12 Eylül'ün Derin Misyonu: FEDERASYON! / Cengiz ÖZAKINCI
12
Eylül 1980 Askeri Darbesi, 42 yaşında... kırk yılda pek çok
değerlendirme yayınlanmasına karşın, darbenin “neden”leri, “niçin”leri,
“nasıl”ları bugüne dek tüm yönleriyle aydınlatılabilmiş değil. Kuşkusuz,
herkes kendi penceresinden bakar ve ne gördüğünü söyler; ama hiç bir
toplumsal olay, bir tek nedene dayandırılamayacağı gibi, tek pencereden
bakılıp nasıl göründüğüyle de açıklanamaz.
Bu yazıda, 12 Eylül
değerlendirmelerine, ilk kez “Türkiye’nin Siyasi İntiharı” adlı
kitabımda belgeleriyle gözler önüne serdiğim, daha önce bakılmamış bir
pencereden bakarak, özgün belge ve yorumlarla katkıda bulunmak
istiyorum. Bunun için, epeyce gerilere gidip, Lozan’dan başlayarak
Kıbrıs’tan Türkiye’ye gelmek gerekiyor. Lozan’da Türkiye, diğer
ülkelerde yaşayan Türkler’e tanınmayan hiç bir ayrıcalığın, Türkiye
sınırları içinde yaşayan diğer etnik topluluklara tanınmayacağını
savunuyordu. Örneğin Yunanistan’da bulunan Türkler’e tanınmayan hiç bir
ayrıcalık, Türkiye’de bulunan Rumlar’a tanınamazdı. 1
Atatürk,
komşu ülkelerde yaşayan Türkler için “özerklik”, “otonomi”, “federal
yönetim” vb.gibi “yönetsel ayrıcalıklar” istenmesi durumunda; o
ülkelerin de Türkiye’de yaşayan kendi soydaşları ve dindaşları adına,
aynı ayrıcalıkları Türkiye’den isteyeceklerini; bunun da Türkiye’nin
tek-odaklı (uniter) ulus devlet yapısını içten çökerteceğini
öngörüyordu. Bu amaçla Lozan’da, başka ülkelerde yerleşik bulunan
Türkler’in; ya iki yıl içinde Türkiye uyruğuna geçerek Türkiye’ye
taşınmaları; ya da bulundukları ülkenin uyruğuna geçmeleri karara
bağlanmış 2
ve yine bu bağlamda, Kıbrıs’taki Türkler’in de; ya adada kalıp İngiliz
uyruğuna geçmeleri ya da Türkiye’ye gelip Türk yurttaşlığına geçmeleri
üzerinde anlaşılmıştı. 3 - 4
O
yıllarda Anadolu, savaşlar, salgın hastalıklar, açlıklar, kıtlıklar,
kırgınlarla nüfusu 7-8 milyona düşmüş ıssız bir toprak parçası
olduğundan; Türkiye, komşu devletlerde yaşamakta olan Türkleri Doğu ve
Güneydoğu’da topraklar vererek Türkiye’ye çekmeye ve kimi etnik
toplulukların Anadolu’da belli bölgelerde yoğunlaşmasının yol açacağı
sakıncaları, etnik kaynaşmalar yoluyla gidermeyi amaçlıyordu. Lozan
Antlaşması’na, yurtdışında tek Türk kalmamacasına hepsinin Anadolu’ya
göç etmeleriyle sonuçlanabilecek
-çoğu bilgisizlerce Türklüğe ihanet olarak damgalanan- maddeler
konulması, Türkiye’nin işte bu yaşamsal gereksinimlerinden
kaynaklanıyordu. Hiç bir ülkede, hiç bir etnik ya da dinsel topluluğa, o
ülkenin toprak bütünlüğünü, tek-odaklı yönetim biçimini ve toplumsal
birliğini parçalayacak, devlet içinde devlet oluşturacak nitelikte
ayrıcalıklar verilemeyeceği görüşü; Atatürk Türkiyesi’nin iç ve dış
politikasının değişmez direğini oluşturuyordu.
1930’larda
imzalanan “Balkan Paktı” ve “Sadabat Paktı”nın ana ilkesi; birbirinin
içişlerine karışmamak; birbirinin toprak bütünlüğünü, toplumsal ve
yönetsel birliğini parçalayıcı eylemlerde bulunmamak; bu ilkelere aykırı
eylemlerde bulunmaya yeltenen iç ve dış güçlere karşı, hep birlikte
karşı koymaktı. Sadabat Paktı’nın 7. maddesi: “Bağıtlı taraflardan her
biri,kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak,
düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla
silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme
geçmelerini engellemeyi yükümlenir.” diyordu.
Atatürk’ün
“yurtta barış, dünyada barış” ilkesi, hem güven veren, hem korku salan
ve bu ikili özelliği ancak virgül (,) yerine eşit (=) konulduğunda doğru
kavranabilen bir denklemdi.[“yurtta barış = dünyada barış”] denklemi,
aynı zamanda [“yurtta savaş = dünyada savaş”]meydan okumasını da
içeriyor ve bu yönüyle, Türkiye’nin içini dıştan çomak sokarak
karıştırmayı tasarlayan “içsavaş” kışkırtıcılarına korku salıyordu.
Yurtta barış, yani
“içbarış”;ancak
“içsavaş”la bozulabilir; “içsavaş” da ancak etnik, dinsel ya da
sınıfsal egemenlik istemleriyle ulus devleti yıkmaya yönelik örgütlü
eylemlerden doğabilirdi. Türkiye, kendi “içbarış”ını, ancak komşu
devletleri Anadolu’daki etnik ve dinsel uzantılarını kışkırtmaktan uzak
tutarak sağlayabilir; komşu ülkeler de, kendi “içbarış”larını, ancak
kendi topraklarında yaşayan Türkler’in Türkiye tarafından
kışkırtılmasını önleyerek sağlayabilirlerdi. Atatürk’ün “yurtta barış
> dünyada barış” denklemi, bir anlamda, komşusunda “içsavaş”
kışkırtanın, kendi “içbarış”ını koruyamayacağını dile getiriyordu.
Atatürk, bu sözüyle, bir yandan “içimizi karıştırmayanın, içini
karıştırmayız” güvencesini verirken, öte yandan “yurttasavaş >
dünyada savaş” (yani, yurdumuzda içsavaş çıkartanın, yurdunda içsavaş
çıkartırız) korkusunu yayıyordu.
Demek ki, “yurtta barış = dünyada barış” denkleminin özü, “Misliyle Mukabele”ydi. 5 Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ile nüfusunun azımsanmayacak bölümü Müslüman-Türk
olan Sovyet Rusya arasındaki ilişkileri de, yine bu “denklem”
belirliyordu. Atatürk Türkiyesi,Sovyet Rusya’da yaşayan Müslüman
Türkleri ayrılıkçılığa kışkırtmıyor; bunun karşılığında Sovyet Rusya da,
Türkiye’de patlak veren ayrılıkçı ayaklanmaların bastırılmasına Kızıl
Ordu’yu Türk sınırına yığarak katılıyordu. 6 İki ülke, birbirinin “iç barış”ının güvencesiydi. Bütün bunların 12 Eylül’le ilgisini az sonra göreceğiz.Türkiye,
1945’lere dek komşularının iç işlerine karışmayan, komşularını da kendi
iç işlerine karıştırmayan, kendi toprakları üzerinde ve komşularında
ortaya çıkacak her türlü etnik, dinsel ayırımcılığa karşı, tek odaklı
ulus toplum düzenini savunan, bu yönüyle bütün dünyanın ve komşularının
saygısını üzerinde toplamış bir ülkeydi. İkinci Dünya Savaşı biter
bitmez, ülkelerin birbirine düşman iki öbekte toplanarak “Soğuk Savaş”a
tutuşmalarıyla birlikte, başını ABD’nin çektiği Anti-Sovyet,
Anti-Komünist Cephe’ye katılan Türkiye; üzerine yüklenen askeri ve
stratejik görevleri yerine getirirken, Atatürk’ün dış politikasından
yavaş yavaş uzaklaşıp, komşularının iç işlerine karışan bir ülkeye
dönüşecek; örneğin, Atatürk döneminde iç işlerine karışmadığı Sovyet
Rusya’daki Türkleri örgütleyip Sovyet yönetimine karşı ayaklandırmak
amacıyla gizli çalışmalar yürütecek, Irak, İran, Suriye, Mısır gibi
ülkelerde yönetim değişikliklerine karşı sert tutumlar takınacak, kimi
komşularındaki yönetimleri devirmek için, o ülkelerdeki Amerikan ya da
İngiliz yandaşı etnik ayrılıkçıları koruyup kışkırtan bir ülkeye
dönüşecek; salt yönetimi değişti diye Suriye’yi işgale davranacak;
böylelikle Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” ilkesinden
uzaklaşacaktı.
