VAHDETTİN DOSYASI 2

 
VAHDETTİN DOSYASI 2

Üç farklı tarihe ait bu üç farklı belge, “Saray, Atatürk'ü, Milli Mücadele'yi başlatsın diye Samsun'a gönderdi!” yalanını yerle bir ediyor. Belgeler, Milli Mücadele'nin işbirlikçi İstanbul Saray Hükümeti'ne rağmen kazanıldığını gösteriyor.

AKP iktidarı “kendi resmi tarihini” yazıyor. Son olarak geçtiğimiz “19 Mayıs” vesilesiyle bir kere daha iktidarın “kendi resmi tarihini” yazma çabasına tanık olduk. Yandaş medya ve yandaş profesörler, 19 Mayıs'tan, dolayısıyla Milli Mücadele'den, İstanbul Saray Hükümeti'ne “pay” çıkarmak için yine tarihi alt üst ettiler.

İşte bugün, iktidarın tarihi çarpıtarak “kendi resmi tarihini yazma” çabasına karşı üç resmi belge yayınlayacağım; İstanbul Saray Hükümeti'nin (Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'in) Milli Mücadele'yi bitirmek için nasıl canla başla çalıştığını gözler önüne seren yüzlerce belgeden sadece üçü.

PADİŞAH VAHDETTİN'İN PLANI: İNGİLİZLERİN SÖZÜNDEN ÇIKMAMAK

Padişah Vahdettin'in işgallere karşı tek çözümü İngiliz merhametine sığınmaktı. Nitekim Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığında şöyle demişti: “Bu koşulları, ağır olmalarına rağmen kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere'nin Doğu'da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti (!) değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz.” (1)  Gerçekten de Vahdettin, Milli Mücadele'nin başından sonuna kadar kendi ifadesiyle “İngilizlerin hoşgörüsünü kazanmak” için uğraşıp durdu. Bu nedenle İngilizci Damat Ferit'i tam 5 kere sadrazamlık makamına getirdi. Damat Ferit sayesinde İngilizlerin hoşgörüsünü kazanmaya çalıştı. Sadrazam Damat Ferit, 9 Mart 1919'da İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb'i ziyaret ederek “Efendisi padişahla kendisinin ümitlerini Tanrı'ya ve İngiliz yönetimine bağladıklarını” söyledi. (2)

“Umutlarını Tanrı'dan sonra İngilizlere bağlayan” Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Milli Mücadele boyunca İngilizlerin sözünden çıkmadılar; kurtuluşu, daha doğrusu sarayın, sultanın, iktidarın ve İstanbul'un kurtuluşunu İngiliz merhametine sığınmakta gördüler. İngilizlerin dediğini yapıp İngilizlerin güvenini kazanıp İngilizlerin desteğini almak dışında bir politikaları yoktu. Atatürk'ü de bu maçla -İngiliz isteklerini yerine getirmek için- Samsun'a gönderdiler. Atatürk, kendisine verilen görevin tam tersine Anadolu'da milli direniş başlatınca, yine İngilizlerin isteğiyle önce Atatürk'ü geri çağırdılar, sonra görevden aldılar, sonra üzerine paralı ordu gönderdiler, sonra da idama mahkûm ettiler. Onların gözünde Atatürk ve silah arkadaşları “asi”, ”eşkıya”, Kuvayı Milliyeciler ise “Gayri Milliciler”di.

BELGE 1: PADİŞAH HATTI HÜMAYUNU VE HÜKÜMET BİLDİRİSİ

Padişah Vahdettin, Milli Mücadele'ye karşı “iç savaşı” Sadrazam Damat Ferit eliyle yürüttü. Damat Ferit'in isteği ile Şeyhülislam Dürrizade, 11 Nisan 1920'de Kuvayı Milliyecilerin katledilmelerinin “dinen caiz” olduğunu belirten fetvalar yayınladı.

Padişah Vahdettin, 11 Nisan 1920'de Damat Ferit'in yeni hükümetini onaylayan bir “Hattı Hümayun” yayınladı. Vahdettin, bu hattı hümayununda ülkenin kötü gidişinin tek sorumlusunun “Kuvayı Milliye” olduğunu belirtiyordu. “İsyancılıkla” suçladığı Kuvayı Milliyecilere karşı gerekli önlemlerin alınmasını istiyordu. Mondros Mütarekesi'nden sonra ülkenin durumunun düzelmeye başladığı bir ortamda “milliyet” adı altında çıkarılan “karışıklıkların” ülkeyi tekrar tehlikeye attığını ve bu karışıklıklara karşı şimdiye kadar başlatılan barışçı tedbirlerin sonuçsuz kaldığını belirtiyordu. Vahdettin, “isyan hareketi” diye adlandırdığı bu karışıklıkların devamı halinde ülkenin daha tehlikeli durumlara düşeceğini belirterek bu “isyan durumunun” düzenleyicisi ve teşvikçisi olanlar hakkında kanuni işlem yapılmasını; “aldatılmak” suretiyle bu harekete katılanlar içinse “genel af” çıkarılmasını istiyordu. İtilaf devletleri ile olan ilişkilerin ise “samimi ve güvene dayalı olarak geliştirilmesini” ve kalıcı bir barışın sağlanmasını emrediyordu.

Resim

Aynı gün, 11 Nisan 1920'de bir de “Hükümet Beyannamesi” yayınlandı. Bu beyannamede milli hareketten “fitne ve fesat”, “erbabı isyan”, “en büyük hıyaneti vataniye” diye söz ediliyor; milliyetçiler “akla ve hale uygun bir yol” tutmamakla eleştiriliyor; milli örgütün anayasaya aykırı olarak halktan zorla para ve asker topladığı, buna uymayanları ise cezalandırdığı belirtilerek bu davranışlar “cinayet” olarak adlandırılıyordu. Milli hareketin hem Anadolu'yu Yunan istilasına uğrattığı hem de devletin başını gövdesinden ayırdığı, ancak bu işlerin, fetvadan da anlaşılacağı üzere, “Allah'ın buyruğuna ve şeriata aykırı olduğu” belirtiliyordu. Devlet ve milletin, tehlike içinde hayat ve selametini kurtarmak için yola gelmeyenleri “tedip etmekte” tereddüt edilmeyecekti. “İsyan hareketini” düzenleyenlere ve kışkırtanlara kapılanlardan “pişman olanlar” bir hafta içinde padişahın affına uğrayacaklardı. Düzenleyen ve kışkırtanlarla onlara uymakta ısrar edenler ise şeran ve kanunen “tedip” edileceklerdi. (3)

“Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” diyen hükümet fetvası, Kuvayı Milliye'yi “isyan hareketi” diye adlandıran Padişah hattı hümayunu ve Milli Mücadele'yi “en büyük hıyaneti vataniye” diye adlandıran hükümet beyannamesi Takvimi Vekaiyi'de yayınlandı ve bütün illere yazılı olarak bildirildi. (4)

BELGE 2: Saray Hükümeti'nin “Milli Mücadele'yi bitirme” emri

Atatürk Anadolu'ya geçip de kendisine verilen görevin tam tersine Milli Hareketi örgütlemeye başlayınca İstanbul Saray Hükümeti, İngiliz korkusuyla, büyük bir paniğe kapıldı. Saray, bir taraftan Atatürk'ü İstanbul'a geri getirmeye çalışırken, diğer taraftan da Anadolu'daki asker sivil ileri gelenlere Milli Mücadele'den vaz geçilmesi için emirler veriyordu.

İşte belgesi:

22 Haziran 1919 tarihinde İstanbul Saray Hükümeti'nin Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa ve Erkânıharbiye Umumiye Reisi Cevat Paşa tarafından 14. Kolordu Kumandanlığı'na gönderilen iki şifre emirde açıkça “Milli Mücadele'nin önüne geçilmesi” isteniyordu. Harbiye Nazırı Şevket Turgut ve Erkânıharbiye Umumiye Reisi Cevat paşalar tarafından barış müzakerelerine başlandığı ve umumi vaziyet lehimize döndüğü bir sırada “Milli Harekete devamın iyi bir netice vermeyeceğinden bu teşkilat ve harekâtın isabetli tavsiyelerle önüne geçilmesi” emrediliyordu.

