız durumdan kuşkulanmaktadır. Bunun için, Meclise ve dolayısıyla ulus kamuoyuna güvence vermeniz gereğine inanıyorum.


Rauf Bey'in Padişahlık ve Halifelik Konusundaki Düşünceleri


Rauf Bey'den, padişahlık ve halifelik konusundaki düşüncesinin ve kanısının ne olduğunu sordum. Verdiği yanıtta şu açıklamalarda bulundu: "Ben, dedi, padişahlık ve halifelik katına gönül ve duygu bakımından bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin ileri gelen adamları arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlılığım ise görgümün gereğidir. Bunlardan başka, genel görüşlerim de vardır. Bizde genel durumu tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kertede yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da padişahlık ve halifeliktir. Bu makamı kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir varlık koymaya çalışmak, yıkıma yol açar ve büyük acı doğurur; bu hiç uygun bir iş olamaz."


Rauf Bey'den sonra, karşımda oturan Refet Paşa'dan düşüncesini sordum. Refet Paşa'nın yanıtı şu idi: "Rauf Bey'in bütün düşünce ve görüşlerine katılırım. Gerçekten bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz...."


Ondan sonra Fuat Paşa'nın düşüncesini öğrenmek istedim. Paşa, Moskova'dan yeni geldiğinden durumu, kamunun düşünce ve duygularını gereğince incelemeye daha zaman bulamadığından söz ederek görüşülen konu üzerinde kesin bir düşünce ve görüş ileri süremeyeceğini bildirdi.


Ben kendilerine, kısaca şu yanıtı verdim: "Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Mecliste kimilerinin korkup ivediliğe ve heyecana kapılmasına da yer yoktur."


Rauf Bey bu yanıtımdan kıvanmış göründü. Ama, şu ya da bu biçimde, söz konusu sorun üzerinde konuşmalar sürdürüldü. Akşam üzeri başlayan konuşmamız, bütün gece, sabaha değin uzadı. Rauf Bey'in bir şeyi sağlamak istediğini sezinledim. Benim halifelik, padişahlık ve ilerde alabileceğim durum üzerinde kendilerine söylediğim ve kendilerinin de inandırıcı buldukları sözleri bana kürsüden kendi ağzımla Meclise söyletmek...


Kendilerine söylediğim sözleri, olduğu gibi Meclise de söylemekte sakınca görmediğimi bildirdim. Dahası, bu sözleri kurşunkalemiyle bir kâğıt parçasına yazdım ve ertesi gün bir sırasına getirip, bunları Mecliste söyleyeceğime söz verdim; bu sözümü de yerine getirdim. Benim bunları Mecliste söylememi karşıcıllar Rauf Bey'in bir başarısı saymışlar ve kendisini kutlamışlar.


Padişahlığın Kaldırılması Mecliste Görüşülürken Rauf Bey'e Verdiğim Ödev


Baylar, belki birtakım kişilere göre Rauf Bey üzerine aldığı görevi yapmıştı. Ben de, genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin evresini, açıkladığım gibi yapmıştım. Ama genel görevimin gerektirdiği temel işi yapma ve uygulama zamanı gelince de hiç duraksamadım. Tevfik Paşa'nın telyazıları dolayısıyla padişahlığı halifelikten ayırmaya ve önce padişahlığı kaldırmaya karar verdiğim zaman, ilk yaptığım işlerden biri de, hemen Rauf Bey'i Meclisteki odama çağırmak oldu. Rauf Bey'in, Refet Paşa'nın evinde sabahlara dek dinlediğim düşüncelerini ve görüşlerini hiç bilmiyormuşum gibi, ayakta, kendisinden şunu istedim: "Halifeliği ve padişahlığı birbirinden ayırarak padişahlığı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!" Rauf Bey'le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine bu iş için çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da, bu yolda konuşmasını rica ettim.


Baylar, (Meclisin) o günlerle ilgili tutanaklarında görüldüğü üzere, Rauf Bey kürsüden bir iki kez konuştu ve dahası, padişahlığın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi.