O
günlerde, komşularımızın içbarışını bozmaya yeltenmemiz durumunda,
kendi içbarışımızında tehlikeye düşeceğini; komşularımızın da
Türkiye’deki ayrılıkçıları kışkırtıp ayaklandırabileceklerini
anımsatanlar yok değildi kuşkusuz; fakat alay ediliyordu bunlarla.12
Eylül’den 25-30 yıl önce, Türkiye’de ve dünyada ortam buydu. İşte
“Kıbrıs Sorunu” 1940’ların sonu 1950’lerin başında, böyle bir ortamda
patlak verecekti. Lozan’da Türkiye, İngiltere’nin 1914’te ilhak ettiği
Kıbrıs üzerindeki egemenliğini, [günün birinde adayıterkedecek olursa
başka bir devlete değil Türkiye’ye bırakabileceği biçimde]- tanımıştı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bir yandan Amerika, diğer yandan Rusya,
İngiltere’yi bütün eski sömürgelerinden kovup oraları kendi
egemenlikleri altına almak için yarışırken, gözlerini Kıbrıs’a da
dikecek, İngiltere’nin Kıbrıs’tan da kovulması için çalışacaklardı.
Amerika
ve Rusya, Kıbrıslı Rumları kışkırtarak adayı İngiltere’den kopartmaya
yönelince, adanın gelecekte Yunanistan’a bağlanma olasılığı belirmiş ve
1947 Ekimi’nde Rumlar, İngiltere Sömürgeler Bakanına başvurarak, adanın
Yunanistan’a verilmesini istemişlerdi. Adadaki Rumlar’ın sosyalist
olanları Sovyet Rusya tarafından, diğerleri Amerika tarafından
İngiltere’ye karşı bağımsızlık savaşı vermeye özendirilirken,
İngiltere’nin adadaki egemenliğini korumak için yapması gereken şey,
adaya daha fazla İngiliz askeri göndermekti kuşkusuz. Fakat, üç yüz yılı
aşan sömürgecilik deneyimi bulunan İngiltere, yönettiği ülkelerde
yaşayan toplumlar arasındaki etnik, dinsel ve mezhepsel ayrılıkları
kışkırtıp onları birbirine düşürerek aralarına kan davası sokmak ve ne
zaman bu topluluklardan biri kendisine karşı bayrak açacak olsa, onun
karşısına aralarında kan davası bulunan diğer toplulukları dikerek,
kendisine yönelik saldırıları başkalarına yönlendirip etkisizleştirmekte
ustaydı. Kıbrıslı Rumlar, ABD, Rusya ve Yunanistan tarafından
kışkırtılarak İngiliz yönetimine karşı eylemlere başladığında, birkaç
provokatif eylemle onların karşısına Kıbrıslı Türkleri dikmeyi başaran
ve böylece adadaki egemenliğini daha fazla İngiliz askeri getirerek
korumak yerine, ada Türkleri’ni Rumlarla karşı karşıya getirerek
korumaya yönelen İngiltere; dünya kamuoyu gözünde, adada Rum-Türk
çatışmasını önleyebilecek, “varlığı gerekli” biricik güç olarak
algılanacaktı.
İngiltere,
adanın Rumlarca Yunanistan’a bağlanmaya çalışıldığından yakınarak
TürkleriRumlara karşı doldurduğu sırada; tek Parti döneminin son
Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 23 Ocak 1950’de T.B.M.M.’nde yaptığı
konuşmada; “Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını, İngiltere’nin
adayı bir başka devlete (Yunanistan’a) vermek niyetinde bulunmadığını,
bu nedenle gençlerin beyhude yere heyecana kapıldıklarını”
söylemişti.(24.01.1950 Cumhuriyet)
Madem Kıbrıslı Rumlar adayı
Yunanistan’a bağlamak istiyorlardı; Türkiye Lozan’da adanın İngiltere’ye
ait olduğunu kabul ettiğine göre, sahibi olduğu adanın Yunanistan’a
bağlanmasını önlemek de İngiltere’ye düşerdi; Kıbrıslı Türkler,
İngiliz-Rum dalaşmasında taraf olmamalıydı. Dört yıl sonra, Menderes’in
Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü de Türkiye için“Kıbrıs sorunu diye bir
sorun var olmadığı” görüşünü yineleyerek, “Kıbrıs halen İngiltere’ye
aittir.” diyecekti. (02.04.1954, Vatan)Mademki
Kıbrıs İngiltere’nin yönetimindeydi; madem ki Rumlar İngiltere’yi
adadan kovup ABD ve Yunanistan’a bağlamaya çalışıyorlardı; eh,
İngiltere’nin ordusu vardı, polisi vardı, uçağı vardı, donanması vardı,
topu vardı, tüfeği vardı; Kıbrıs’ın tüm gelirleri İngiltere’nin kasasına
giriyordu; öyleyse, adayı İngilizler’den alıp Yunanistan’a vermek
isteyen Rumları bastırmak; ada halkının can ve mal güvenliğini sağlamak,
İngiltere’ye düşerdi; ada Türkleri ve Türkiye, İngiliz’in Rum’a karşı
savaş meydanına sürebileceği Gurkalar, Anzaklar değildi; ada Türkleri,
Lozan gereği topluca Türkiye’ye gelip Türk uyruğuna geçmeleri
önerilmişken o tarihte adada kalıp İngiliz uyruğuna geçmeyi
yeğleyenlerdi; bunlar İngiliz yurttaşı idiler; güvenliklerini sağlamak
da İngiltere’nin görevi değil miydi? İngiliz devleti tüm gücüyle adaya
egemenken, Türk ordusu adanın iç güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’a
asker mi yığacaktı? Kıbrıslı Türkler, şayet can ve mal güvenlikleri
kalmamışsa; pekala Türkiye’ye göçebilirlerdi…
Verdiği
demeçle İngiltere’nin Türkiye’yi ve Türkleri Gurkalara, Anzaklara,
sömürge askerlerine dönüştürmesine karşı çıkan Fuat Köprülü, İngiliz
politikasını destekleyen gazeteler tarafından “Türk düşmanı”, “vatan
haini” imiş gibi damgalanacak; fakat Türkiye’yi kendi çıkarları
doğrultusunda kullanamayacağını anlayan İngiltere, adaya on uçak dolusu
İngiliz askeri göndermek zorunda kalacaktı.
Bu olaydan sonra
basın yoluyla Türkiye’nin Lozan’a dayalı Kıbrıs politikasını halkın
gözünde vatan hainliğiyle eşdeğerde bir suç haline getiren ve sonunda
Menderes’e “Kıbrıs sorunu milli bir dava haline gelmiştir” dedirten
İngiltere, Türkiye’yi Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın karşısına
dikerek, kendisini sanki “taraf” değilmiş gibi, “hakem” konumuna
yükseltmeyi başaracak; Kıbrıs’ta Türklere yönelik Rum saldırılarına
karşı 6-7 Eylül 1955’te Türkiye’de Rumlara yönelik İngiliz güdümlü
“etnik saldırı”lar gerçekleştirilecek ve İngiliz politikasına ters düşen
Fuat Köprülü, Dışişleri Bakanlığı’ndan uzaklaştırılacaktı.