Resim

Belgede çok açıkça görüldüğü gibi İstanbul Saray Hükümeti'nin Harbiye Nazırı ve Genelkurmay Başkanı, bir kolordu komutanına “Milli Mücadele'nin önüne geçilmesini” emrediyordu. (5)

İstanbul Saray Hükümeti, Milli Mücadele'yi bitirmeye kararlıydı. 3. Ordu Müfettişi Atatürk, 22 Haziran 1919'da bir grup arkadaşıyla birlikte Amasya Genelgesi'ni yayınladıktan bir gün sonra, 23 Haziran 1919'da Saray Hükümeti'nin İçişleri Bakanı Ali Kemal tarafından “ordu müfettişliği” görevinden azledildi. (6)

BELGE 3: Saray Hükümeti'nin “Atatürk'ü tutuklama” emri

Anadolu'da milli direnişi örgütlemeye başlayan Atatürk, 8 Temmuz 1919'da görevden alındı. Ancak saray sadece Atatürk'ü görevden almakla yetinmedi; 30 Temmuz 1919'da Erzurum'daki 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa'ya, Atatürk ile Refet Bey'i “tutuklayarak” İstanbul'a göndermesini emretti.

Harbiye Nazırı Nazım Paşa, 30 Temmuz 1919 tarihli şifre telgrafında Kazım Karabekir Paşa'dan şu istekte bulundu: “Mustafa Kemal Paşa ile Refet Bey'in mukarreratı hükümete muhalif fiil ve hareketlerinden dolayı hemen derdestleriyle İstanbul'a gönderilmeleri konusunda mahalli memurlara emir verildiği ve kolorduca da ciddi yardımda bulunulması…”

Resim

Kazım Karabekir Paşa cevabi telgrafında şöyle diyor:

“Hükümetin mukarrerat ve siyasetinin ne olduğunu bilemiyorsam da Erzurum'da bulunan Mustafa Kemal Paşa'nın fiil ve harekâtında vatan ve milletin maksat ve menfaatine ve mevcut kanunlara muhalif telakki edilecek hiçbir hal ve hareketi olmadığını görüyorum; adı geçen kişi, mülk ve milletin saadet ve selameti ile alakadar her ferdi vatanperver gibi yaşamaktadır.” Bir tarafta Pontus Rum çetelerinin Pontus Devleti, diğer tarafta Ermenilerin Büyük Ermenistan kurmak istedikleri, İtilaf devlerinin de bunlara her türlü desteği verdiği bir ortamda hükümetin bütün bu tehlikelerden habersiz millete hiçbir ümit vermemesi, “bilakis en münevver ve kıymetli zevat ve kumandanların birer suret ve bahane ile millet arasından tecrit ve hapis ve tevkif edilmesi” bir taraftan da silahların alınması, bu bölge halkının, buraların da İzmir gibi işgal edileceğini düşünmesine yol açmaktadır. “Mustafa Kemal Paşa gibi memlekette namusuyla ve seçkin askerliği ve vatanperverliğiyle tanınmış ve bütün askerlerin de pek ziyade hürmetini kazanmış… ve hal ve hareketinde vatanın ve milletin menfaatine aykırı hiçbir şeyi olmayan bir zatın tutuklanmasına bir kanuni sebep olmayacağı ve halk ve ordu nazarında da iyi bir hareket olarak görülmeyeceği cihetle adı geçenin tutuklanmasına hal ve vaziyetin katiyen müsait olmadığını arz ederim…” (7)

Çok açıkça görüldüğü gibi İstanbul Saray Hükümeti'nin Harbiye Nazırı, 15. Kolordu Komutanı'ndan Atatürk'ü “tutuklayıp İstanbul'a göndermesini” istiyor. 15. Kolordu Komutanı Karabekir Paşa ise “Vatanın ve milletin menfaatine ve kanunlara aykırı hiçbir hareketi olmayan” Atatürk'ü “tutuklayamayacağını” zehir zemberek bir telgrafla İstanbul Saray Hükümeti'ne bildiriyor.

Üç farklı tarihe ait bu üç farklı belge, “Saray, Atatürk'ü, Milli Mücadele'yi başlatsın diye Samsun'a gönderdi!” yalanını yerle bir ediyor. Belgeler, Milli Mücadele'nin işbirlikçi İstanbul Saray Hükümeti'ne rağmen kazanıldığını gösteriyor.

Kaynaklar Dipnotlar:

 1)  Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara, 1991, s. 22
 2)  Salahi Sonyel, Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s. 20
 3)  Takvimi Vekayi, 11.4.1336 (1920)
 4)  Alemdar, 18.4.1336 (1920)
 5)  Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Yıl:2, Aralık 1953, Sayı: 6, Belge no: 123.
 6)  BOA, DH-ŞFR, 100/174.
 7)  Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, Yıl:2, Mart 1953, Sayı:3, Belge no 48

 Vahdettin'in kaçışı

“İstanbul İşgal Orduları Başkomutanı General Harington Cenaplarına… İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devletine sığınır ve bir an önce İstanbul'dan başka bir yere götürülmemi talep ederim efendim. 16 Kasım 1922. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin”

Bundan tam 97 yıl önce dün; 17 Kasım 1922'de, son Padişah Vahdettin, I. Dünya Savaşı'nda yüz binlerce Mehmetçiğin kanını döken, sonrasında Anadolu'yu ve Trakya'yı Yunan ordularına peşkeş çeken, Osmanlı başkenti İstanbul'u işgal eden İngiltere'ye sığınarak Türkiye'den kaçtı.

II. Mehmet (Fatih) 1453'te İstanbul'u fethetmişti. VI. Mehmet (Vahdettin) ise 1922'de İstanbul işgal altındayken İstanbul'u işgal edenlere sığınıp kaçtı.

İşte bugün, İstanbul'u fetheden II. Mehmet'in (Fatih) adeta kemiklerini sızlatarak, İstanbul'dan firar edercesine kaçıp İngiltere'ye sığınan son Padişah VI. Mehmet'in (Vahdettin) kaçışını anlatacağım.

İNGİLİZ GEMİSİYLE KAÇTI

Tarih: 17 Kasım 1922, Cuma.

Yer: Yıldız Sarayı.

Saat: 04.00.

Padişah Vahdettin, daha şafak sökmeden, 9 yaşındaki şehzadesi Ertuğrul Efendi ve 10 kişilik kafileyle birlikte merasim köşkünün arka kapısından çıkıp silahhane kapısına doğru yürüdü. Padişah ve küçük şehzadesi orada bekleyen iki Kızılhaç ambulansından birine, kafile ise diğer ambulansa bindi. Arabalar, kaçış güvenliğini sağlayan İngiliz taburunun selam duruşu arasından geçtiler. İşgal İstanbul'u derin uykudayken Balmumcu-Beşiktaş yoluyla biraz gecikmeli de olsa Dolmabahçe Saat Kulesi önündeki rıhtıma geldiler.

Önceden yapılan plan gereği İngiliz Neville Henderson, Padişah Vahdettin'i rıhtımda bekliyordu. Padişah ve beraberindekiler, İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington'la birlikte rıhtımdaki bir istimbotla açıkta bekleyen İngiliz Malaya zırhlısına çıktılar. Vahdettin, İngiliz bayrağını selamlayarak çıktığı İngiliz gemisinde İngiliz Amiral Sir De Brock tarafından karşılandı.

Peki, ama Padişah-Halife Vahdettin neden kaçtı? Kaçış nasıl planlandı? Kaçıştan sonra neler oldu?

Vahdettin neden kaçtı?

Resim

İngiliz emperyalizminin merhametine sığınan Padişah Vahdettin, Prof. Dr. Sina Akşin'in ifadesiyle Milli Mücadele'ye karşı iç savaş başlattı. Milli Mücadele boyunca kardeşi kardeşe düşürdü. Bu nedenle Anadolu'da Milli Mücadele karşıtı 20'den fazla iç isyan çıktı. Vahdetin, Atatürk'ü görevden aldı. Atatürk'ün rütbelerini, nişanlarını, madalyalarını söktü. Atatürk'ü ve silah arkadaşlarını gıyaben idama mahkûm eden Divan-ı Harbi Örfi kararını imzaladı. Atatürk ve silah arkadaşlarının “katli vaciptir” fetvasını onayladı. Milli direnişi önlemek için nasihat heyetleri oluşturdu. Kuvayi Milliyecileri yok etmek için Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurdu. Ahmet Anzavur'a paşalık rütbesi verip milliyetçilere saldırttı. Türklerin idam fermanı Sevr Antlaşması'nı imzalattı. (10 Ağustos 1920).

Vahdettin, kaçtıktan sonra değil, kaçmadan önce bizzat TBMM tarafından “hain” ilan edildi.