Burada bir nokta, kafalarda düğümlenip kalabilir. Bana, Padişaha bağlı kalmayı borç bildiğini, padişahlık katının yerine başka nitelikte bir makam koymaya çalışmanın yıkıma yol açacağını ve büyük acı doğuracağını söylemiş olan Rauf Bey, benim yeni kararımı öğrendikten (sonra); özellikle kararımı desteklemesi ve padişahlığın kaldırılması için Mecliste bir konuşma yapması yolundaki isteğim karşısında hiçbir şey söylemeksizin uysallık göstermiştir. Bu tutum ve davranış nasıl yorumlanabilir? Rauf Bey, eski inançlarını değiştirmiş miydi? Yoksa bu inançlarında aslında içtenlikli değil miydi? Bu iki noktayı birbirinden ayırmak ve biri üzerinde tam bir kanı ile yargıda bulunmak güçtür.


Baylar, böyle kuşkulu bir yargıda bulunmaya girişmektense, durumun incelenmesini kolaylaştırmaya yarayacak kimi evreleri, işlemleri ve tartışmaları yüce kurulunuza anımsatmayı yeğlerim.


Lozan Barış Konferansına Tevfik Paşa ve Arkadaşları da Delege Göndermek İstiyorlardı


Bilginize sunmuştum ki, Padişahlığın kaldırılması; Lozan Konferansına İstanbul'dan da bir delegeler kurulu çağrılması ve İstanbul'u yani Vahdettin ile Tevfik Paşa ve arkadaşlarının da böyle bir çağrıyı, Türk ulusunun büyük emekler ve özverilerle elde ettiği yararları küçültmek, belki de anlamsız bir niteliğe düşürmek pahasına da olsa, kabul eylemesi yüzündendi.


Tevfik Paşa, ilkin doğrudan doğruya bana bir tel çekti. 17 Ekim 1922 günlü olan bu telde Tevfik Paşa, kazanılan utkunun, bundan böyle, İstanbul ile Ankara arasındaki anlaşmazlığı ve ikiliği kaldırmış ve ulusal birliğimizi sağlamış olduğunu yazıyordu. Yani Tevfik Paşa demek istiyordu ki: "Yurtta düşman kalmadı. Padişah yerindedir. Hükümet onun yanındadır. Ulusa düşen, bu makamın vereceği buyruklara uymaktır. Böyle olunca elbette birliğe engel bir şey kalmamış olur." Ancak, Ankara'dan biraz daha yardım istemek akıllılığını gösteriyordu. O da, Barış Konferansına İstanbul ile Ankara'nın birlikte çağrılması dolayısıyla, daha önce, benden çok gizli yönerge almış bir kişinin elden gelen çabuklukla İstanbul'a gönderilmesini sağlamaktı. (belge: 260)


Tevfik Paşa'ya bildirilmek üzere İstanbul'da Hâmit Bey'e çektiğim telde: "Tevfik Paşa ile arkadaşlarının devlet siyasasını bulandırmaktan vazgeçmemelerinin ne denli büyük sorumluluk doğuracağının apaçık belli olduğunu" bildirdim. (belge: 261)


Ne yazık ki Hâmit Bey, bu telyazısının, olduğu gibi, Tevfik Paşa'ya bildirilmesi gerektiğini anlayamamış; bunu kendisine verilmiş bir yönerge sanmış. Bununla birlikte, bu telyazımda bildirdiklerime uygun olarak, Tevfik Paşa'ya üç günde beş kez bildirim yapmış. Dahası, Tevfik Paşa ile arkadaşlarının konferansa delege göndermeyeceklerini bildiren bir demeç taslağı hazırlayıp, gazetelere ve ajanslara verilmek üzere kendilerine göndermiş.(belge: 262)


Çıkarlarını Kirli Bir Tahtın Çürümüş, Çökmüş Ayaklarına Sarılmakta Bulanlar


Bütün çıkarlarını kirli bir tahtın çürümüş, çökmüş, ayaklarına sarılmakta, yalnız bunda gören ve Tevfik Paşa ile benzeri paşalardan kurulmuş bulunan Vahdettin hükümetinin, gizli amaçlarını ne olursa olsun kabul ettirmekten başka hiçbir şeyle uğraşmadıkları anlaşılıyordu. Tevfik Paşa'nın bana çektiği tele (yanıt vermiştim); bunu almadığını bildirdikten sonra, 29 Ekim 1922 günlü teliyle ve sadrazam sanını kullanarak doğrudan doğruya Meclis Başkanlığına başvurdu. (belge: 263)


Bu telyazısının kapsamı Osmanlı çağının Tevfik paşalarına yaraşır bir biçimde idi.