Sömürgeler
Bakanı Lennox Boyd, Aralık 1956’da Avam Kamarası’nda İngiltere’nin
Kıbrıs’ta “etnik taksim” kozunu açıklayacak; Menderes, 28 Ocak 1957
tarihinde bütçe görüşmelerisırasında “etnik taksim” tasarısını
benimsediğini vurgulayacak; İngilizlerin, adayı elindenalmak isteyen ABD
ve Yunanistan’ı caydırmak amacıyla bir koz olarak öne sürdüğü “etnik
taksim”, İngiliz yandaşı Türk gazeteleri tarafından “ya taksim ya ölüm”
sloganına dönüştürülerek bütün Türkiye’ye yayılacaktı. Slogandaki “taksim”
sözcüğü, İstanbul’un bir semti olan “Taksim” değil, Kıbrıs’ın siyasi
anlamda “etnik paylaşımı” anlamına geliyordu. O tarihte belki de hiç
kimse, Türkiye’ye İngiltere tarafından benimsetilen “etnik taksim”
tasarısının, ileride Anadolu’nun taksimini isteyenler tarafından
Türkiye’ye karşı kullanılabileceğini öngörmüyordu. İngilizlerin “etnik
taksim” tehdidi, adayı Yunanistan’a bağlamak isteyen Rumlar’ı ürkütmüş;
Türklerle barış içinde bir arada yaşayabileceklerinden dem vurmaya
başlamışlar ve bir kaç yıl süren görüşmelerden sonra, aralarında
bakanlar da bulunan altmıştan fazla Kıbrıslı Rum,Türk, İngiliz ve EOKA
örgütü üyeleri, Manevi Cihazlanma Örgütü’nün İsviçre’de Caux’ta bulunan
Şato’sunda buluşmuşlar; Fazıl Küçük ve Ahmet Emin Yalman’la birlikte
orada bulunan Rauf Denktaş, EOKA’cı teröristlerin de günah çıkarıp
tövbekar göründükleri bu Şato’da yaptığı konuşmada; “Bugün geçmişte
olanlar için özür dilerim, Kıbrıs’ta Rumlarla Türklerin birlikte
yaşamasının Allah’ın isteği olduğunu taktir edemediğimizden kan aktı.
Devamlı şüphe ve korkularımızdan faydalananlar sadece komünistler
olmuştur. Kendimizi ilk önce Kıbrıslı, daha sonra Türk ve Rum olarak
kabul etmeliyiz.” demişti. [MRA- ManeviSilahlanma Mecmuası, 1960, sf.
18-20]
Gelgelelim,
Kıbrıs’ta, yurttaş kimliğinin, etnik kimliğin üzerine çıkartıldığı
ortam çok kısa sürecek, 1963-1964’lere gelindiğinde, Rumlar’ın Türklere
yönelttiği saldırılar ve toplu kıyımlar doruğa tırmanacaktı. 7
Mart 1964’te TBMM, Türkleri Rum saldırılarından kurtarmak üzere adaya
askeri müdahale kararı alacak; İngilizleri Rumlara kovdurtup adayı
Yunanistan’a bağlayarak kendi güdümüne sokmayı amaçlayan Amerika,
Türkiye’yi frenleyecek; jetlerimiz 7-8 Ağustos 1964’te Kıbrıs göklerinde
uyarı uçuşları yapacak; uçağı düşen Cengiz Topel’in şehit olduğu
haberi, Türkiye’yi yasa boğacaktı.
Bu süreç tırmanırken 4 Şubat
1964 günü Amerikan New York Times gazetesinde yayımlanan demecinde
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kıbrıs’ta “etnik federasyon”dan başka
hiç bir siyasi çözümü kabul etmeyeceğini dünyaya ilan eden Başbakan
İsmet İnönü, 16 Nisan 1964 günü bu görüşünü yineleyerek; “Batı ittifakı
yıkılır, yeni şartlarla yeni bir dünya kurulur; Türkiye bu yeni dünyada
kendisine yer bulur; Kıbrıs için razı olacağımız asgari çözüm,
federasyondur.” diyecekti.1964’te
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kıbrıs sorununa önerdiği “siyasi
çözüm”; “Etnik Federasyon”du.Adada etnik ayırımcılığa, etnik teröre
başvuran ve etnik bir egemenlik peşinde koşan Rumlar,siyasal istemlerini
hep “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti” gibi etnik çağrışım yapmayan
adlandırmalarla dile getirme kurnazlığı göstermişlerdi. Aynı kurnazlık,
ayrılıkçı Kürtler’in etnik istemlerini “Demokratik Cumhuriyet” vb. gibi
etnik çağrışım yapmayan adlandırmalarla dile getirmelerinde de
görülüyor. Buna karşılık, az önce Rauf Denktaş’ın konuşmasında
gördüğümüz gibi, siyasal özlemleri gerçekte “eşit yurttaşlık” tan başka
bir şey olmayan Türkler ise, istemlerini hep “taksim”, “federasyon” vb.
gibi etnik adlandırmalarla dile getirme yanılgısına düşmüşlerdi.
Türkiye, pekala Kıbrıs’ta Türklerin yaşadığı bölgede bir “Kıbrıs
Yurttaşlar Cumhuriyeti” Kurulmasını önerebilir; Türk bölgesinde Rumların
da eşit yurttaşolarak yaşayabilecekleri etnik ayırımcılığa dayanmayan
bir ulus devlet tasarısı sunabilirdi.
Fakat
öyle olmamıştı. Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler için “etnik federasyon”
istemesi, Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtlerle Batı’daki Ermeni örgütlerini
ayağa kaldıracak ve Sevr özlemini diriltmek için bahane arayan Batı;
Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler için istediği “etnik federasyon” kurma
hakkının, Türkiye tarafından Türkiye’de yaşayan Kürtlere de tanınmasını
isteyecekti. Kırk yıldır sesi soluğu çıkmayan Ermeni örgütlerinin, 1965
yılında birden bire harekete geçip ABD ve Avrupa’da “Soykırımın 50.
Yılı” kampanyaları başlatmaları ve aynı yıl Türkiye’de gizli “Türkiye
Kürdistan Demokrat Partisi” kurulması; Türkiye’nin KıbrısSorunu’ndaki
“federasyon” talebine, Batı’nın, ayrılıkçı Kürt ve Ermeni örgütlerini
kullanarak verdiği “federasyon”cu bir yanıt olacaktı.
Türkiye’de
hangi etnik kökenden olursa olsun her bireyin eşit yurttaş olarak tüm
olanaklardan yararlandığı; oysa Kıbrıs’ta Türkler’in böyle bir olanaktan
yoksun bırakıldıkları; can ve mal güvenliklerinin bulunmadığı;
Türklerin Kıbrıs’taki durumuyla Kürtlerin Türkiye’dekidurumunun asla
birbiriyle karşılaştırılamayacağı ortadaydı. Fakat Türkiye, terazinin
bir kefesine “Kıbrıs’ta Türklere federasyon” tezini koyunca; Batı, öbür
kefeye derhal “Anadolu’da Kürtlere, Ermenilere federasyon” tezini
yerleştirecek ve Başbakan İsmet İnönü, kendisine New York’tan gönderilen
bir mektupta; “Kıbrıs’ta Türk Federasyonu” > “Anadolu’da Kürt
Federasyonu” denklemiyle karşı karşıya kalacaktı. 27 Mayıs’tan kısa süre
önce Türkiye’den kaçıp ABD’ye iltica eden Demokrat Parti
Milletvekillerinden Mustafa Remzi Bucak, Başbakan İnönü’ye seslenen ve
kimi Türk gazetelerine de postaladığı 3 Ocak 1965 tarihli mektubunda 8 , Amerika’da kurulan bu denklemi şöyle açıklıyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti Başvekili Sayın İnönü’ye Açık Mektup Yahut Federasyon Neden Türkiye’de Tatbik Edilmesin!Sayın
İnönü, Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin görüşlerinizi, 4 Şubat 1964 tarihli
New York Times gazetesinde ilgiyle okumuştum.(…) Kıbrıs’ın iç yapısına
ilişkin görüş ve önerilerinizi, yani “iç otonomi”yi, “federatif” yönetim
biçimini bilmem bizzat Türkiye Cumhuriyeti için bir an olsun düşündünüz
mü?(...) Cumhuriyet devleti sınırları içerisinde yoğun olarak en az
sekiz milyon Kürt yaşamaktadır ve bunlar örneğin Kıbrıs’taki Türkçe
konuşan kitlenin sahip olduğu siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik
hakları özgürce kullanmaktan vazgeçtik, kendilerine Kürt diyebilmek,
anadillerini serbestçe konuşmak ve okuyup okutabilmek hakkına bile
sahipdeğillerdir.(...) Çözüm, sizin alt tarafı 80.000 Kıbrıs’lı Türkçe
konuşan topluluk için düşünüp uygun gördüğünüz “federatif” yönetim
biçiminin bizzat Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamakta bulunan
8.000.000’luk Kürt topluluğu için de kabul edilip uygulanmasıdır.(...)
