HARF DEVRİMİ HAKKINDA

 Bir gecede bilgisiz mi kaldık? Neden harf devrimi yapıldı?

Harf Devrimi

Harf devriminin en mühim nedenlerinden biri Arap harflerinin Türkçeye müsait olmadığıdır. Osmanlı yazısının düzeltilmesini isteyenlerin başlıca gerekçesi, bu makalenin Türkçenin meşhur seslerini anlatım etmekte kifayetsiz kalmasıydı. Arap alfabesinin Türkçeye müsait olmadığına ilişik görüşler tarih süresince pek oldukca şahıs tarafınca dile getirilmiş ve alfabede bir gözden geçirme yapılması gerektiği dile getirilmiştir. Arap alfabesinin yetersizliğini ilk dile getirenlerden biri Katip Çelebi'dir.[ Tanzimat döneminde ise Ahmet Cevdet Paşa, Arap harfleriyle gösterilemeyen sesler için yeni bir imla yolu aranması icap ettiğini belirtmiştir. 1851'de Münif Paşa Arap harfleri ile okuyup yazmanın zor olduğunu, halkın eğitiminin yapılamadığını bu yüzden alfabenin düzeltilmesi icap ettiğini söylemiştir.

Arap alfabesini Türkçeyi tam olarak anlatım edemiyor. Arap alfabesinde bulunan vav (و) harfi V,O,Ö,U,Ü; Ye(ﻱ) harfi Y, I, İ; Kef (كـ) harfi ise K, G, N, nadiren de Y sesini verebilmektedir. Bu konum kargaşalık çıkarmaktaydı.

Sovyetler birliği'ndeki Türk devletleri Latin alfabesi kullanıyordu. Türkiye; Türk dünyası ile böylece daha oldukca yakınlaşabilirdi. Fakat hemen sonra SSCB, Stalin döneminde Türkiye ile Sovyetler Birliği'ne bağlı Türk cumhuriyetleri arasındaki bağları koparmak için Türk devletlerini Kiril alfabesine geçirtmiştir. 1991'de dağılması üstüne bunlar arasından Azerbaycan,Özbekistan,Türkmenistan yeniden latin alfabesine geçmiştir.

Osmanlıcanın zor olması basitçe okur-yazar olmayı bile engelliyordu. Cumhuriyet kurulduğunda 12 milyonluk ülke nüfusunun sadece yüzde 10’u okur-yazardı. Bu nispet hanımlarda yüzde 2’ye kadar geriliyordu. Dahası, uygar dünyaya ilişik terimlerin Osmanlıca karşılığı üretilemediği için, birçok yabancı sözcük dilin bir parçası haline geliyordu.

atalarımızın kabir taşını okuyamıyoruz” vb. söylemlerle karşılaşacağız... Öncelikle “bilgisiz” sözcüğünün anlamına bakalım: F. Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Sözlüğü’nde “bilimsiz, bilgisiz” olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla sıkıntı kabir taşı okumaksa, bunun cehaletle ilgisi yok. Ama sıkıntı bilgisiz kalındığı iddiası ise; bu iddianın tarihsel gerçekliğine bakmak gerekiyor. Gerçekten bir gecede “bilimsiz, bilgisiz” mi kaldık, yoksa yüzyıllar devam eden ve kökleşen bir cehaleti temsil eden dilin kaldırılması mı aslolan sıkıntı?

MEDRESELERDE CEHALET KURUMSALLAŞTI


Batı’da Rönesans’la başlayıp Aydınlanma ile idame eden düşünsel açınma ve Sanayi Devrimi’yle somutlaşan ekonomik dönüşüm yaşanırken, Osmanlı’nın hâkim tahsil kurumu olan medreseler ne yapıyordu? Yanıt mühim; zira Batı’daki değişimin Osmanlı coğrafyasına kadar nüfuz etmesi karşısında çözüm üretecek temel kurum, bilginin tekelini elinde tutan medreselerdi. Ancak Osmanlı ulema sınıfı, dönüşüme karşı dini bir reddiye içindeydi. Mevcut dönüşümü Avrupa’ya özgü bir özgünlük olarak kabul ediyor, bunu Osmanlının dinsel-geleneksel yapısına karşı bir tehdit olarak görüyor ve uzak durulması icap ettiğini düşünüyorlardı.


Dolayısıyla medrese skolastiği, zorunluluktan meydana gelen yenileşme arayışlarına bile cevap veremiyordu. Buna karşın kendisini hâlâ ümmetin koruyucusu sayıyor, bütün malumat ve görüşler sadece ulemanın onayıyla halkla buluşabiliyordu. Cehalet kurumsallaşmış, camia koyu bir dogmatizme hapsedilmişti. Bu dogmatizmin dili ise; büyük halk kitlelerinin yabancı olduğu Osmanlıcaydı.

ARİSTOKRASİNİN DİLİ KALDIRILDI!