Tevfik Paşa ve arkadaşları bu telyazılarında, kazanılan başarının elde edilmesine yardım ettiklerinden söz edecek kertede ileri gidebilmişlerdir.


Baylar, Osmanlı Devletinin yasal olmayan hükümeti adını taşımak aymazlığında bulunan ve Tevfik Paşa ile Ahmet İzzet Paşa ve benzerlerinden kurulan son Osmanlı Hükümeti üzerinde daha çok durmak yararsızdır. Sözümü Meclis görüşmelerine getireceğim.


Söz konusu iş dolayısıyla 30 Ekim 1922 günü Mecliste görüşmeler başladı. Çok milletvekilleri çok sözler söylediler. İstanbul'daki Osmanlı hükümetleri (üzerinde durdular); Ferit Paşa evresinden sonra Tevfik Paşa perdesinin açıldığını ve bu perdeyi açanların anlayıştan ve vicdandan yoksun birtakım kişiler olduğunu belirterek bu adamların yasalar gereğince cezalandırılmalarını istediler.


"Böyle bir anlayışta olan, yani bize bu denli akılsızca önerilerde bulunan kişiler... gerçekten İstanbul Hükümetinin tarihsel kimliğine imzasını koyan ve her şeyden çok oraya bağlı olan kişilerdir..." dediler.


İstanbul'da, hükümet adını ve kimliğini takınan adamların, Yurt Hainliği Yasasına göre cezalandırılmaları ile ilgili önergeler okundu.


Baylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devletinin doğduğunu, Anayasa gereğince egemenlik haklarının ulusta olduğunu belirten bir önerge düzenlendi. Seksenden çok arkadaşa imza ettirildi. Bu önergede benim de imzam vardır.


Bu önerge okunduktan sonra, sert bir biçimde karşıcıl durum alanların başında iki kişi göründü. Bunlardan biri Mersin Milletvekili Albay Salâhattin Bey'dir. İkincisi, İzmir'de asılan Ziya Hurşit'tir. Bunlar, padişahlığın kaldırılmaması kanısında bulunduklarını açıkça belirttiler.


Osmanlı Padişahlığının Kaldırılması Kararı Verildiği Gün, Anayasa, Dinişleri ve Adalet Komisyonlarının Ortak Toplantısı


Baylar, 31 Ekim 1922 günü Meclis toplanmadı. O gün Müdafaai Hukuk Grubu toplantısı oldu. Bu toplantıda, Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerine konuştum. 1 Kasım 1922 günü, Meclis toplantısında yine bu konu üzerinde uzun tartışmalar yapıldı. Mecliste de ayrıntılı bir konuşma yapmak gereğini duydum. (belge 264) İslam ve Türk tarihinden söz açarak halifelikle padişahlığın ayrılabileceğini, ulusal egemenlik katının Türkiye Büyük Millet Meclisi olabileceğini tarihsel olaylara dayanarak anlattım. Hulâgû'nun, Halife Mutasım'ı asıp dünya yüzünde halifeliğe eylemli olarak son verdiğini, eğer 1517'de Mısır'ı ele geçiren Yavuz, orada halife sanını taşıyan bir sığıntıya önem vermeseydi, halifelik sanının zamanımıza dek kalıt olarak gelemeyeceğini anlattım.


Bundan sonra, bu sorun ile ilgili önergeler üç komisyona Anayasa, Dinişleri, Adalet komisyonlarına verildi. Bu üç komisyon üyelerinin bir araya gelip, bizim güttüğümüz amaca göre, sorunu çözüp sonuçlandırmaları elbette güçtü. Durumu yakından ve kendim izlemem gerekti.