Kıbrıs’taki kardeş kanının akıtıl masını önlemek için, Kıbrıs’a
“federasyon” öneren Sayın İnönü, acaba neden Başbakanlığını yaptığı
devlet sınırları içindeki 8.000.000’luk Kürt kitlesinin bir an evvel
ızdıraptan kurtulmasını aklından olsun geçirmez?(...) Sizin Kıbrıs’taki
Türkçe konuşan kitle için bir hak görüp önerdiğiniz “federatif” yönetim
biçimi, yönetimini üstlendiğiniz devlette de uygulanmayacak olursa
sonuçta ayrılma gerçekleşecektir. Ve bundan doğacak her sorumluluğun
bütünüyle Cumhuriyet devleti yöneticilerinin boynunda kalacağını kesin
olarak bilmek ve kabul etmek zamanın gelmiş ve geçmekte olduğunu
görmeniz gerekir.(...) Anayasa buna uygun biçimde değiştirilerek devlete
yeniden bir çeki düzen verilir, duruma ve ortama en uygun olan
“federatif” yönetim biçimi kabul edilerek uygulamaya geçilir, bir iç
kanama ve operasyona tabi tutulmadan devlet hakkıyla iç huzuruna
kavuşmak mutluluğuna erişir.(...) Federatif Kürt-Türk Cumhuriyet
Devleti’ni görmek ümit ve dileğiyle.(...) En derin saygılarımızla,
Mustafa Remzi Bucak.
3 Ocak 1965, 619 W 176 apt. 5 K.
New york-33 N.Y.”
Mustafa
Remzi Bucak’ın dilini güncelleştirerek özetlediğimiz 30 sayfalık
mektubunda,“Ağrı” dağından Ermenice adıyla “Ararat” diye söz etmesi,
Türkiye’nin Kıbrıs’ta etnik federasyon tezine karşı Amerika’da
“Soykırımın 50. Yılı” kampanyası başlatarak; “mademTürkiye Kıbrıs’ta
Türkler için etnik federasyon istiyor, öyleyse Ararat (Ağrı dağı) ve
dolaylarıda Ermenilerindir.” diyen Ermeni örgütleriyle dayanışma içinde
bulunduğunu ele veriyordu. New York’ta Amerikan İncil Derneği (American
Bible Society) üyesi olan Mustafa Remzi Bucak’ın kızı da Teksas Baptist
Hıristiyan Kolej’de (Texas Baptist College) okumaktaydı. Uluslararası
İnsan Hakları Derneği’nin (International League for the Rights of Man)
yönetim kurulu üyesi olan Bucak, bu örgütte “Kürt Hakları Uzmanı” olarak
çalışıyordu. 9
İnönü, 5 fiubat 1965 günü Başbakanlık’ tan istifa edip yerine Suat
Hayri Ürgüplü’ nün Başbakanlığında yeni bir koalisyon hükümeti
kurulunca, Bucak, aynı mektubu 23 Şubat 1965 günü, bir kez de Ürgüplü’ye
de gönderecekti. O tarihte Ürgüplü’nün Başbakan yardımcısı olan
Süleyman Demirel, seçimleri kendi partisinin kazanmasıyla birlikte
Başbakan olunca, Bucak’ın [“Kıbrıs’ta Türk federasyonu” > “Türkiye’de
Kürt federasyonu”] denklemi bu kezde onun önüne konacaktı. Merhum
general Vedii Bilget, bir makalesinde Amerika’dan ulaştırılan “Federatif
Kürt-Türk Cumhuriyet Devleti” tasarımının, Başbakan Demirel tarafından
Genelkurmay’a iletildikten sonra reddedildiğini yazacaktı. 10
Ocak
1965’te Amerika’da tasarlanan [“Kıbrıs’ta Türklere federasyon” >
“Türkiye’de Kürtlerefederasyon”] denklemi, 11 Temmuz 1965’te
Diyarbakır’da kurulan gizli “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”nin
belgeleri arasında da bulunacaktı. Sosyalist Rus yandaşı Kürt
örgütlerine karşı; Amerikancı Kürt aşiret reislerinin, Kürt toprak
ağalarının, Kürt ulema ve mollalarının çıkarlarını savunan; 19 Ocak
1968’de üyeleri yakalanıp yargılanan, fakat bir yöneticisinin kimliği
saptanamayan bu gizli parti, Amerika’da yaşayan Remzi Bucak’la
bağlantılıydı. “1914-Doğu Anadolu Islahat Projesi”nde Ermenilere tanınan
bütün ayrıcalıkları, “Ermeni”yi silip yerine “Kürt” sözcüğünü yazarak
Kürtler için istemekten ibaret olan parti programı, özetle şöyleydi:
“Parti
bütün esir milletlerin yardımcısıdır. Birleşmiş Milletler fikrine
bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde meskun Kürtlerin siyasi, iktisadi ve
kültürel haklarının tanınmasını amaçlar.Türk Anayasası’na şu kayıtlar
konmalıdır:“Türkiye
Cumhuriyeti, Kürt ve Türklerden teşekkül eder. Bu iki millet her
hususta eşittirler.”Türk Parlamentosunda Kürtler nüfus oranına göre
temsil edilmeli, vekiller heyetinde yer almalıdırlar. Türkiye ve
Kürdistan bölgelerinin sınırları belirtilmelidir. Kürdistantopraklarına
muhacir yerleştirilmemelidir. Kürdistan vilayet ve köylerinin isimleri
değiştirilmemeli yahut değiştirilmiş olan varsa eski isimlerine
çevrilmelidir. Kürdistan şehirlerine vali, idare amirleri, adli ve bütün
memurlar Kürtlerden olmalı, Kürtlerin örf veadetleri kanunlarda yer
almalıdır. Türkiye Kürdistanı’nda resmi dil Kürtçe olmalıdır. Tahsil
Kürtçe olmalıdır. Ama Türkçe de öğretilmelidir. Kürdistan Üniversitesi
kurulmalı, Kürtlerintahsili devlet tarafından karşılanmalıdır.
Kürdistan’da Kürtçe radyo kurulmalıdır. Kürtçekitap gazete mecmua
neşredilmelidir. Alim ve molla ile ibadethaneler de devlet tarafından
karşılanmalıdır. Petrol ve madenler çıkartılmalı ve Kürdistan’da tasviye
edilmelidir. Kürdistan’da çıkan petrol ve madenlerden temin edilen
kârın %75’i Kürdistan’a sarf edilmelidir. Türkiye Kürdistanı 46 yıldır
Türkiye’nin sömürgesidir. Türkiye Kürtlere jenosid (soykırım)
uygulamıştır. Kıbrıs’ta Rumlardan federasyon isteniyor da Kıbrıs’ın
birliğibozulmuyor. Amacımız, Türkiyelileşmektir. 11
1962’den
başlayarak Amerikan Barış Gönüllüleri’nin doluştuğu Diyarbakır’da 11
Temmuz1965 günü kurulan gizli “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi”nin
yukarıda özetini verdiğimiz programında Amerikan parmağı bulunduğunu ele
veren olgu, 1. maddede geçen “Esir Milletler’in Yardımcısı” deyimiydi.
Bu, Amerika’da, Chicago’da, ABD Başkanı Eisenhower tarafından 1959
yılında özel kanunla örgütlenen “Captive Nations Friends Committee”
adının Türkçe çevirisinden oluşuyordu. 12
Bu
örgütün her yıl Temmuz ayında düzenlediği “Esir Milletler Haftası” nın
baş rol oyuncularıErmenilerdi. Anlaşılan, 11 Temmuz 1965’te, yani ABD’de
“Esir Milletler Haftası”etkinliklerinin yapıldığı günlerde, belki de o
tarihte Diyarbakır’da bulunan kimi Ermeni kökenli Amerikan Barış
Gönüllüleri’nin iteklemesiyle kurulmuş olan gizli “Türkiye Kürdistan
Demokrat Partisi”, Amerika’da Ermenilerin etkin olduğu bu komiteye
bağlılığını, programın ilk maddesinde partinin “Esir Milletlerin
Yardımcısı” (Captive Nations Friend) olduğunu belirterek vurgulamıştı.
Parti üyeleri 1968 yılında MİT tarafından izlenip yakalanır yakalanmaz,
Amerikan Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International of the U.S.A.)
devreye girip Türkiye’nin Washington’daki Büyükelçiliği’nden bilgi
isteyecek ve Amerikanörgütleri, bu partinin kılına zarar gelmemesi için
var güçleriyle çabalayacaklardı. 13
Partinin
yukarıda özetini verdiğimiz programı dikkatle okunduğunda, bugün
gazetelerde, televizyonlarda en yüksek sesle savunulan görüşlerin
tümünün; gerçekte, 45 yıl önce 1965’te Amerikan parmağıyla kurulan bu
gizli parti tarafından ortaya atıldığı görülecektir. Daha dailginci, bu
Amerikan güdümlü etnik federasyoncu partinin görüşleri; 1960’ların
sonunda kurulan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin programında
aynen yinelenmişti.