Atatürk, daha 25 Eylül 1920'de TBMM kürsüsünden Vahdettin'in “hain” olduğunu söyledi. Milletvekilleri, TBMM'de 8 Şubat 1921 tarihli gizli oturumda, 23 Nisan 1921 ve 9 Temmuz 1921 tarihli oturumlarda Vahdettin'e ağır hakaretler ettiler. 30 Ekim 1922 tarihli oturumda ise birçok milletvekili Vahdettin'e “hain” dedi. Aynı gün, saltanatı kaldırmak için TBMM'ye verilen 78 imzalı önergede de Vahdettin'in vatana, millete “ihanet ettiği” ifade edildi.

Vahdettin her geçen gün daha fazla köşeye sıkıştı.

Şöyle ki:

19 Ekim 1922'de Refet (Bele) Paşa, TBMM adına Trakya'yı teslim almak için İstanbul'a geldi.

1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldı. Vahdettin artık sultan değil, sadece halifeydi.

4 Kasım 1922'de İstanbul'daki Tevfik Paşa Hükümeti istifa etti.

4 Kasım 1922'de Refet Paşa, bir Fenerbahçe-Altınordu maçında, Kadıköy Stadı'nda yaptığı konuşmada, “milli egemenliğe dokunmak isteyecek olan padişah bile olsa vay haline” dedi. (İleri, 5 Kasım 1922).

5 Kasım 1922'de Milli Mücadele karşıtı yazılarıyla tanınan Ali Kemal, İstanbul'dan İzmit'e kaçırılıp orada linç edildi. Bunun üzerine diğer Milli Mücadele karşıtları, İngiliz elçiliğine sığındılar.

Bu sırada İstanbul'da tramvaylara tebeşirle “Kahrolsun Vahdettin!” diye yazılıyor, gazetelerde Vahdettin'in kaçacağı yönünde haberler çıkıyor, Vahdettin'in ihanetlerinden söz ediliyordu.

İşte Vahdettin, bu ortamda hayatını tehlikede görmeye başladı. Milli Mücadele'de yaptıklarının hesabını veremeyeceği için de İngilizlere sığınıp kaçtı.

Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayımladığı “beyanname”sinde “yaptıklarının hesabını vermekten korktuğu için değil”, “hayatını göz göre göre tehlikeye atmak gibi Allah buyruğunun kabul etmeyeceği bir şeyden kaçınmak ve peygamberin ‘güçlüklerden kaçınmak' sünnetini yerine getirmek için tıpkı peygamberin Mekke'den Medine'ye hicret ettiği gibi” hicret ettiğini belirtecekti. Görülen o ki Vahdettin, düşmana sığınıp kaçmasını bile dinsel gerekçelerle meşrulaştırmaya çalışıyordu.

Resim

İngilizler Vahdettin'i neden korudular? Neden kaçmasına yardım ettiler?

Bu sorunun iki cevabı var. 1. Padişah Vahdettin, Milli Mücadele'nin başından beri Anadolu'daki milli harekete karşı hep İngilizlerin yanında yer aldı. İngilizlerin her istediğini yaptı. 2. İngilizler, Vahdettin'in “halifelik” sıfatından yararlanarak İngiltere'ye karşı ayaklanmaya başlayan dünya Müslümanlarını kontrol etmek istediler.

26 Eylül 1922'de İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, Londra'daki Lord Curzon'a gönderdiği bir yazıda şöyle diyordu: “Bildiğiniz gibi padişah, kişisel olarak tehlikeye girerse onu korumak için elimizden geleni yapacağımızı kendisine 1920 Ekim başlarında bildirmiştik… Padişah, Mustafa Kemal'e bir kutlama telgrafı göndermeye teşvik edildiğini ama bunu reddettiğini bilgime sunmuştur. Padişahla aramızda aracılık yapan kişi, Kemalistler er geç İstanbul'da başa geçerlerse padişahın tek çare olarak İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalacağını bildirmiştir.”

4 Kasıma 1922'de Tevfik Paşa Hükümeti'nin istifa etmesi, 5 Kasım 1922'de Ali Kemal'in kaçırılıp linç edilmesi sonrasında Padişah Vahdettin telaşlandı.

6 Kasım 1922'de Vahdettin, İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold ve yardımcısı Andrew Ryan ile üç buçuk saat süren bir görüşme yaptı. Vahdettin, bu görüşmede, “Bolşevik” olarak tanımladığı Kemalistlerin silahsız bir darbeyle hükümeti ele geçirdiklerini, Kemalistlerin aslında azınlık olduklarını belirtti. İtilaf devletlerinin, İstanbul'u Kemalistlere karşı koruyup korumayacaklarını sordu. İngilizler, İstanbul Hükümeti'nin ortadan kalktığını, Lozan'da Türkiye'yi Ankara'nın temsil ettiğini söylediler. Vahdettin, ülkeden ayrılmaya karar verirse İngilizlerin kendisine yardım edip etmeyeceklerini ve İngilizlerin kendisini nereye; Kıbrıs'a mı Mısır'a mı götüreceklerini sordu. Rumbold, Mısır'ın mümkün olmadığını söyledi.

İngilizler, ellerindeki halife-padişahı kullanmayı düşünüyordu. Örneğin, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'ndan Ronald Lindsay, 6 Kasım 1922'de şu açıklamayı yapmıştı:

“Fırsattan yararlanarak padişaha Kıbrıs'ta siyasi barınak önererek veya ona görevinden istifa etmemesini telkin ederek İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını inceleyelim. Halifenin, İngiltere tarafından milliyetçilere ve Cumhuriyetçilere karşı korunması, Hindistan ve öteki İslam ülkelerinde pek etkili olabilir.”

Lord Curzon, “padişaha siyasi barınak verme” düşüncesini mantıklı buldu, bunun tartışılmasını istedi. İngilizler, Padişah Vahdettin'in “halifelik” sıfatını kullanmak istiyorlar, bunun için halifeyi götürecekleri bir yer arıyorlardı. Özellikle Hindistan üzerinde duruyorlardı. Ancak 10 Kasım 1922'de Hindistan Kral Naibi, İngiltere'nin Hindistan Bakanlığı'na şu gizli telgrafı gönderdi: “Padişahın halifeliği dışında kendisi Hindistan'da pek az tanınmıştır. Türkiye'nin işgali sırasında onun İngilizlerin aleti olduğundan kuşkulanılmaktadır. Onun tahtan indirilmiş olması Hindistan'da ilgisizlikle karşılanmıştır. Mustafa Kemal ise ülkesinin kurtarıcısı ve İslam'ın şampiyonu olarak görülmektedir.”

13 Kasım 1922'de İstanbul'daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, Vahdettin'in yaverlerinden Fahri Engin'i çağırıp ona “Padişah eğer isterse onu Malaya gemisi ile Malta'ya nakledebileceklerini” bildirdi.

Sonrasını Harington'un anılarından okuyalım: “15 Kasım Çarşamba günü yemekte iken sultanın yaveri geldi. Sultanın, cuma selamlığına çıktığında öldürüleceğini düşündüğünden hayatını kurtarmam için bana haber yolladığını bildirdi. Ben, sultanı kaçırmakla suçlanmamak için bu talebin yazılı olarak yapılmasını istedim.”

Bunun üzerine Vahdettin, 16 Kasım 1922'de İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı Harington'a şöyle bir mektupla başvurdu:

“Dersaadet (İstanbul) İşgal Orduları Başkomutanı General Harington Cenaplarına… İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere devleti fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul'dan mahall-i ahara naklimi (başka bir yere götürülmemi) talep ederim efendim. 16 Teşrin-i sani 1922. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahideddin.”

Dikkat edilirse, Vahdettin, iltica mektubunu “Müslümanların Halifesi” sıfatıyla imzalamıştı. Bu durumda kurusıkı “hilafet” silahı, tam da İngilizlerin istediği şekilde İngiltere'nin eline geçiyordu. Bu İngiliz oyununu Atatürk bozdu. Atatürk'ün işaretiyle hemen harekete geçen TBMM, 18 Eylül 1922'de, Vahdettin'in halifelik yetkilerini elinden aldı. Abdülmecit Efendi'yi “halife” seçti.

Vahdettin, 21 Kasım 1922'de Malta'ya ayak basarken artık “halife” değildi. Bu haliyle İngilizlerin hiçbir işine yaramazdı. İngilizler, “kullan at” politikası gereği devrik padişahtan kurtulmaya karar verdiler. Vahdettin'in İngiliz topraklarında oturmasını uygun bulmadılar.