Karma Komisyona Anlattığım Gerçek


Üç komisyon bir odada toplandı. Başkanlığa Hoca Müfit Efendi seçildi. Sorunu görüşmeye başladılar. Dinişleri Komisyon üyesi olan hoca efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak halifeliğin padişahlıktan ayrılamayacağını savladılar. Bu savları çürütmek için özgür düşünceli kimseler de ortaya çıkar görünmedi. Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. Bu biçim görüşmelerin, istenilen sonuca varmasını beklemek boşunaydı. Bunu anladık. En sonu, Karma Komisyon Başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim: "Efendiler, dedim, egemenliği hiç kimse, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla veremez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardı. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, ulusa saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir. Sorun, zaten gerçekleşmiş bir olayı yasa ile saptamaktan başka bir şey değildir. Bu, kesinlikle yapılacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes sorunu doğal bulursa, sanırım ki uygun olur. Yoksa, yine gerçek, yöntemine göre saptanacaktır; ama, belki birtakım kafalar kesilecektir. İşin bilimsel yönüne gelince, hoca efendilerin üzülmelerine ve kaygılanmalarına hiç yer yoktur: Bu konuda bilimsel açıklamalarda bulunayım." dedim ve uzun uzadıya birtakım açıklamalar yaptım. Bunun üzerine, Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa Efendi: "Bağışlayınız efendim; biz sorunu başka bakımdan ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık." dedi. Sorun, Karma Komisyonca bir çözüme bağlanmıştı.


Osmanlı Padişahlığının Çökme ve Dağılma Töreninin Son Evresi


Yasa tasarısı ivedilikle saptandı. O gün, Meclisin ikinci oturumunda okundu. Açık oya konulması önerisine karşı kürsüye çıktım. Dedim ki: "Buna gerek yoktur. Ülkenin ve ulusun bağımsızlığını sonsuza değin koruyacak ilkeleri yüce Meclisin oybirliği ile kabul edeceğini sanırım." "Oylansın!" sesleri yükseldi. En sonu, başkan oya koydu ve: "Oybirliği ile kabul edilmiştir." dedi. Yalnız aykırı bir ses işitildi: "Ben karşıyım!" Bu ses: "Söz yok!" sesleri ile boğuldu. İşte baylar, Osmanlı egemenliğinin çökme ve ortadan kalkma töreninin son evresi böyle geçmiştir.


Hain Vahdettin Bir İngiliz Gemisiyle İstanbul'dan Kaçıyor


17 Kasım 1922 günlü resmi bir telyazısının ilk tümcesi şu idi: "Vahdettin Efendi, bu gece saraydan kaçmıştır." Bu telyazısının daha bir iki tümcesini, 18 Kasım 1922 günlü Meclis tutanak dergisinde okumuşsunuzdur. Ama telyazısında, bu kaçışa kimlerin aracılık etmiş olabileceğinden söz edildiği gibi Peygamberden kalan kutsal eşyaların nasıl korunduğunu bildiren cümleler de vardı.


Yine o gün, Mecliste okunmuş bir mektubun örneği ile, ona ilişik bulunan ve ajanslarla yayımlanmış olan bir bildiri örneğini de tutanaktan okuyalım:


Mektup Örneği


17 Kasım 1922


Bir sayısını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride yazıldığı gibi, Padişah Hazretleri İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır....


İmza


Harington


Mektuba Ekli Bildirinin Örneği


Resmi olarak bildirilir ki, Padişah Hazretleri bugünkü durum karşısında özgürlüğünü ve canını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi kimliği ile hem İngiliz koruyuculuğunu, hem de İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Padişah Hazretlerinin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz Kuvvetlerinin Başkomutanı General Sör Çarls Harington, (Sir Charles Harington) Padişah Hazretlerini almaya giderek, bir İngiliz savaş gemisine dek kendisine eşlik etmiştir. Padişah Hazretlerini gemide Akdeniz Filosu Genel Komutanı Amiral Sör Dö Bruk (Sir De Brock) karşılamıştır. İngiltere Olağanüstü Komiser Vekili Sör Nevil Henderson, (Sir Nevile Henderson) Padişah Hazretlerini gemide görmeye gitmiş ve Kral Beşinci Corc'a bildirilmek üzere isteklerini sormuştur.


General Harington'un Ulviye Sultan adında bir kadına gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, "hiçbir yanıt verilmemiş olduğu" çıkmasıyla Refet Paşa'ya gönderilmiş. O da bize, 25 Kasım 1922'de bir örneğini göndermişti. Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe örneği şudur:


Sultan Hanımefendi Hazretleri


Şimdi Malta'ya yaklaşmakta bulunan Padişah Hazretlerinden, ailesinin durumu üzerine bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen cumartesi, Yıldız'dan (Yıldız Sarayından) bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin sağ, esen ve keyfi yerinde olduklarını öğrenerek hemen Padişah Hazretlerine duyurmuştum. Eğer Padişah Hazretlerinin aileleriyle ilgili yeni bilgiler vermek iyiliğinde bulunabilirseniz, onu da hemen Padişah Hazretlerine ulaştırmakla mutlu olurum. Padişah Hazretlerinin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla en içten dileklerimi yüce kişiliğinize ve Padişah ailesine sunmama izin vermenizi ve en derin saygılarımla yücelik dileklerimin kabulünü rica ederim.