“Kıbrıs’ta
Türk Federasyonu” > “Anadolu’da Kürt Federasyonu” denkleminin
Türkiye’ye ilk kez dayatıldığı 1965 yılından günümüze dek Türkiye’de
hangi dış etkilerle ne gibi siyasal bozunumlar yaşandığını “Bütün
Dünya”nın Kasım 2009 sayısında yayımlanan “Yurttaşlığın Küresel
Düşmanları” başlıklı yazımda ayrıntılarıyla anlattığım için, burada
yinelemeden geçiyorum. İngiltere’nin, kendisini Kıbrıs’tan kovmaya
çalışan Amerikan, Rus, Yunan destekli ada Rumlarının karşısına
1945’lerden başlayarak çeşitli provokasyonlarla ada Türklerini dikip,
iki toplum arasına kan davası sokarak adadaki varlığını koruma
sürecinde, olaylar giderek tırmanmış; sonunda Türk ordusu, İngiltere’nin
kendisini adaya çekmek amacıyla kasten engel olmadığı bu katliamlara
bir son vermek üzere, “1974 Kıbrıs
Barış
Harekatı”nı gerçekleştirmişti. Anımsamakta yarar var: Amerika, kapalı
kapılar ardında Saddam Hüseyin’i Kuveyt’i almaya kışkırtmış; Amerikan
Büyükelçisi Bayan April Glaspie, 25 Temmuz 1990 günü yaptıkları
görüşmede, Kuveyt’i almaya kararlı olduğundan söz eden Saddam’a; “Sizin
Kuveyt'le olan sorununuz ya da Arap dünyası ile çekişmeleriniz bizi
ilgilendirmez. Dışişleri Bakanımız Baker, bunu size açıkça bildirmemi
istedi, 1960'larda bu sorun ilk çıktığında da söylediğimiz gibi, Kuveyt
ABD'nin müttefiki değildir.” diyerek, ABD’nin tarafsız kalacağını
bildirmiş; fakat Irak ordusu 2 Ağustos 1990’da ABD’nin sözlü güvencesine
dayanarak Kuveyt’e girer girmez, aynı Amerika, Saddam’a derhal işgalci
damgası vurup Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkartmak üzere bütün dünyayı
ayağa kaldırarak Irak’a milyonlarca ton bomba yağdırdıktan sonra;
askeri, siyasi, ekonomik ambargolar uygulamaya başlamış; 12 yıl süren
ambargolar sonunda, hastahaneleri tedavi yapamaz, uçakları uçamaz,
silahları kullanılamaz, sanayisi üretemez, petrolü satılamaz hale gelip
bütün kurumları çöken Irak’ı, 2003 yılında, bir kaç gün içerisinde işgal
edivermişti. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’na, kapalı kapılar ardında
hayır demeyen ABD ve İngiltere’nin, Türk askeri adaya ayak basar basmaz
Türkiye’ye işgalci damgası yapıştırıp; daha sonra da ekonomik, askeri,
siyasi ambargo uygulayarak, Türkiye’ye açıktan açığa “federasyon”
dayatmaları; 12 Eylül Askeri Darbesi’ne giden yolda Türkiye’nin
yazgısını belirleyen belki de en önemli olaydı.
1974
Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra 1975’te “Kıbrıs Türk Federe Devleti”
kurulmuş; buna karşılık ABD ve Batı, bir yandan Türkiye’ye silah
ambargosu uygularken, aynı anda ayrılıkçı örgütleri silahlandırmaya hız
vermiş ve 1975 yılında kurulan Ermeni ASALA örgütü Türk diplomatlara
ardarda suikastler düzenlemeye başlamıştı.
1976-1977-1978
yılları, “federasyoncu”luğu sosyalizmin besmelesi imiş gibi
benimsetmeye koyulan sol örgütlerin silahlı eylem dozunu artırdığı
yıllar olmuştu. 12 Eylül’e 2 yıl kala; sokakları kan gölüne çeviren dış
destekli siyasal terör; ordunun ambargo nedeniyle yedek parçasızlıktan
ve bakımsızlıktan çürüyen savaş araç gereçleri; dış borç musluklarının
kapanması nedeniyle Demirel’in deyimiyle “yetmiş sente muhtaç” duruma
düşmemiz; Merkez Bankası’ndaki döviz rezervinin 10 milyon dolar gibi
gülünç bir düzeye düşmesi; dışa bağımlı sanayinin en yaşamsal dış
girdilerinden yoksun bırakılması; ihracatın da ithalatın da uluslararası
ekonomik ve siyasi engellere toslaması; 14 ülkenin ordusunu, maliyesini, sanayisini hızla çökertiyordu.
Türkiye,
1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra Batı’nın uygulamaya başladığı
ambargolarla,4 yıl içinde çöküşün eşiğine gelmişti. Batı’nın gerek
Türkiye’ye gerekse Kıbrıs Türkleri’ne ambargo uygulamasının nedeni,
Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler için hak saydığı “etnik federasyon”u,
Anadolu’da Kürtler için hak görmeyerek, Birleşmiş Milletlerin etnik
federasyonlara yasallık sağlayan sözleşmesini imzalamamasıydı. Türkiye
ne zamanKıbrıs Türk Federe Devleti’nin tanınması için uluslararası
girişimlerde bulunsa, “Anadolu’da Kürtler için etnik federasyon
kurmadıkça, Kıbrıs’ta Türkler için kurduğunuz “etnik federasyon”u
tanımayız” denilerek geri çevriliyor; Türkiye’yi adım adım yıkıma
sürükleyen ambargoların kaldırılması, bu uyduruk, haksız, dayanaksız
denklemin çözülmesine bağlanıyordu. Türkiye, yıkıcı ambargolardan
kurtulmak için, “çifte standartçı devlet” konumundan bir anönce çıkmak;
bu düğümü bir an önce çözmek zorundaydı. Devlet yönetiminde görevalan
sivil, asker, bürokrat, diplomat ve siyasetçiler arasında; “Ambargolara
daha fazla direnemeyiz; Batı’nın dayattığı federasyonu kabul edip
Ambargolardan kurtulalım” diyenlerin sayısı her geçen gün artıyordu.
Tümden yok olmaktansa “federasyon”a dönüşerek var kalalım, diyenlerin
görüşü; Orgeneral Kenan Evren’in 7 Mart 1978’de Genelkurmay Başkanı
olmasıyla birlikte ağır basacak ve Türkiye’nin federasyon sözü vermesi
karşılığında Amerika,Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu 25 Eylül 1978’de
kaldıracaktı.Ambargonun
Amerikan üslerini kapatma tehditlerimizin sonucu olarak kaldırıldığına
inanlar vardı. Oysa, 1978’e dek Cumhuriyet tarihi boyunca tek-odaklı
ulus devleti dillerinden düşürmemiş olan sivil, asker, bürokrat,
diplomat ve siyasetçilerden pek çoğunun, 1978’de ambargo kaldırılır
kaldırılmaz “eyalet”, “federasyon” havarisi kesilmeleri; Amerikan
ambargosunun, federasyon ödünü karşılığında kaldırıldığını gösteriyordu.
Gelgelelim,
1978’de Türkiye’de halk desteğinden yoksun bir avuç ayrılıkçı dışında
kendisini Kürt sayanlar dahil geniş kitlelerin “etnik federasyon” istemi
bulunmadığı gibi, “sen Kürtsün, ben Türk’üm” gibi etnik kimliği öne
çıkartan sürtüşmeler dahi parmakla sayılacak denli azdı. Böyle bir
Türkiye’de, Hükümetlerin durup dururken “etnik federasyon”dan söz
etmeleri, herşeyden önce kendi milletvekilleri ve seçmenleri tarafından
alınlarına hain damgası vurulmasına yol açacağından; ortada ayrılıkçı
bir terör örgütü ve bütün Türkiye’yi sarsan ayrılıkçı eylemler olmalıydı
ki, hükümetler “çözüm getiriyoruz” diyerek halka “etnik federasyon”u
benimsetebilsinler. İşte, MİT'in kullandığı bir büroda çaycılık yapmış,
İslamcı şair Necip Fazıl'ın hayranı, Milliyetçi-Mukaddesatçı Abdullah
Öcalan'ın, 24 Mayıs 1978 günü bir MİT mensubunun kızıyla evlendikten 6
ay sonra 27 Kasım 1978'de kurduğu “etnik federasyon”cu ve de “sosyalist”
maskeli PKK; Amerika'nın ve Eylül 1978'de Amerika'ya federasyon sözü veren
Türk yöneticilerin, toplumu “federasyon”a ikna etme gereksinimlerini
karşılayan bir örgüt olarak o kesimlere böyle bir “hizmet” yapacaktı.