Hazıra dağ dayanmadı!

Vahdettin, Hicaz Kralı Şerif Hüseyin'in daveti üzerine Malta'dan Mekke'ye gitti. (21 Ocak 1923). Oradan İsviçre'ye gönderildi. Oradan da İtalya'ya geçirildi.

Vahdettin, 20 Mayıs 1923'te San Remo'da 40 odalı Manolya Kasrı'na (Villa Magnolia) yerleşti. Bu köşkte saray hayatını sürdürdü. Çünkü yanında yeterli miktarda parası vardı. 51 ay tahtta kalan Vahdettin toplam 1 milyon 20 bin altın ödenek almıştı. Bazı kaynaklara göre kaçarken Osmanlı Bankası'ndan 70 bin ile 35 bin İngiliz lirası arasında bir para çekmişti. Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği bilgiye göre Vahdettin kaçarken yanında ve hesabında 23 bin altın vardı. Yılmaz Çetiner ise ”sandık dolusu mücevher ve 3000 Osmanlı altın lirası” ile saraydan ayrıldığını yazıyor. Turgut Özakman ise –Mediha Sultan ve Kral Hüseyin'in bazı yardımları da eklenince- Vahdettin'in gurbet parasının 140 milyarı geçtiğini belirtiyor.

“Vahdettin, kaçarken hazineyi soymadı” diyenlere de şunu söyleyelim: 1. Vahdettin kaçarken bir gün geri gelmeyi umuyordu, 2. Kaçarken yanında ve banka hesaplarında yeterli parası vardı. 3. Refet Paşa, İstanbul'daki tüm sarayları ve hazineyi kontrol ediyordu. Vahdettin, istese de hazineyi soyamazdı. 4. Ayrıca Vahdettin “hırsız” değildi.

Vahdettin, San Remo'da hem lüks içinde yaşadı hem de Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarına ve bazı yakınlarına çok para kaptırdı. Sonunda para bitti. Vahdettin, borç içinde öldü. (1926).

KAYNAKLAR:

1- Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, İstanbul, 2013.
2- Bilal Şimşir, “Vahdettin'in Kaçışı ve Sonu”, Cumhuriyet, 27 Kasım 1973.
3- Naşit Hakkı Uluğ, Halifeliğin Sonu, İstanbul, 1975.
4- Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk-Vahdettin Kavgası, İstanbul, 2014.
5- Salahi Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007.
6- Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 1. Kitap, 11. bas, İstanbul, 2017.
7- Sinan Meydan, Hafıza, Yakın Tarihin Kitabı, İstanbul, 2019.
8- Süleyman Kani İrtem, Sultan Vahideddin, İstanbul, 2003.
9- Turgut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6. bas, Ankara, 2007.
Ziya Gökalp'e göre Vahdettin Kara Sultan

“Güneş bulutlar altına girebilir, ancak hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz.” (Ziya Gökalp, 16 Ekim 1919 tarihli mektup)

Yıllardır söylüyorum: Yeni Türkiye'ye “yeni bir tarih” yazıyorlar. Bunun için Milli Mücadele'yi ve Cumhuriyet devrimlerini olabildiğince çarpıtıyorlar; Cumhuriyetin kurucusu Atatürk'ü silmek isteyenler, son dönem Osmanlı padişahlarından II. Abdülhamit'i ve Vahdettin'i parlatmaya çalışıyorlar. “Resmi tarih yalan söylüyor!” diyerek “kendi uyduruk resmi tarihlerini” dayatıyorlar. II. Abdülhamit'in “hiç toprak kaybetmeyen bir siyasi deha” olduğunu, Vahdettin'in de “hain olmadığını; sonradan Kemalistler tarafından hain ilan edildiğini” iddia ediyorlar. II. Abdülhamit'i ve Vahdettin'i eleştiren bizlere ise ateş püskürüyorlar.

Bugün ben susacağım! Bugün, Abdülhamitçilere ve Vahdettincilere bir şiiriyle Ziya Gökalp cevap verecek!

ZİYA GÖKALP

Fransız Devrimi'yle başlayan “uluslaşma” çağında, Osmanlı'da “Türkçülüğe” vurgu yapan aydınların başında geliyordu Ziya Gökalp…

19. yüzyılda imparatorlukların yıkılıp “milli devletlerin” kurulduğunu gören Ziya Gökalp, saltanatı eleştirmeye “milli egemenliğe” vurgu yapmaya başladı. Daha 1891'de, II. Abdülhamit döneminde, çok gençken yazdığı bir manzumede “Ey sultan! Sen çekil hükümran biziz!” demiş, 1894'te ise “Padişahım çok yaşa!” yerine “Millet çok yaşa!” diye bağıranlar arasında yer almıştı.

Türkçülüğün fikir babalarından Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki içinde yer aldı. 1913'te İstanbul Darülfünunu'nda dersler vermeye başladı. Türk Yurdu dergisinde çıkan “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” yazısıyla şöhreti arttı. Türklerin çok köklü bir tarihe, dile ve kültüre sahip eski bir millet olduğunu anlattı. “Türkçülüğün Esasları”nı yazdı. Fransız Sosyolog E. Durkheim'den fazlaca etkilendi. Türkiye'de sosyolojinin kurucuları arasında yer aldı.

Atatürk, “laik bir ulus devlet” kurarken Ziya Gökalp'in pek çok düşüncesinden yararlandı.

Ziya Gökalp'in Limni, Mondros, Malta mektupları

Resim

Ziya Gökalp, Milli Mücadele sırasında, 1919 sonlarında İstanbul'da İngilizlerce tutuklanıp Malta'ya sürgün edildi.

Malta sürgünleri İngilizlere yalvarıp yakaran mektuplar yazıyordu. Malta sürgünü Ziya Gökalp ise İngilizlere değil, sadece ailesine mektuplar yazdı.

Gökalp, Limni, Mondros ve Malta mektuplarında hep millete olan inancını dile getirdi. Örneğin, 18 Ağustos 1919 tarihli mektubunda, “Harici ahvalin hiçbirisi onu milli ümitten mahrum edemez” diye yazdı. 29 Eylül 1919 tarihli mektubunda, “Dünyada vatan sevgisinden sonra en tatlı duygu yuva sevgisi imiş” diye yazdı. 16 Ekim 1919 tarihli mektubunda “Güneş bulutlar altına girebilir, ancak hakikat güneşi uzun müddet bulut altında kalamaz” diye yazdı. Aynı mektuba “Yüce Tanrım, senden iki ricam var: Yurdum mesut olsun, yuvam bahtiyar” diye bir cümle ekledi. 14 Haziran 1920 tarihli mektubunda “Bir zaman gelecek ki bütün insanlar, bütün milletler hür olacak” diye yazdı. (Bilal Şimşir, Malta Sürgünleri, 6. bas, Ankara, 2012, s. 386-406)

Ziya Gökalp, Malta'da Türk milletinin idam fermanı Sevr Antlaşması hakkındaki haberleri aldı. Osmanlı saray hükümetinin Sevr'i kabul edeceğini öğrendiğinde çok üzüldü. Kaleme sarıldı. 5 Ağustos 1920'de şöyle bir mektup yazdı:

“İnsanları ahlaken yükseltecek zamanlar büyük felaket zamanlarıdır. Mefkure, böyle zamanlarda doğar ve kuvvetlenir. Akıl, böyle zamanlarda vehimleri kovar, irade böyle zamanlarda sinirlere, heyecanlara, ihtiraslara hakim olur. Bu zamanlar insanları ya ‘sefil' yahut ‘kahraman' yapar. Mefkuresiz, akılsız, iradesiz olanlar ‘sefil' olur. Vicdanına, mefkuresine kıymet veren, aklına ve iradesine tabi olanlar ise ‘kahraman' olur. Tarih daima bu gibi zamanları hikaye etmekten hoşlanır. (…) En fena ihanetler bu zamanlarda yapıldığı gibi, en yüksek fedakarlıklar da bu devrilerde görülür. İşte biz bugün böyle bir devre içinde yaşıyoruz.” (Şimşir, s. 408,409)

Paris Barış Konferansı'nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması; Osmanlı Saltanat Şurası'nda kabul edildi. Padişah Vahdettin'in görevlendirdiği üç kişilik heyet 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Bunun üzerine Malta'daki Ziya Gökalp yine kaleme sarıldı. 19 Ağustos 1920'de şu mektubu yazdı:

“Fertler rüya gördüğü gibi bazen milletler de rüya görürler. İşte bugünkü haller de bir nevi içtimai rüya halleridir. (…) Fertler sarhoş olduğu gibi bazen milletler de sarhoş olur. Sarhoşlar meclisinde neler söylenmez, ne kararlar verilmez! (…) Bu siyah gecenin elbette bir beyaz sabahı vardır.” (Şimşir, s. 409)

Gökalp burada, Sevr'i hazırlayan ve kabul eden meclisleri “sarhoşlar meclisi” olarak adlandırıyordu.