İmza


Harington


Baylar, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte değildir.


Bundan başka, General Harington'un, İstanbul'daki askeri görevlimize yazdığı mektup ile ekini de irdelemeği gereksiz bulurum.


Soylu Bir Ulusu Utançlı Bir Duruma Düşüren Alçak


Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı yeğlerim.


Egemenliği atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir yõntem sonucu olarak büyük bir makam, gösterişli bir san kazanabilmiş bir alçağın, onuru çok yüksek olan soylu bir ulusu nasıl utanacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır. 


Gerçekten, neden ve nasıl olursa olsun, Vahdettin gibi özgürlüğünü ve canını kendi ulusu içinde tehlikede görebilecek kertede aşağılık bir yaratığın bir dakika bile olsa, bir ulusun başında bulunduğunu düşünmek ne acıklıdır! Şuna kıvanabiliriz ki bu alçak, atalarından kalma padişahlık katından Türk ulusunca atıldıktan sonra tamamlamış bulunuyor. Türk ulusunun bu davranış önceliği elbette övülmeye değer.


Beceriksiz, aşağılık, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının kanadı altına sığınabilir; ama, böyle bir yaratığın, bütün Müslümanların Halifesi kimliğini taşıdığını söylemek elbette doğru değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, her şeyden önce, bütün Müslüman toplumların tutsak olmaları koşuluna bağlıdır. Oysa, dünyada gerçek böyle midir? Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca özgürlüğe ve bağımsızlığa simge olmuş bir ulusuz. Değersiz yaşamlarını iki buçuk gün daha alçakçasına sürükleyebilmek için her türlü düşkünlüğü sakıncasız bulan halifeler oyununu da ortadan kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece devletlerin, ulusların, birbirleriyle olan ilişkilerinde, kişilerin, özellikle kendi devletinin ve ulusunun dokuncasına da olsa kişisel durumlarından ve canlarından başka bir şey düşünemeyecek aşağılık kişilerin önemi olamayacağı yolundaki herkesçe bilinen gerçeği doğruladık.


Uluslararası ilişkilerde korkuluklardan (mankenlerden) yararlanmak yöntemine, düşkünlük çağına son vermek, uygar dünyanın içten gelen bir dileği olmalıdır!


Abdülmecit Efendi'nin Büyük Millet Meclisince Halife Seçilmesi


Saygıdeğer baylar, kaçan halife, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce halifelikten çıkarıldı; yerine, sonuncu halife olan Abdülmecit Efendi seçildi.


Meclisçe yeni halife seçilmeden önce, seçilecek kişinin de padişahlık tutku ve savına kapılarak herhangi bir yabancı devlete sığınmasını önlemek gerekiyordu. Bunun için İstanbul'daki görevlimiz Refet Paşa'ya, Abdülmecit Efendi ile görüşmesini; dahası, elinden, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin halifelik ve padişahlık üzerine aldığı kararı tümüyle kabul ettiğini bildirir bir de belge alarak göndermesini yazdım. Bu yazdıklarım yapılmıştır.


18 Kasım 1922 günü İstanbul'da Refet Paşa'ya bir kapalı tel ile verdiğim yönergede de, başlıca şu noktaları yazmıştım: "Abdülmecit Efendi, Müslümanların Halifesi sanını kullanacaktır. Bu sana, başka san ve söz eklenmeyecektir. Müslümanlık dünyasına duyurulmak üzere düzenleyeceği bir bildiriyi sizin aracılığınızla önce bize, şifre ile bildirecektir. Onaylandıktan sonra yine şifre ile ve sizin aracılığınızla kendisine bildirilecek, ondan sonra yayımlanacaktır. Bu bildiri başlıca şunları kapsayacaktır:


a)   Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kendisini halifeliğe seçmesinden ötürü sevindiği açıkça belirtilecektir.