Nitekim, 1999’daKenya’da yakalanan Öcalan’ın uçaktaki ilk sözleri; “Eğer
bir hizmet gerekiyorsa yaparız. Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim.
Fırsat verirseniz ederim. İyi hizmet edeceğime inanıyorum. Bir fırsat
verilirse, bir hizmet imkanım varsa, ki inanıyorum vardır, hizmet
yapabilirim.” olacaktı. 15
Batı’nın
Anadolu’da “etnik federasyon” dayatmasını 1978’de kabul eden sivil,
asker, bürokratve siyasetçiler arasında, bunu halka Osmanlı’dan kalma
“eyalet” adıyla benimsetmenindaha kolay olacağını düşünenler
çoğunluktaydı, çünkü o tarihte “federasyon”, “özerklik” gibisözler halka
doğrudan Sevr’i çağrıştırdığından, vatan haini diye damgalanmaktan
korkuyorlardı.
Başbakan Demirel’in; “Türkiye’yi Ankara’dan
yönetmek imkanı kalmamıştır. Türkiye 15 bölgeye ayrılmalı, her bölge
için ayrı plan yapılmalı.” 16
sözleri, 1979’un Aralık ayında işte böyle bir ortamda yayınlanacak ve
”Eyaletçi” 12 Eylül Askeri Darbesi, Demirel’in budemecinden çok değil 10
ay sonra gerçekleştirilecekti.
Anımsatalım: O tarihte doğrudan
devlet güçlerine, devlet kurumlarına yönelik bir “etnik terör” yoktu.
PKK, bu darbeyi –her nasılsa?- aylar öncesinden haber alıp Suriye’ye
taşınmışve o tarihte bu örgüt henüz Türkiye’de askere polise yönelik
etnik ayrılıkçı nitelikte bir tek saldırı dahi gerçekleştirmemişti.
Yıllarca Türkiye’yi kan gölüne çevirip bir türlüyakalanamayan diğer
teröristler ise, darbeden sonraki bir kaç gün içerisinde -kuşku verici
bir hızla- yakalanmışlar ve ülkede iç güvenlik bütünüyle
sağlanmıştı.Darbeye direnen yoktu. Böylesine süt liman bir ortamda,
darbenin Genelkurmay Başkanı, bir yandan alanlarda birlik beraberlik
söylevleri çekip “Kürt diye bir şey yoktur" diyerek ayrılıkçılığa ver
yansın ederken; öte yandan, aynı anda, kendi buyruğunda çalışan
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler (ATASE) bürosu, Türkiye’yi
Atatürkçü bir görünümle “federasyon”a geçirebilmenin yollarını
yöntemlerini oluşturmaya çalışıyordu.Bu doğrultuda, darbeden altı ay
sonra tamamlanan bir tasarı,
10 Mart 1981 günü Genelkurmay’ın ilgili odaklarına ulaştırılacaktı.
Türkiye’nin, bizzat darbe yönetimi tarafındanve Türk yöneticiler eliyle
Kürt federasyonuna bölünmesinin “en Atatürkçü” (!) yolunugösteriyordu bu
Genelkurmay tasarısı...İlk kez Şubat 1997’de “Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi”nde, bizzat kaleme alan generaltarafından gizliliği kaldırılıp
yayımlanan 10 Mart 1981 günlü Genelkurmay ATASE belgesi, 12 Eylül’ün
derin misyonunun Atatürk’ün kurduğu tek-odaklı Cumhuriyeti,
Atatürkçügörünerek çok-odaklı “federasyon”a dönüştürme işinin nasıl
yapılacağını özetle şöyle açıklıyordu:
“T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI - ANKARA
10 Mart 1981
ATASE: 7130 – 81 SEK.
KONU: Özel bir Jeo-politik İnceleme-12 Eylül 1980 Sonrası Tedbirleri ve TürkiyemizinYakın Geleceği Üzerine Bir Rapor Denemesi:
(...)
Milletin Ankara’ya güveni ciddi biçimde sarsılmıştır ve Türkiye’miz
bugün tek merkezden idare edilebilme imkanını yitirme sınırına
gelmiştir.
(...) Her il merkezi, teşrii (yasama), icrai (yürütme) ve
kazai (yargı) yetkileriyle techiz edilerek 67 il merkezimizde, Millet
Meclisleri kurulmalıdır.
(...) 1919-1938 yılları arasında,
Ankara’daki tek lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bütünTürkiye’ye
yetiyordu. Ancak köprülerin altından çok sular geçti, Bugün tek değil,
her vilayette bir Atatürk’e; 67 adet 23 Nisan 1920 Meclisine ihtiyaç
vardır.
(...) Yunanlılar eski Osmanlı vatandaşlarıdır.(...) Yunanistan’la bir federasyon kurmalıyız.
(...)
Kıbrıs dörde bölünüp Girne Türkiye’ye bağlanabilir, Baf Yunanistan’a
bırakılabilir,bunlar dışında kalan topraklarda da federe bir devlet
kurulur: Türk - Rum Federe Devleti.
(...) TRT ve diğer yayın
organlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşımüsamahası uygun
vesilelerle dile getirilmelidir.
(...) Bilgi ve gereğini arzederim. Mahmut Boğuşlu. Tümgeneral. As. T. ve Str. E. Bşk”
Daha
1981’de “yerinden yönetim”le “merkezsizleştirme”yi kurtuluş olarak
gösterip, sanki her il bir milletmiş gibi her ilde yasama, yürütme,
yargı eşdeyişle devlet yetkileriyle donanmış bir Millet Meclisi
kurulmasını ve her ilin kendi Atatürk’ü (yani, kurtarıcısı, devlet
kurucusu)tarafından yönetilmesini savunmak; her ilin kendi yasama,
yürütme, yargı organları olmalı diyerek böylece çok hukukluluğa
yönelmek; bir yandan Türkiye’de 67 eyaletli bir
federasyonoluşturulmasını isterken bir yandan da “Türk-Yunan
Federasyonu” önermek; Girne’yi Türkiye’ye bağlayıp Kıbrıs’ın geri
kalanını bırakmak, vs... bütün bunlar; Kıbrıs’ta kurulanTürk Federe
Devleti’ni Anadolu’da bir Kürt Federe Devleti kurdurarak ödetmek isteyen
Batı’ya, ambargoyu kaldırması karşılığında vaadedilmiş olan
federasyonu, “Atatürkçü, çok Atatürkçü”(!) görünerek gerçekleştirebilme
çabalarının bir sonucuydu.12
Eylül Genelkurmayı’nın kapalı kapılar ardında gizlice “federasyon”
tasarladığını gözler önüne seren bu belgenin altı sayfadan oluşan
eksiksiz tıpkı basımını, “Türkiye’nin Siyasiİntiharı: Yeni-Osmanlı
Tuzağı” adlı kitabımın 673-681. sayfalarında yayımladım.Okuduklarına
inanamayan kimi gazeteciler, 12 Eylül Darbesi’nin Devlet Başkanı
+Genelkurmay Başkanı + Milli Güvenlik Konseyi Başkanı olan Orgeneral
Kenan Evren’ekoştular. Evren’in 28 Şubat 2007 günlü Sabah gazetesinde
yayınlanan:
“Bölge valilikleri belki de eyalet olur diye düşünmüştük. Bundan korkmamak lazım.”
(...) “Kaç senesi var bilmiyorum ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir.”
sözleri
şok yaratacak; bütün gazete ve televizyonlar, daha fazla demeç almak
için Evren’in kapısına yığılacak ve Evren, 1 Mart 2007 günlü Hürriyet
gazetesinde yayımlanan demecinde:“Aslında bu düşüncem yeni değil. Daha 1980'li yılların başında bunları düşündüm.”
(...)
“Bölge idare mahkemelerini kurarken bu zihniyetle hareket ettik.
Türkiye'yi birtakımbölgelere böldük. Yetkileri oraya devrettik.”
(...)
“Cumhurbaşkanı iken Bavyera'yı ziyarete gitmiştim. Baktım üç bayrak
çekmişler. Bir Türk, öteki Alman bayrağıydı. Bu üçüncüsü ne bayrağı diye
sordum. 'Burası Bavyera Eyaleti, onun bayrağı' dediler.”
(...) “Türkiye bir gün mutlaka bu adımları atacak. Yoksa huzur bulmamız mümkün değil.”