Gökalp'e göre Sevr, “siyah bir gece”ye neden olmuştu. Sevr'e “Siyah gece” diyen Gökalp, Sevr'i imzalatan İngiliz işbirlikçisi padişaha ise “Kara Sultan” diyecekti.

Ziya Gökalp'in “Atatürk'e istida”sı

Resim

Resim

Ziya Gökalp Malta'dan döndü. Atatürk'ün başkomutanlığında Milli Mücadele kazanıldı. Ziya Gökalp, Diyarbakır'da “Küçük Mecmua”yı çıkarmaya başladı.

Gökalp, Büyük Zafer'in hemen ardından, Ekim-Aralık 1922'de, üç aylık sürede üç şiir yazdı: Şiirlerden ilki “İstida”, ikincisi, “İkinci İstida”, üçüncüsü de “Niçin” adlarını taşıyordu. (İstida, dilekçe demek).

Ziya Gökalip'in Milli Mücadele'nin Gazi-Mareşal Başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk'e ithaf ettiği ve Vahdettin'i “Kara Sultan” diye adlandırdığı “İstida” adlı şiir, tesadüf eseri, Vahdettin'in İngilizlere sığınıp kaçtığı 17 Kasım 1922'de İleri Gazetesi'nde yayımlandı. “İstida” daha önce 23 Ekim1922'de Küçük Mecmua dergisinde de yayınlandı.

İşte Ziya Gökalp'in Atatürk'ten “Dahi Kurtarıcı”, II. Abdülhamit'ten “Kızıl Sultan”, Vahdettin'den ise “Kara Sultan” diye söz ettiği “İstida” adlı şirinin sansürsüz, tam tercümesi:

İstida (Dilekçe)

Gazi Paşa Hazretlerine

Bu yurt mahrum, düzenlikten ümrandan,
Köylülerin nasibi yok irfandan,
Ey kurtaran bizi zalim Yunan'dan!
Kurtar bizi daha birçok düşmandan!

*

Medeniyet, gerçi bize uzaktır;
Mefkuremiz güneş kadar parlaktır.
Bütün millet yükselmeye müştaktır;
Kurtar bizi cehaletten, noksandan!

*

Harpte nasıl ön aldıysa her nefer,
Tezgahta da sanatına versin fer,
Kazanalım her hünerde bir zafer;
Kurtar bizi iktisadi buhrandan!

*

Mektep, müze, darülfünun isteriz;
Halkçılığa uyar kanun isteriz.
Terakkimiz, her an koşsun isteriz.
Kurtar bizi beynelmilel hüsrandan!

*

Sen dahisin, buna çoktan inandık.
Mefkuresiz rehberlerden pek yandık.
Garpta şarklı yaşayıştan usandık;
Kurtar bizi bu karanlık zindandan!

*

Göster şimdi ilmi, harsi hedefler;
Alim, şair, kumandan da hep asker,
Her şey olur, yalnız işte emir ver.
Kurtar, bizi meskenetten, hirmandan!

*

Sürümüzde bir kurt, çoban kalmasın;
Tepemizde gizli düşman kalmasın,
Düşmanların dostu, hakan kalmasın;
Kurtar bizi bu yıldızlı yılandan!

*

Abdülhamit gerçi Kızıl Sultan'dı,
Buna nispet yine o bir insandı.
Çok masumlar fetvasına aldandı;
Kurtar bizi artık ‘Kara Sultan'dan!”

(Küçük Mecmua, 23 Teşrinievvel 1338/ 23 Ekim 1922).

* * *

Ziya Gökalp, Atatürk'ün milleti, Yunan işgalinden sonra şimdi de geri kalmışlıktan, yoksulluktan, bağnazlıktan kurtarmasını istiyordu. Atatürk, gerçekten tam da Ziya Gökalp'in istediği gibi milleti geri kalmışlıktan, yoksulluktan, bağnazlıktan kurtarmak için bir uygarlık savaşı başlattı. Ancak Ziya Gökalp bu savaşı göremeden 1924'te öldü.

Açıkça görüldüğü gibi Ziya Gökalp, “İstida” adlı şiirinin son iki dörtlüğünde II. Abdülhamit'ten “Kızıl Sultan”, Vahdettin'den ise “Gizli Düşman”, “Düşmanların Dostu Hakan”, “Yıldızlı Yılan” ve “Kara Sultan” olarak söz ediyor.

Bazı Ziya Gökalp biyografilerinde Ziya Gökalp'in Abdülhamit'e “Kızıl Sultan”, Vahdettin'e ise “Kara Sultan” dediği “İstida” adlı bu şiirin son dörtlüğü sansürlendi. Türkçülüğün babası Ziya Gökalp'in bu sözleri halktan gizlenmek istendi.

Demem o ki, Vahdettin'in ihaneti sonradan Kemalistler tarafından uydurulmadı. Daha 23 Ekim 1922'de Ziya Gökalp “İstida” adlı şiirinde Vahdettin'den, “Kara Sultan” diye söz ediyordu.

Türkiye’nin büyük bir hızla “dönüştürülerek”, ABD isteklerine uygun olarak yeniden biçimlendirilmek istendiği bu günlerde “Karşı devrimci” dinci ve liberaller tarafından istila edilmiş yandaş medyada nerdeyse her gün bir TSK mensubunun ya da bir Cumhuriyetçi aydının “millete hakaret ettiğine ilişkin” haberler yayınlanmaktadır.

Aslında özde “Cumhuriyete”, “Ulusal egemenliğe” “demokrasiye” karşı olan “saltanatçı”, “padişahçı” “hilafetçi” “dinciler”, özellikle 2002’de AKP’nin yüzde 47’lik bir halk desteğiyle iktidara gelmesinden sonra birden bire “halkçı” oldular! Geçmişte söyledikleri “Demokrasi bizim için amaç değil araçtır!” gibi sözleri ve Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine karşı olduklarını göstermek için arabalarının arka camlarına bile yazdırdıkları “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır!” sloganını unutarak bugün “Milletin iradesine saygılı olunmalı”, “Millet ne derse o olur” demeye başladılar. Çünkü geçmişte dikkate almadıkları “millet” ve “Milet egemenliği”, AKP’yi iktidara getirmişti. Bu nedenle bizim saltanatçı, padişahçı, hilafetçi “dinciler”, birden bire “Milli egemenlik havarisi” oldular.

O günden bugüne “varsa millet egemenliği”, “yoksa millet egemenliği” diye tutturan, ve “millet egemenliğini” çoğunluk diktası zanneden, aslında bana soracak olursanız atadan deden saltanatçı-hilafetçi olan dincilerimiz, Türk milletinin hiç tarih bilmediğini düşünerek Atatürkçüleri, Cumhuriyetçileri “millet düşmanı”; siyasal İslamcıları, yobazları ise “halkçı” göstermek için adeta bin dereden su getirmektedirler.

Dün, Aziz Nesin’e “Millete aptal dedi!” diye saldıran bu çevreler, bugün de Ergenekon sanığı olarak yargılanan bir TSK mensubunu “Millete küfretti!” diye yayın organlarında linç etmeye kalkmaktadırlar.

Bizim dinciler, kendilerinin “halkçı”, “milletten yana” olduğunu kanıtlamak için kurmaca bir de tarih yazmışlar, Vahdettin dahil tüm padişahları “halkçı” yapmışlar, Atatürk dahil, tüm Cumhuriyetçileri de “Halka tepeden bakan”, “Halka karşı olan!”, “Jakoben!” ilan etmişlerdir.

Bu dinci yayın organlarını takip ederseniz, hep Atatürkçülerin, Cumhuriyetçilerin, Ulusalcıların “Halk düşmanı olduklarını” hatta “Halka küfrettiklerini…” sanırsınız, ancak işin bir de dincilerin anlatmadığı tarafı var:

VAHDETTİN DE Mİ HALKÇIYDI?

Örneğin, bizim dincilerin çok sevdikleri Padişah Vahdettin!