b)   Vahdettin Efendi'nin yaptıkları bir bir sayılarak kınanacaktır.


c)   Anayasanın ilk on maddesinin kapsamı uygun bir yolla açıklanarak ve önemli yerleri olduğu gibi alınarak, Türkiye Devleti'nin, Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümetinin kendine özgü nitelikleri ile yönetim biçiminin Türkiye halkı ve bütün Müslümanlık dünyası için en yararlı ve en uygun olduğu belirtilip saptanacaktır.


d)   Türkiye ulusal halk hükümetinin geçmişte gördüğü işler ve değerli çalışmaları övücü bir dille anılacaktır.


e)   İşbu bildiride, yukarıda sözü edilenlerden başka, siyasa sayılabilecek bir görüş ve düşünceye yer verilmeyecektir.


19 Kasım 1922 günlü açık bir telyazısı ile de Abdülmecit Efendi'ye:


"Türkiye Devleti egemenliğinin sınırsız ve koşulsuz olarak ulusta bulunduğunu saptayan Anayasa gereğince yürütme erki ve yasama yetkisi kendisinde belirmiş ve toplanmış bulunan, ulusun biricik ve gerçek temsilcilerinden kurulmuş Türkiye Büyük Meclisinin 1 Kasım 1922'de oybirliği ile kabul ettiği gerekçe ve ilkelere göre, yüce Meclisçe 18 Kasım 1922 günü yapılan oturumunda halifeliğe seçilmiş olduğunu" bildirdim. (belge: 265)


19 Kasım 1922 günlü bir şifre telle Refet Paşa, çektiğimiz tellere yanıt veriyordu. Abdülmecit Efendi:"İmzasının üstünde, Müslümanların Halifesi ve Mekke ile Medine'nin Kulu (Hadimülharemeyn) sanını koyabileceği; cuma selamlığında halifelere özgü kaftan giyebileceği ve Fatih'inkine benzer bir sarık takınabileceği ve bunun uygun olacağı" düşüncesini ileri sürmüş. Müslümanlık dünyasına yayımlayacağı bildiride ise, Vahdettin Efendi için bir şey söylemek konusunda özür dilemiş; ayrıca bildiri İstanbul gazetelerinde yayımlanırken Türkçesi ile birlikte Arapça çevirisinin de yayımlatılması görüşünü ileri sürmüş. (belge: 266)


Refet Paşa'ya makine başında 20 Kasım 1922 günü verdiğim yanıtta, "Müslümanların Halifesi" sanı ile birlikte "Kutsal Mekke ile Medine'nin Kulu" (Hadimülharemeynişşerifeyn) deyiminin de kullanılmasını onayladım; ama cuma töreninde Fatih'in kılığına girmesini uygun bulmadım. Redingot ya da İstanbulin giyebileceğini, askeri elbise giymesinin elbette söz konusu olamayacağını bildirdim. Yayımlanacak bildiride Vahdettin'in adı anılmaksızın eski halifenin kişiliğinin ve zamanında düşülen kötü durumun söz konusu edilmesi gerektiğini bildirdim.


Abdülmecit Efendi Babasının Adı Dolayısıyla da Olsa "Han" Sanından Vazgeçemiyor


Refet Paşa'dan 20 Kasım 1922'de aldığım şifre bir telin birinci maddesinde şöyle deniliyordu: "Abdülmecit Efendi'nin 20 Kasım 1922 günlü yazısının altında Peygamberin Halifesi ve Kutsal Mekke ile Medine'nin Kulu sanının altında Abdülaziz Han Oğlu Abdülmecit imzası kullanılmıştır."


Baylar, yaptığımız uyarmayı iyi karşıladığını söylemiş olan Abdülmecit Efendi, "Müslümanların Halifesi" yerine "Peygamber Halifesi" ve babasının adı dolayısıyla da "Han" sanlarını kullanmaktan kendini alamamıştır. Birtakım düşünceler ileri sürdükten sonra da, bildirisinde Vahdettin'e değinmekten vazgeçtiğini; çünkü, "başkasının kötü işlerini anmak biçiminde bile olsa, böyle bir bildirinin kendi tutumuna ve yaradılışına ağır geleceğinin bilindiğini" bildirmiş. Bu, telin ikinci maddesinde yazılı idi. Telin üçüncü maddesi,benim Meclis Başkanı olarak kendisine halifeliğe seçildiğini bildirmek üzere yazdığım tele yanıt idi. Bu yanıtta: "Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine" diye doğrudan doğruya beni ilgilendiren özel bir başlık kullanılmıştı. Dördüncü maddede, Müslümanlık dünyasına yayımlayacağı bildirinin örneği vardı. Bu bildiriye İstanbul'un "Yüce Halifelik Merkezi" (Dârülhilâfetülâliye) olduğu da özenle yazılmış bulunuyordu.