(...)
“Tutturmuşlar bir karış toprak vermeyiz diye. Bunlar dünyaya ayak
uyduramayan insanlar. Huzur bulmak istiyorsak cesur adımlar atmalıyız.”
(...) “Geldiğim yaş ve yaptığım işler bana bu cesareti veriyor. İşte ben de çıkıp söylüyorum.” diyecekti.
Daha
önce, “Türkiye’de Valileri seçilmiş dört eyalet istedim, olmadı”
sözleri 28 Mayıs 2000 tarihli Yeni Binyıl gazetesinde yayımlandığında
kimsenin dikkatini çekmeyen Evren; 2007’de verdiği bu dikkat çekici
demeçlerle, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı” kitabımda belgelerle gözler
önüne serdiğim “12 Eylül’ün derin misyonu federasyondur.” saptamamı, en
yüksek düzeyde doğrulamış oldu.Gelgelelim,
kendisini Kürt sayanlar dahil, toplumun ezici çoğunluğunun “federasyon”
diye bir talebinin bulunmadığı; dahası, PKK’nın bile henüz devlet
güçlerine karşı eylemlere başlamamış olduğu 1980 yılında; bir Türk
Genelkurmay Başkanı’nın amaçları arasında nasıl olup da Türkiye’yi
“federasyon”a geçirmenin bulunduğu; darbeci generallerin nasıl olup da
PKK’dan önce “federasyon”cu olabildikleri sorusu, kimsenin usuna
gelmedi.
12 Eylül Genelkurmayı, bir yandan 7 Kasım 1982'de
yürürlüğe soktuğu Anayasa'da “Madde3- Türkiye Devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür” derken, öte yandan kapalı kapılar
ardında Türkiye'yi federasyona dönüştürmek üzere sinsi çalışmalar
sürdürecek; federasyona geçişte ilk adım olduğu 27 yıl sonra Evren
tarafından ifşa edilen “BölgeValiliği” kararnamesini, 6 Kasım 1983
seçimlerinden bir ay önce, 4 Ekim 1983 günü ResmiGazete'de yayımlayarak
yürürlüğe sokacaktı. Atatürkçü subaylara; “8 jandarma bölgesinde 8 bölge
valiliği kurarak sivil idareyi askeri yapılanmaya uyarlıyoruz” diye
yutturulan bu kararnamenin kanuna dönüştürülme işini büyük bir
kurnazlıkla sivil parlamentoya bırakanDarbe Yönetimi; parlamentoya
girecek sivil yandaşlarının kararnameye “bölge valilerinin halk
tarafından seçilmesi” maddesini ekleyerek kanunlaştırılmasını ve
böylelikle “bölücü” damgasının gelecek kuşaklarca darbeci askerlere
değil, seçimle toplanmış sivil parlamentoya yapıştırılmasını
tasarlıyordu. Seçimlerden sonra parlamento gündemine getirilen bu
federasyoncu kararname; kimi milletvekillerince “valilerin halk
tarafından seçilmesi” koşuluyla
savunulurken, çoğu milletvekilince “bu, Türkiye'yi böler!” diye
eleştirilecek ve askerin hazırlayıp yürürlüğe soktuğu federasyon
kararnamesi, sivil parlamentoda reddedilerek yürürlükten kaldırılacaktı.
Bu “sürpriz” sonuç, hem Batı'yı, hem 12 Eylül Genelkurmayı'nı, hem
PKK'yı çok öfkelendirecek; Evren'in federasyon kararnamesi yürürlükte
olduğu sürecehiç bir eylem yapmadan “paşa paşa” bekleyen PKK, -bölge
valiliği kararnamesininfederasyon için tasarlanmış ilk adım olduğu
sırrını Evren 2007'de ifşa etmeden önce, daha1983-84'te her nasılsa
biliyor olmalı ki- bu kararnamenin 11 Temmuz 1984'te sivillerce
yürürlükten kaldırılması üzerine derhal silaha sarılarak 15 Ağustos 1984
günü Şemdinli-Eruh Baskını'yla ilk etnik federasyoncu terör eylemini
gerçekleştirecekti.
O günden bu yana PKK'nın her kanlı eyleminde,
yurttaşlarımız -[12 Eylül Generkurmayı'nın gizli tasarısının federasyon
olduğunu bilmeden salt PKK'yı lanetlemekte]- “federasyon” utartışmakta
ve Türkiye, otuz yıldır “Eyaletçi Generaller”in örsü ile “Federasyoncu
PKK”nınçekici arasında dövüle dövüle “federasyon”a sürüklenmektedir.1974’te
Kıbrıs’ta, Beşparmak dağlarını bir kaç yüz şehit vererek 3 günde
Rumlardantemizleyen ve basında, televizyonda, bir tek şehit fotoğrafı
dahi yayımlatmayan Türk Genelkurmayı’nın; coğrafi yapısı askeri harekata
Beşparmak dağlarından daha elverişli olan Kandil dağını 20 yılda
PKK’dan temizleyememiş olması; 2008’de eksi 20 derece soğukta 1,5 metre
kar altında PKK’ya karşı sınır ötesi harekata gönderilen birliklerin,
bir kaçgün sonra “donacaksınız, dönün!” emriyle geri çağırmaları;
PKK’nın topluma, Amerika’dan alınacak anlık istihbaratlar ve İsrail’den
alınacak Heron’lar olmazsa yenilemeyecek bir örgüt olarak tanıtılması;
toplumu yılgınlığa, yenilgi psikolojisine sokan yayınların hiç bir yasal
sınır tanımadan sürdürülüyor olması; bir saat önce şehit olan bir
askerimizin, ilkokul, sünnet, nişan, düğün fotoğraflarıyla bütün aile
albümü, en özel anılarıyla, sevgilisine, nişanlısına, eşine, dostuna,
anasına, babasına, çocuğuna, yavuklusuna yazdığı “özel yaşamın
dokunulmazlığı” kapsamında izinsiz yayımlanması kişilik haklarına
saldırı oluşturan mektuplarıyla birlikte, henüz cesedi bile soğumadan,
televizyonlarda “reality show” gibi kurgulanmış haberle konu olabilmesi;
şehitlik haberinin görevli subaylarca aileye bildirileceği gün ve
saatin, aileden önce televizyonlara haber verilerek, kameraların o
andaorada hazır bulunmasının sağlanması; şehit ailesinin kapısını çalan
subayın omuz başından, apoletlerinin üzerinden çekim yapan kameraların,
kapının zilinin çalındığı andan itibaren kayda girmesi; ocağına ateş
düşen bağrı yanık anaların, babaların, eşlerin, çocukların
çığlıklarının, haykırışlarının, ağlamalarının, dövünmelerinin,
ağıtlarının “reality show”lara taşçıkartırcasına montajlanıp üzerlerine
müzikler bindirilerek tekrar tekrar gösterilmesi, vs... bütün bu
saçmalıkların anlamı, 12 Eylül’ün “derin misyon”unda gizlidir.
12
Eylül’ün “derin misyon”u, “etnik federasyon”dur. Türkiye’yi
“federasyon”a götürmeyeyönelik ilk silahlı eylem, PKK’nın 15 Ağustos
1984 Şemdinli-Eruh Baskını değil, ondan önce gerçekleştirilen, 12 Eylül
1980 Darbesidir. 12 Eylül Eyaletçi Federasyoncu Askeri Darbesi’nden bu
yana otuz yıldır toplumumuz, Batı’nın federasyon istekleri
doğrultusunda;
•Bir yandan; Evren’in çizgisini sürdürerek, tıpkı
onun gibi, Atatürkçü görünüp birlik beraberlik söylevleri çekerken, bir
yandan da kapalı kapılar ardında federasyoncu etkinliklerde bulunan kimi
askerler ve onların sivil yandaşlarınca,
•Bir yandan; “Federasyoncu PKK” ve onun sivil yandaşlarınca,
•Bir yandan; medyanın federasyoncu “genel yayın kurmayları”nca,
üç başlı bir “sacayağı” tarafından, “federasyon”a hazırlanmaktadır.
Şimdi, Karagöz: “Ayrı eve çıkacağım” (konfederasyon) diye tutturdu.
Hacivat
“Evin içinde ayrı oda (federasyon) vereyim” diyecek; ve medya bu
“Hacivat -Karagöz” oyunuyla federasyonu Türkiye’ye “ehven-i şer”
(kötünün iyisi) olarak kabulettirecektir. Ne diyelim? “Allah devlete
millete zeval vermesin”
Amin...