İki de bir, Atatürk dahil Cumhuriyetçileri “halk karşıtı” olmakla itham eden dincilere, asıl “halk düşmanının” Vahdettin olduğunu gösteren birkaç belge göstermek istiyorum.

Kurtuluş Savaşı sırasındaki “hıyanetinden” dolayı 16 Kasım 1922’de İngilizlere sığınarak Türkiye’den firar eden Padişah Vahdettin, İtalya’da San Remo’da yaşadığı günlerde de “Türkiye karşıtlığına” devam etmiştir.

“Yurt dışında aç ve sefil halde öldü!” diye kaçak padişaha ağıtlar yakanların, yurt dışında Vahdettin’in servetini tüketen en temel etkenlerden birinin Padişahın, bazı maceracıların aklına uyarak “Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’e karşı bazı hıyanet projelerine paraca destek olması” olduğunu bilmedikleri açıktır!

Bu maceracılar, San Remo’da kaldıkları sürece onların bütün masraflarını Vahdettin karşılamıştır.

San Ramo’ya gelerek Vahdettin’i ziyaret eden Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey “Atatürk’ün hakkından gelmek için” Vahdettin’den para istemişler, Vahdettin de bu hainlere 2000 İngiliz lirası vermiştir.

Ayrıca, bir Yunan albayıyla birlikte Vahdettin’i ziyaret etmeye gelen “Atatürk düşmanı” Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para sızdırmıştır.

Hatta San Remo’da Vahdettin’e bağlı Türkiye karşıtı Tarikat-ı Selahiye adlı bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütün, Vahdettin’le yurt dışına gitmekten pişman olan ve Türkiye’ye dönmek isteyen Dr. Reşat Paşa’yı öldürdüğü iddia edilmiştir.

Yılmaz Çetiner, Vahdettin’in, oğlu Ertuğrul Efendi’nin öğrenimi için ayırdığı 5000 lirayı bile Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Atatürk’e karşı “teşkilat” yapmak için geldiklerini söyleyen bu kişilere verdiğini belirtmiştir.

Attilâ İlhan, Vahdettin’in yurt dışındayken, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tertiplerin içinde yer aldığını şöyle ifade etmiştir.

    “Sevr Antlaşması’nı imzalayan Rıza Tevfik o kadarla kalsa iyi, Vahdettin’i Hilafet ve saltanat tahtına iade etmek amacıyla… faaliyet gösteren Hilafet-i Kübra Cemiyeti’nin de gözdesiydi. Bu cemiyetin icra komitesi Romanya’da… bir toplantı yapıyor, aldığı karar, Başkan Mehmet Ali Bey’in San Remo’da bulunan Zat-ı Şahane’ye müstakbel bir kabine önerilmesidir ki, üyeler arasında adı geçen Dahiliye Nazırı olarak gösterilmiş, Vahdettin’in onayı alınmıştı. Ne demek bu? Milli Mücadele başarılı olmuş, ülkede yeni bir düzen kurulmuş, onlar hala bir karşı inkılap tertibi içindedirler.Yani nehir Ankara’ya ters akıyor. Şeyh Sait İsyanı’nda bu kanadın, isyanın beyni sayılan Şeyh Seyit Abdülkadir’le irtibatı meydana çıkıyor. İddiaya bakılırsa Şeyh Sait’in iki oğlundan birisi, yurt dışında Zat-ı Şahane ile, öbürü yurt içinde Şeyh Abdülkadir’le temas halindeymiş! İsyanın gerekçesine gelince, onu o sırada asilerin halka dağıttıkları bir beyannameden okuyalım:

    ‘… Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir. Şeriat isteyiniz.Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yaymaktadır. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor…’ (H.İ Dinamo, ‘Kutsal Barış’, C.V, s.149, May Yayınları, 1974)”


Vahdettin, biraz da çevresini saran Türkiye ve Atatürk düşmanlarının etkisiyle, yurt dışındayken de “ihanette” sınır tanımamıştır. Öyle ki, Cumhuriyet Türkiye’sini ABD’ye şikayet ederek ABD’den bile yardım istemiştir.

VAHDETTİN’İN ABD BAŞKANI’NA MEKTUBU

(Vahdettin’s Letter to the President of U.S.A)

Vahdettin, San-Remo’da bulunduğu günlerde ABD Başkanı’na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris’te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington’a göndermiştir.

Vahdettin’in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi’nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

İşte o ibretlik, tarihi mektup:

    “Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablarına

    Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

    Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki;

    İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı’ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

    Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

    Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

    Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

    13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin”



(İhsan Güneş, “Vahdettin’in Amerikan Başkanı’na Mektubu”,

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/33/254.pdf)


Vahdettin’in 1924 yılında ABD Başkanı’na yazdığı bu mektup, Vahdettin’i aklayıp “Büyük vatan dostu!” yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir. Bu belge, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük “hıyanetini” San Remo’daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.

Vahdettin’in ABD Başkanı’na yazdığı mektuptaki bazı ifadeleri “hıyanetin” yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir. Bakın ne diyor Vahdettin:

    “Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!”


    “Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!”


    “Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve bu konuda alacağı bütün kararlar geçersizdir!”


    “Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir.”


    “Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı içinde değildir.”


    “Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.”


    “Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!”


    “Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları insan haklarına aykırıdır.”


    “Bu konuda ABD Başkanı’nın yapacağı yardımları pek değerli sayarım!”



AZİZ NESİN’E “HALK DÜŞMANI” DİYENLER VAHDETTİN’E NE DİYECEK?

Vahdettin’in mektubundaki, “TBMM, dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir” ve “Beş-altı milyonluk Türk milleti bilgisiz ve gafildir!” biçimindeki ağır hakaret içeren cümleleri, Vahdettin’in her şeyden önce Türk milletine düşman olduğunu ve adeta kendisini ve hanedanını Türk milletinden soyutladığını göstermektedir.

“Türk milletine hakaret etti!” diyerek Aziz Nesin’e saldıranların, Tük milletine hakaret eden Vahdettin’e nasıl davranacaklarını merak ediyorum doğrusu.

“Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!” diyen Vahdettin’in Türk milletinin iç güvenliğini değil de gelişmiş milletlerin iç güvenliğini düşünmesi, “Hilafetin kaldırılması gelişmiş milletlere zarar verir” diyerek ABD’yi kışkırtmaya çalışması, kelimenin tam anlamıyla “hainliktir”. Çünkü Vahdettin, “gelişmiş milletler” derken Müslüman sömürgelere sahip İngiltere gibi emperyalist Batı ülkelerini kastetmektedir. Halifeliğin kaldırılmasının bu ülkelerdeki Müslümanlarda huzursuzluk yaratacağını ve bu huzursuzluğun Müslüman sömürgelere sahip (gelişmiş milletlerin), emperyalist Avrupa’nın iç güvenliğini bozacağını dile getirmekte, yani Halifeliğin kaldırılmasının emperyalist Avrupa’ya da zarar vereceğini belirtmekte ve ABD’den, Hilafeti geri getirmek için yardım istemektedir.

Vahdettin’in mektubunda dikkati çeken en önemli noktalardan biri de “kaçak padişahın” gelişmeleri doğru tahlil edememesi ve adeta hayal dünyasında yaşamasıdır. “Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!”, “Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim” diyerek bu durumun geçici olduğunu düşünmesi, yeniden saltanat düşleri görmesi, Vahdettin’in siyasi ve toplumsal gelişmeleri doğru analiz etme yeteneğinden yoksun bir “mecnun” olduğuna işarettir.

“Kurtuluş Savaşı sırasında Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası kabul edilmiştir!” diyerek akıllarınca Atatürk’ü ve milliyetçileri “ABD mandacısı” diye damgalamak isteyen Cumhuriyet Tarihi yalancıları, 1924 yılında Vahdettin’in ABD Başkanı’na “Aman bana yardım et!” diye yalvarıp yakarmasını nasıl açıklayacaklardır acaba?

İşte, yurt dışında bulunduğu sırada Türkiye ve Atatürk aleyhine hiçbir olumsuz işe girişmediği söylenen Vahdettin’in Türkiye karşıtı bazı marifetleri!

Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen bazı belgeler, Vahdettin’in Avrupa’dayken İngiliz yetkililerine yazdığı bazı mektuplarda Atatürk için, “küfre varan derecede ağır ifadeler” kullandığı görülmüştür.

İşte Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin!”

Bugünkü Vahdettincilerin, “din”, “iman” diyerek, “halkçı görünerek” çocuklarını ABD’de okutmalarının, ABD vatandaşlığına geçmelerinin veya ABD’de ikamet etmelerinin sırrını bulduk sanırım!