21 Kasım 1922 günlü bir telde: "Peygamberin Halifesi yerine, daha önce bildirdiğimiz gibi, Müslümanların Halifesi denilecektir." dedik. Halifeliğe seçildiğini bildirmek üzere yazdığımız tele vereceği yanıtın bana değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına gönderilmesi konusunda kendisini uyardık. Yazılarında siyasal ve genel konuları kapsayan kelimeler bulunduğunu, bunlardan çekinmesi gerektiğini bildirdik.


Baylar, önemsiz ayrıntılar gibi görülebilecek olan bu açıklamalarımla belirtmek istediğim temel nokta şudur: Ben, kişisel egemenliğin kaldırılmasından sonra, başka sanla yine bu nitelikte bir makam sayılması gereken halifeliğin de kaldırılmış bulunduğunu kabul ediyordum. Bunun uygun zaman ve fırsatta söylenmesini doğal buluyordum. Halifeliğe seçilen Abdülmecit Efendi'nin, bu gerçeği hiç anlamadığı düşünülemez. Özellikle, onun, halife sanı ile padişahlık yapması için gerekli nedenleri ve koşulları hazırlayıp sağlayabileceklerini tasarlayan kimseler bulunduğu düşünülürse, kendisinin ve doğal yardımcılarının bön ve aymaz kişiler olduklarını sanmak hiç de doğru olamazdı.


Halife Olacak Kişinin Niteliği ve Yetkisi Ne Olacaktı


Şimdi isterseniz halife seçimi dolayısıyla Meclisin 18 Kasım 1922 günü yaptığı gizli oturumlardaki görüşmeler üzerine kısaca bilgi vereyim.


Mecliste sorunu çok ağır ve önemli sayanlar vardı. Özellikle hoca efendiler, kendi uzmanlıkları ile ilgili bir konu bulduklarından çok dikkatli ve uyanık idiler. Bir halife kaçmış... Onu halifelikten çıkarmak, yenisini seçmek... Sonra yenisini İstanbul'da bırakmayıp Ankara'ya getirmek... Ulusun ve devletin yakından başına geçirmek... Kısacası, halifenin kaçması yüzünden Türkiye'de, bütün Müslümanlık dünyasında kargaşa çıkmış, ya da çıkacakmış... Onun için önlemler alınmalı imiş... yollu düşünceler, kaygılar ileri sürülüyordu.


Konuşmacıların kimisi de, halife olacak kişinin niteliğinin ve yetkisinin ne olacağını saptamak gereğinden söz ediyordu. Ben de görüşmelere ve tartışmalara katıldım. Söylediklerimin çoğu, ileri sürülen düşüncelere yanıt niteliğinde idi. Söylediklerimin ana çizgileri şu cümlelerde idi.


"Söz konusu sorun çok tartışılıp irdelenebilir. Ama tartışma ve irdelemelerde ne denli ileri gidersek, sorunu çözümlemekte o denli güçlüğe uğrar ve gecikiriz. Yalnız şu noktaya dikkati çekerim: Bu Meclis Türkiye halkının Meclisidir. Bu Meclisin niteliği ve yetkisi yalnız ve ancak Türk halkının ve Türk yurdunun varlığı ve alın yazısı ile ilgilidir ve ancak ona etki yapabilir. Meclisimiz, kendi kendine bütün Müslümanlık dünyasına etkin bir güç edinemez baylar! Türk ulusu ve onun temsilcilerinden kurulmuş olan Meclisimiz kendi varlığını, halife sanını taşıyan, ya da taşıyacak olan bir kişinin eline veremez ve vermeyecektir baylar! Bundan dolayı Müslümanlık dünyasında kargaşa varmış, ya da olacakmış; bunların hepsi anlamsız ve yalan sözlerdir. Kim söylemişse yalan söylemiştir, yalan söylüyor."