Osmanlıca, dinsel ve yönetsel elitin üst dili olarak ortaya çıkmış, saray ve medrese etrafında gelişmişti. Toplumdan kopuktu ve Anadolu’daki halk diliyle içinde uçurumlar vardı. Yazı dili olarak Arap alfabesini, konferans dili olarak Arapça-Farsça-Türkçe karışımını içeren bu suni dili, sadece iyi bir medrese eğitimi almış ayrıcalıklı kesimler öğrenebiliyordu. Ama bu ayrıcalıklı kesimin modern bilgiyle ilişkisi sınırlıydı, ürettikleri malumat de genel hatlarıyla geçmişin yeniden edilmesine dayanıyordu. Niyazi Berkes’in ifadesiyle, 1800’lerin sonlarına gelindiğinde bile “Osmanlıca olarak basılmış kitaplar, bir duvardaki kitap rafını dolduramayacak kadar azdı.”


Diğer yandan, dilin zor olması basitçe okur-yazar olmayı bile engelliyordu. Cumhuriyet kurulduğunda 12 milyonluk ülke nüfusunun sadece yüzde 10’u okur-yazardı. Bu nispet hanımlarda yüzde 2’ye kadar geriliyordu. Osmanlıcanın kaldırılıp yeni harf sistemine geçilmesi, okur-yazarlığı kısa müddette artırmayı amaçlıyor, bunun yanı sıra, Anadolu halkının konferans diline müsait bir alfabenin geliştirilmesi ihtiyacına işaret ediyordu. Kaldı ki Latin alfabesi, dönüşüm kaçınılmaz hale vardığında günü kurtarma telaşı arasında olan Osmanlı’da esasen kullanılmaya başlanmıştı. Bilgi ve teknolojide dışa bağımlı olan Osmanlı, yükseköğretimde, askeri ve teknik okullarda Avrupa kökenli ilmi yayınlar okutuyor; bu yüzden mecbur olarak Latin alfabesini kullanıyordu. Dahası, uygar dünyaya ilişik bilim, felsefe, siyaset, iktisat ve hukuk alanındaki terimlerin Osmanlıca karşılığı üretilemediği için, birçok yabancı sözcük dilin bir parçası haline geliyordu.

BUGÜN OSMANLICA DERSLERİ İLGİ GÖRMÜYOR


Kısacası Osmanlıca; suni, halktan uzak ve dilin çağdaşlaşması mevzusunda mani meydana getiren bir dildi. Kendini kutsallık zırhına bürümüş, enerjisini anlaşılmazlık üstüne kuran ve egemene hizmet eden bir dildi. Tam da bu yüzden, bugün yeni-Osmanlıcılık hayaliyle oluşturulan Osmanlıca kursları alaka görmüyor, seçmeli dersler seçilmiyor. Çünkü bu dil halkı değil, bir saray ideolojisini temsil ediyor.

https://www.youtube.com/watch?v=tMJexiEixy0

Koloğlu, Türkçe’nin tarihsel akışını ve öteki dillerle olan bağlarını çözümlemek açısından mühim bir yaratı olma özelliğine sahip “Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız” kitabında meseleye ait veriler sunuyor. Koloğlu’nun verdiği bilgiye nazaran, Osmanlı döneminde okuryazarlık devlet adamlarının abartmasıyla yüzde 10’dur; bunun yüzde 4 kadarını da devlet hizmetindeki, o zaman ‘millet-i sadıka’ diye nitelenen Rum ve Ermenilerle daha azca sayıdaki Arnavut ve Araplar oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’na bu Müslüman kesimden yoksun girildiği benzer biçimde, yenilginin peşinden millet-i sadıkacılardan kimsenin kalmadığını belirten Koloğlu, cephelerde Türk okuryazarlarının birçoğunun hayatlarını kaybetmeleri sonucunda, Mütareke dönemine (1918 sonu-1922) oldukça düşük bir düzeyde okuryazar yüzdesiyle girildiğini belirtmektedir. Bu payı yüzde 4 sayanlar olduğu benzer biçimde yüzde 2 kabul edenler vardır.

Hasan Tahsin, Hukuk-u Beşer gazetesinin 25 Mart 1919 tarihindeki 120. sayısındaki “Matbuata Bilâ Kayd-u Şart Hürriyet Lazımdır” başlıklı yazısında, gazeteleri okuyanların, daha ilkin sadece yüzde 4’e eriştiklerini belirttiği “hakkaniyet yanlısı, hürriyetsever kimseler, bir orta sınıf” bulunduğunu söylemiştir.

Orhan Koloğlu’nun kitabındaki bilgilere nazaran Osmanlı’da okuma yazma bilenlerin oranının yüzde 50’lerde olmadığı görülmektedir.

Öte taraftan aynı kitapta belirtildiği üzere, 1 Kasım 1928’deki Harf Devrimi öncesi okuryazar payı ise yüzde 11’dir (1927’de).




Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

Top Post Ad

Below Post Ad

Sponsor