Vahdettin'in Milli Mücadele düşmanlığı

KUVAYI MİLLİYE'YE KARŞI YUNAN'A DESTEK OLDULAR

“Hükümet Yunan ordusunun ileri hareketini protesto etmek niyetinde değildir. Çünkü Yunan ordusu, bizim programımıza da uygun olarak Mustafa Kemal'e ceza verme işini yapıyor…” (Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi, Peyamı Sabah, 12 Temmuz 1920)

Resim

9 Kasım 2018'de, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, tescilli bir “Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı” olan Kadir Mısıroğlu'nu ziyaret etti. Daha önce de AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP'li Meclis Başkanı İsmail Kahraman, Kadir Mısıroğlu'nu ziyaret etmişlerdi.

Milli Mücadele'de Yunan ordusunun galip gelmesi için İngilizlerle birlikte hareket eden yerli işbirlikçiler vardı. İşte bugün o yerli işbirlikçileri “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen fesli Kadir Mısıroğlu temsil ediyor.

Şöyle ki!

SALTANATI KORUMA İÇGÜDÜSÜ VE İHANET

Padişah Vahdettin Milli Mücadele yıllarında ne pahasına olursa olsun saltanatını sürdürmek istiyordu. Bu nedenle ülkeyi işgal edenlerden önce saltanatı tehdit edenleri “düşman” olarak görüyordu. İlginçtir! Ülkeyi işgal edenler sultanı kontrol ediyorlar ancak saltanatı tehdit etmiyorlardı. Örneğin, Türkiye'yi paramparça eden Sevr Antlaşması'na göre saltanat devam edecekti. Yani Sevr, sarayın değil, milletin idam fermanıydı. Buna karşın Atatürk ve onun açtığı TBMM, “milli egemenlik” ilkesiyle aynı zamanda gizliden gizliye saltanatı tehdit ediyordu.

Padişah Vahdettin, eğer Milli Mücadele başarılı olursa tahtını ve tacını kaybedeceğini düşünmeye başladı. İngiliz merhametine sığınarak tacını ve tahtını kurtarabileceğini sandı.

Padişah Vahdettin'in ne pahasına olursa olsun saltanatını koruma içgüdüsü ve kayıtsız koşulsuz İngiliz merhametine sığınması onu “ihanete” savurdu.

Gerçek şu ki: Milli Mücadele'de Osmanlı Hükümeti, (Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit) Atatürk'e ve Türk ordularına değil, Venizelos'a ve Yunan ordularına yardım etti. Ayrıca Atatürk'e ve Milli Mücadele'ye yardım eden veya etmek isteyen asker-sivil yurtseverleri de görevden aldı.

SARAY, MİLLİ MÜCADELE'YE DÜŞMANDI

Nisan 1920'den itibaren Osmanlı yönetimi; padişahından sadrazamına, içişleri bakanından şeyhülislamına kadar bütün unsurlarıyla Atatürk'e ve Milli Mücadele'ye açıkça düşman oldu.

8 Nisan 1920'de Sadrazam Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiseri Robeck'i ziyaret ederek Atatürk'e karşı İngilizlerden yardım istedi.

10 Nisan 1920'de Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Milli Mücadele'ye katılanları öldürmenin “din gereği” olduğunu belirten bir fetva yayımladı. Halife/Padişah Vahdettin'in onayladığı bu fetva İngiliz uçaklarıyla Anadolu'ya atıldı.

10 Nisan 1920'de Sadrazam Damat Ferit bir beyanname ile Milli Mücadele'yi kınadı.

11 Nisan 1920'de Padişah Vahdettin'in Milli Mücadele karşıtı fermanı yeniden yayımlandı. Padişaha göre siyasi durum düzelmeye giderken Anadolu'daki “ayaklanmalar” durumu büsbütün bozuyordu. (Padişah, Kuvayı Milliye'den “Anadolu'daki ayaklanmalar” olarak söz ediyordu).

12 Nisan 1920'de Alemdar'da Refi Cevat, Atatürk ve silah arkadaşları hakkında verilen fetvayı kastederek “Bu din ve devlet düşmanları böyle tepelenir” diye yazdı.

13 Nisan 1920'de Adliye Nazırı Ali Rüştü Bey, gazetecilerin Kuvayı Milliye ile ilgili sorusuna şöyle cevap verdi: “Kuvayı Milliye'nin hareketi pek çirkindir. Vazgeçirmeye çalışacağız. Aksi halde cezalandıracağız. İhtiyaç olursa jandarma kuvveti kuracağız.”

15 Nisan 1920'de İçişleri Bakanı Reşit Bey, Şeyhülislam fetvası ve hükümet bildirisinin halk üzerinde etkili olacağını, bu fetva ile gerçeğin anlaşılacağını ve verilen sürenin ardından isyancıların (Kuvayı Milliyecilerin) bastırılmasına başlanacağını söyledi.

18 Nisan 1920'de Sadrazam Damat Ferit, Halife/Padişah Vahdettin'in onayıyla ve İngilizlerin desteğiyle Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurmaya karar verdi. 1.250.000 lira ödenekle Kuvayı Milliye'ye karşı Kuvayı İnzibatiye kuruldu.

8 Mayıs 1919'da Padişah Vahdettin'in “paşa” yaptığı Ahmet Anzavur, paralı bir kuvvetle Kuvayı Milliye'yi dağıtmak için İzmit'ten Adapazarı'na hareket etti. 15 Nisan 1920'de İçişleri Bakanı Reşit Bey, Anzavur hareketinin “doğrudan doğruya hükümet hareketi” olduğunu söylemişti.

11 Mayıs 1920'de İstanbul Divan-ı Harbi, Atatürk ve bazı silah arkadaşları hakkında idam kararı verdi. Padişah Vahdettin bu idam kararını 24 Mayıs 1920'de onayladı.

13 Mayıs 1920'de Padişah Vahdettin, Kuvayı Milliye'ye kurşun sıkan 13 Kuvayı İnzibatiye mensubunu Mecidiye Nişanı'yla ödüllendirdi.

14 Haziran 1920'de Kuvayı İnzibatiye Kuvayı Milliye'ye saldırdı, yenildi ve İzmit'teki İngiliz bölgesine sığındı.

13 Temmuz 1920'de Padişah Vahdettin, Kuvayı Milliye'ye katılan subaylara 7 yıl hapis cezası verilmesi hakkındaki kararı onayladı.

10 Ağustos 1920'de Padişah Vahdettin'in kabul etmesiyle Osmanlı Hükümeti, Türkiye'yi paramparça eden Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Milli Mücadele kazanıldığı için Sevr onaylanmadı ve hayata geçirilemedi.

30 Ağustos 1920'de padişah yanlısı Teali İslam Cemiyeti, Milli Mücadele karşıtı ihanet bildirileri yayımladı. Bildirilerde Atatürk'ün ve silah arkadaşlarının öldürülmeleri isteniyordu.

23 Mart 1921'de Padişah Vahdettin, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'la yaptığı bir gizli görüşmede Atatürk'e ve Kuvayı Milliyecilere ağır hakaretler etti: “Bir avuç haydut Anadolu'da erki ele geçirmiştir” dedi. Ayrıca şunları söyledi: “Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. (…) Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur.”

7 Ağustos 1922'de -Büyük Taarruz'dan sadece 19 gün önce- Padişah Vahdettin, İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'a aynen şunları söyledi: “Millici liderler bir hükümet değildir, bir isyancılar ve ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki'nin canlandırıcılarıdır. (…) Bolşevikten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır.”

Kısacası Halife/Padişah Vahdettin açıkça Milli Mücadele'ye karşı iç savaş başlattı.

Milli Mücadele'de padişah onaylı hükümet kışkırtması nedeniyle Anadolu'da çok sayıda isyan çıktı.

Bunun adı “ihanet” değil de nedir Allah aşkına?

YUNAN GALİBİYETİNİ BEKLEYENLER

10 Nisan 1921'de Padişah Vahdettin'in has adamı Ahmet Anzavur şöyle bir açıklama yaptı:

“Padişah, Yunanlılara karşı harp edilmesine razı değildir. Yunanlar bizim dostumuzdur. Padişahın emir ve rızasına aykırı olarak onlara silah çekmek küfürdür, isyandır.”

14 Mayıs 1920'de Beyazıt Meydanı'nda, Bekir Sıtkı Bey komutasındaki İkinci Kuvayı İnzibatiye Alayı'nı irşad amacıyla bir dini tören düzenlendi.