Bu sözümü kabul etmeyen bir kişiye yanıt verdim, açıktan açığa dedim ki:


-Sen yalan söyleyebilirsin, bu yaratılıştasın!


Baylar, gürültüye yer olmadığını açıkladıktan sonra dedim ki: "Bizim, dünya gözündeki en büyük gücümüz ve erkimiz, yeni durumumuz ve niteliğimizdir. Halife tutsak olabilir. Halife adını taşıyanlar yabancılara sığınabilirler. Düşmanlar ve halifeler el ele verip her şeyi yapmaya girişebilirler. Ama, yeni Türkiye'nin yönetim biçimini, siyasasını, gücünü, kesinlikle sarsamazlar.


Türkiye Halkı Sınırsız ve Koşulsuz Olarak Egemenliğini Elinde Tutar


Türk halkının sınırsız ve koşulsuz olarak egemenliğini elinde tuttuğunu bir kez daha ve kesinlikle söylüyorum. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir biçimde, hiçbir renk ve belirtide ortaklık kabul etmez. Sanı ister halife olsun, ister ne olursa olsun, hiç kimse bu ulusun alın yazısında ona ortak çıkamaz. Ulus, buna, kesinlikle göz yumamaz. Bunu önerecek hiçbir milletvekili bulunamaz. Bunun için, kaçak halifeyi halifelikten çıkarmakta, yenisini seçmekte ve bu konu ile ilgili bütün işlemlerde, söylediğim görüşlere uymak zorunludur. Başka türlü hiçbir şey yapılamaz."


Saygıdeğer baylar, biraz tartışmalı ve gürültülü olmakla birlikte, Meclisin çoğunluğu, yapılacak işlem üzerinde görüş birliğine vardı. Alınacak sonucun ne olduğunu biliyorsunuz.


Padişahlığın kaldırılması üzerine İstanbul'da hükümet adını taşıyan Tevfik ve İzzet Paşalarla arkadaşlarının çekilme yazılarını Saray'a nasıl verdiklerinden, İstanbul'un yönetimini düzenlemek için verdiğimiz buyruklardan ve yönergelerden de söz ederek yüksek kurulunuzu yormayı yararlı bulmuyorum.

ALİ İHSAN PAŞA'NIN SUÇLU OLUP OLMADIĞI BELİRSİZ ONDAN DOLAYI KESİN BİR YORUM YAPMAK ZOR

KENDİSİ HAKKINDA ÇOK TARAFSIZ BİR BİLGİDE OLMADIĞI İÇİN İYİ YA DA KÖTÜ BİR KARAR VERMEK ZOR

HITLER TARAFINDAN DESTEKLENEN TURKISCHE POST ADLI YAYININ RESMI EDITORU

AHMET İZZET PAŞA VE ALİ İHSAN PAŞA MUSUL'U VERDİ DENİLİYOR İLGİLİZLERE TARTIŞMALI ÇOK KONU BULUNUYOR

BAZI IDDIALARA GOREDE BU ULKEYI SADECE ALI IHSAN PASA KURTARABILIR KAFASINA BURUNMUS

MUHTEMELEN GOREVDE ALINMA NEDENI EGER BASKALARININ ISI YOKSA BATI CEPHESINDE KOMUTANLAR ARASI GUC MUCADELESI DOGURMASIDIR KOMUTANIN EMRINE GIRMEMESIDIR

YANLIŞ HATIRLAMIYORSAM ENVER PAŞANIN ALTINDA ÇALIŞIYORDU ALİ İHSAN PAŞA 

İNÖNÜ VEYAHUT DİĞER KİŞİLERİN ALTINDA ÇALIŞMAK NİÇİN SORUN OLUYOR?

KENDİSİ BATI CEPHESİNİ ÇOK İYİ BİLDİĞİ İÇİN CEPHE KOMUTANININ EMRİNE GİRMEYİ ÇOK YEDİREMİYOR BAZI OLUMSUZ YÖNLERİDE OLABİLİR ARASINI TARİHE BIRAKLIM HAKKINDA COK BIR TARAFSIZ BILGI BULUNAMIYOR



Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

Top Post Ad

Below Post Ad

Sponsor