BİR KAÇ FARKLI GÖRÜŞ
“13 Eylül günü kesilen terör”
12 Eylül’le ikinci defa askerler tarafından başbakanlıktan devrilen Süleyman Demirel, bir mülakatımızda 11 Eylül günü kan dökülen sokakların nasıl olup da 13 Eylül’de süt liman olduğunu soruyordu. Kast ettiği, 1978’de üstelik Bülent Ecevit’le anlaşarak “zararsızdır” diye Genelkurmay başkanı yaptıkları Evren ve üst komutanların, daha o tarihten itibaren darbe hazırlığına giriştikleri ve silahlı kutuplaşmanın tırmanmasına izin verdikleriydi. 2012’de açılan 12 Eylül davası iddianamesinde Aralık 1978’daki Kahramanmaraş Katliamıyla Türkiye’nin “iç savaş benzeri” bir çatışma ortamına “sürüklenmesine göz yumularak”, halkın askerin yönetime el koymasını adeta bekler hale gelmesinin amaçlandığı görüşüne katılıyorum. Evren’in darbe planı talimatının 1979’da verdiği artık biliniyor, çok kanlı bir yıldı.
12 Eylül yönetimin aldığı ilk karar, kendi deyimleriyle kardeş kavgasını yatıştırmaya yönelik bir karar değil, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü üzerinde Demirel ve Ecevit’in kaldırmayı reddettiği vetoyu, ABD isteğiyle kaldırma kararıydı.
“Günde yirmi kişi” faciasına “halkın askerin yönetime el koymasını bekler hale” getirmek için kasten meydan verildiği bugün geriye bakınca daha açık görülüyor.
“Fikirleri iktidarda, kendileri hapiste”
Bu söz 12 Eylül’de MHP davasında yargılanan Agâh Oktay Güner’e aittir, duruşmada hâkimlere söylenmişti.
O dönem 12 Eylül’ün darbesini yiyen solcular, askerî rejimin niteliğini teşhir etmek amacıyla bu sözü adeta MHP’lilerden çok sahiplenmişlerdi. Oysa bugün geriye dönüp baktığımızda Güner’in bu sözlerinin de abartı olduğunu söylemek mümkün. 12 Eylül’le yol verilen milliyetçi ideoloji olmamıştır çünkü. Aslında Türk milliyetçiliğinin 1960’lardan itibaren, Bozkurt’un Üç Hilal’e döndüğü günden itibaren kademeli olarak bir tür ulusalcı İslâmcılığa dönüştüğünü söylemek mümkündü.
İktidara gelenin ne olduğunu anlamak için 12 Eylül öncesi ve sonrası askerler dışında yerini koruyan ve güçlendiren tek kişinin (ekibiyle birlikte) Turgut Özal olduğuna bakmak yeterliydi olsa. Necmettin Erbakan’ın 12 Eylül’den sadece 6 gün önceki Konya-Kudüs mitingini öne sürenler, yolu hem ABD hem İskenderpaşa cemaatinden geçmiş 24 Ocak Kararları mimarının MSP’den milletvekili adayı olup seçilemediğini bilmiyorlar mıydı? Özal’ın “Türk İslâm sentezi” olarak dillendirdiği ideolojiydi iktidarda olan.
Sadece Fethullahçılar değil ki
Askerler de Amerikalılar gibi olmayan bir şeyin, “ılımlı İslâmın” peşinde koştular. Onlar için “ılımlı” demek “kullanabileceğimiz” anlamına geliyor, kullanamadıkları an “radikal” damgasını yapıştırıyorlardı. Farkın bir din, inanç sistemi olarak İslâm ile siyasi-İslam arasında olduğunu kabul etmek istemediler.
Evren, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a dek, eline Kuran alarak seçim kürsüsüne çıkan ilk siyasetçi oldu. Erdoğan’a dek en fazla imam-hatip okulu Evren zamanında açıldı. Din derslerinin zorunlu kılan askerler oldu. Askerler büyük bir sığlık ve kibir içinde göremediler ama siyasi İslâmcılık kendi günübirlik doktrinlerinden çok daha güçlü ve köklüydü. Askerler bir yandan Atatürk’ü sabah akşam tekrarlayarak milleti kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ten soğuturken, diğer yandan alabildiğine din istismarı yapıyorlar, din işleriyle devlet işlerini birbiri içine sokarak aslında laikliğin altını oyuyorlardı.
Gazeteci Toygun Atilla, “İfşa” kitabında Fethullah Gülen’in arandığı halde nasıl yakalanamadığını, ihbar üzerine yakalanınca da “yukarıdan” gelen telefonlarla nasıl serbest bırakıldığını ayrıntılarıyla yazdı. Askerî okullarda ilk sınav yolsuzlukları o zaman ortaya çıktı, o zaman okullara giren Işık Evi şakirtleri 15 Temmuz’da albay, tuğgeneral rütbelerine erişmişti. Sadece onlar da değil, bugün devlet kadrolarındaki tarikat rekabetinin kökleri o günlere dayanıyor. Bir memur kaç yılda şube müdürü, daire başkanı, genel müdür oluyor? Bir hesap edin lütfen.
İslâmcılığa yol verip altında kalmak
Erbakan’ın Millî görüş hareketi 12 Eylül’ün solu ve sağ partileri bölen verimli zemininde önce büyükşehir belediye başkanlıklarına, sonra hükümete geldi.
28 Şubat “post-modern” darbesiyle askerler siyasi İslamcılığı yeniden kontrol edebilecekleri düzeye çekmek istediler..
82 Anayasası ile islamcıların önü açılmış oldu..
N. Erbakan'ın Partisi: "12 Eylül Darbesi bizim partinin politikalarını uyguladı."
12 Eylül Darbe Yönetimi, günümüzden 38 yıl önce, 14.11.1982'de, Türkiye'nin EGE DENİZİ'ndeki MAVİ VATAN sınırlarını gösteren HARİTALARI YASAKLADI ve bunu basın aracılığıyla duyurdu.
Kıbrıs konusunda "ver kurtul"+ Yunanistan ile *Türk-Yunan Federasyonu"
1974'te Kıbrıs Harekatı'nı yapacaksınız; 1981'de GİZLİ RAPOR'da Girne'yi Türkiye'ye Baf'ı Yunanistan'a verelim İngiliz üsleri yerinde kalsın Türk-Rum Federe Devleti kuralım diyeceksiniz; perde arkasında gizlenip bunu sivillere söylettireceksiniz; onlar damgalanacak; oyun budur.
2004'te adalarımızı Yunanistan'a bırakmanın kökleri
12 Eylül'e dayanıyor: Türk-Yunan Federasyonu
1 Lozan Antlaşması, 45. madde.
2 Lozan Antlaşması, 30-36. maddeler.
3 Lozan Antlaşması, 16, 17, 20, 21. maddeler.
4 Dr. Erdoğan Karakuş, “Türk-İngiliz İlişkileri”, IQ y., 2006. sf. 272-279.
5 Uğur Yıldırım, “Misliyle Mukabele”, Truva y.
6 Cengiz Özakıncı, “Dersim Dersi”, Bütün Dünya dergisi, 2010-1 sayı , 45 sf.
7 Time Dergisi, 3 Ocak 1964: “Greece 850, Turkey 650, Britain 10,000 troops at two baseson the island.”
8 Mustafa Remzi Bucak, “Bir Kürt Aydınından İsmet İnönü’ye Mektup” Doz y., 1. bs.,1991
9 Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük II”, Bilgi y., 2. bs., Şubat 2009, c.2, sf. 228-233.
10 Vedii Bilget, Cumhuriyet gazetesi, makale,
11 - Şefik Epözdemir, “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi” 1968/235 Antalya DavasıSavunması, Peri y., 1. bs. Mart 2005
12 Russell Warren Howe- Sarah Hays Trott, “Washington Kulisleri”, Milliyet y., Nisan1978, sf. 144.
13 Bilal N. Şimşir, “Kürtçülük II”, Bilgi y., 2. bs., Şubat 2009, c.2, sf. 232.
14 Alber Bilen, “Türk Sanayiinde Kırk Zorlu Yıl”, ıst., 1988, Final Matb., sf. 373-379
15 Milliyet, 18.02.1999
16 Arslan Bulut, Yeniçağ gazetesi, 20 Ekim 2006 “Demirel yıllar önce neler savunmuş”.(Ferit Öngören, Günaydın gazetesi, 6 Aralık 1979, sf.12, “Demirel neler vaadetmiş”.)