Törende ünlü İzmirli vaiz Hafız İsmail Efendi, Halifenin ordusu durumundaki Kuvayı İnzibatiye'nin “asileri” yani Kuvayı Mimleyicileri yok etmesi için dua etti. Dinleyiciler “âmin” sesleriyle duaya eşlik ettiler.

Hafız İsmail Efendi, İngilizlere düşman olanlara “aramızdaki hainler” dedi. Sonra da şunları söyledi: “Yarabbi sen bizi ıslah et! (…) Hele içimizdeki vatan ve İngiliz düşmanlarını atalım. Caniler, hak ettikleri cezaları alsınlar.”

Resim

Hafız İsmail Efendi, Kuvayı Milliye'ye de şöyle saldırdı: “Kuvayı Milliye memleketi kurtaracakmış gibi adi, bayağı propagandalara kapılmak, karanlığa kapılmış görülmek, bunlar ne fena şeylerdir.” Daha sonra da Kuvayı Milliye'ye en ufak bir merhamet gösterilmemesini istedi. (Sabahattin Özel, Mustafa Kemal Atatürk, Yeni Gerçekler Yeni Düşünceler, s. 152-154)

12 Temmuz 1920'de Osmanlı Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi, Peyam-ı Sabah'a verdiği demeçte, Yunan taarruzunun, İstanbul Hükümeti'nin programına uygun olduğunu açıkladı. “Çünkü Yunan ordusu, bizim programımıza da uygun olarak Mustafa Kemal'e ceza verme işini yapıyor. Bu hareket zorlukla karşılaşmaz. Mustafa Kemal'in ordusu haydutlardan, yağmacılardan, sabıkalılardan kuruludur” dedi.

Mili Mücadele'den sonra meclis gizli oturumunda 150'likler konusu görüşülürken Ertuğrul (Bilecik) Milletvekili Dr. Fikret Bey'in “Yunan bayrağını öptü” dediği kişi, işte bu Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi'dir.

12 Ağustos 1920'de Yunan Başbakanı Venizolos'a bir suikast girişiminde bulunuldu. Venizelos hafif yaralarla kurtuldu. Bunun üzerine aynı gün, Yunan işgali altındaki Edirne'de Metrpolithane Kilisesi'nde Venizelos için bir “şükran ayini” düzenlendi. Ayine Edirne Müftüsü Hilmi Efendi de katıldı. Öğleden sonra Rum Vali, General Zimbrakakis, General Leonardapulos, Metropolit Efendi ve yanındakiler Selimiye Camisi'ne geldiler. Müftü Hilmi Efendi Selimiye Camisi'nde Venizelos'un sağlığı için dua etti. Hilmi Efendi okuduğu duada Venizelos'u “özgürlük ve adaletin temsilcisi” olarak andı. (Özel, s. 156)

30 Ağustos 1920'de Yunan uçakları, Eskişehir üzerinde uçarak Teali İslam Cemiyeti'nin bildirilerini attılar. Bildirilerde Atatürk'ün ve silah arkadaşlarının öldürülmeleri isteniyordu.

İşbirlikçi basın da bir Yunan zaferi bekliyordu.

Örneğin, 8 Eylül 1921'de Refi Cevat Ulunay, “Görüyoruz ki Yunanistan, kısa zamanda Mustafa Kemal kuvvetleri denilen çapulcuları tepeleyecektir” diye yazdı.

19 Ağustos 1921'de Ali Kemal de şöyle yazdı: “Yunanlar Ankara kapılarına dayandılar. Mustafa Kemal'e barınacak yer kalmayacak. Hesap sorma zamanı geldi.”

Görülen o ki, padişahından sadrazamına, adliye nazırından içişleri bakanına, şeyhülislamından gazetecisine Osmanlı Hükümeti “Yunan'ın galip gelmesi için” seferber olmuştu.

MÜTAREKE BASINININ KUVAYI MİLLİYE DÜŞMANLIĞI

Resim

Milli Mücadele'de Mütareke Basını Kuvayı Milliye'den “Kuvayı Gayri Milliye” diye söz ediyordu. Alemdar ve Peyamı Sabah gibi işbirlikçi gazeteler Kuvayı Milliyecileri “bolşevikler”, “İttihatçılar”, “asiler”, “eşkıyalar”, “caniler”, ve “Kemaliler” olarak adlandırıyordu. Kuvayı Milliye Yeniçeri Ocağı'na benzetiliyor, II. Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırması gibi VI. Mehmet Vahdettin'in de Kuvayı Milliye'yi kaldıracağı söyleniyordu. Alemdar Gazetesi, Nisan 1920'de günlerce “Sultan II. Mahmut Yeniçeri Ocağı'nı Nasıl Kaldırmıştı?” başlıklı bir yazı dizisi yayımladı. Mütareke Basını'nın kirli kalemleri Milli Mücadele'nin önderi Atatürk'e “eşkıya”, “cani”, “sergerde” vb sıfatlarla acımazsızca saldırıyordu. Misakı Milli'den bile iğrenerek söz ediyorlardı. 2 Şubat 1920'de Alemdar'da Refik Halit, Misak-ı Milli'den “Allah'ım ne çirkin, ne gayri milli bir kelime” diye söz etmişti.

Resim

Demem o ki;

Dün Yunan'ın galibiyeti için seferber olanlar; Vahdettinler, Damat Feritler, Mustafa Sabriler, Ali Kemaller, Ali Rüştü Efendiler, Hilmi Efendiler… kaybettiler. Yarın da “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen Fesli Kadirler ve onu el üstünde tutunalar kaybedecekler.

Emperyalizmin Vahdettin deneyi

Bu deney bize adı, unvanı ve makamı ne olursa olsun ülkemizin kaderini asla bir adama teslim etmemeyi ve ne pahasına olursa olsun Meclis'e, milli iradeye sahip çıkmamız gerektiğini öğretti…

Padişah Vahdettin sakalsızdı. “Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim” diyordu. Vahdettin, evet, belki sakalını kimseye kaptırmadı, ama bütün ruhunu İngilizlere ve İngilizci Damat Ferit'e kaptırdı.

ŞAŞKIN BİR PADİŞAH

4 Temmuz 1918'de 58 yaşında padişah olduğunda Şeyhülislam Musa Kazım Efendi'ye, “Şaşırmış bir haldeyim!” demişti.

Vahdettin, galip devletlerin kendisini tahttan indirmesinden ve ordunun yönetimine el koymasından endişeleniyordu. İşgal İstanbul'unda görüştüğü Atatürk'e ilk sorduğu sorulardan biri “Ordudan kendisine bir fenalık gelip gelmeyeceği” şeklindeydi. Kuşkular ve kaygılar içinde, eniştesi İngilizci Damat Ferit'e dört elle sarıldı.

Tahtını ve tacını öylesine çok düşünüyordu ki, Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalaması için görevlendirilen Rauf (Orbay) Bey'e öncelikle “Hilafeti, saltanatı ve Osmanlı hanedanlık hukukunu koruyacaksın” demişti.

Ancak çok geçmeden -işbirliği yaptığı sürece- emperyalist devletlerden kuşkulanmasına gerek olmadığını anladı. Çünkü emperyalizm için bir adamla ona biat etmiş kullarını yönetmek, bir meclise sahip özgür bireyler topluluğunu yönetmekten çok daha kolaydı. Vahdettin, işgalci emperyalistlerle, özellikle İngiltere'yle iyi ilişkiler kurup halkı da kendine biat ettirebilirse tahtını ve tacını koruyabileceğini düşünüyordu.

İNGİLİZ HAYRANLIĞI

Vahdettin, 24 Kasım 1918'de The Daily Mail muhabiri G. Ward Price'a verdiği bir mülakatta şunları söyledi: “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım Savaşı'nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit'ten miras aldım. Şimdi bu sebepten memleketim ile İngiltere arasında öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım.” (Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara, 1991, s. 3, 4)

General Milne, 16 Aralık 1918'de İngiltere'ye gönderdiği raporda şöyle diyordu: “Padişah, İngilizlerin, mümkün olduğunca çabuk Türkiye'nin idaresini eline alması için istirhamda bulundu… İç kısımlara İngiliz subaylarının gönderilmesini ve idareye yardımcı olmalarını rica etti. Buna karşılık Kafkasya'daki Türk askerlerini İngilizlerin buyruğu altına vermeye, istenmeyen subayları görevlerinden almaya ve birlikleri İngiliz subaylarının komutası altına vermeye hazır.” (Jaeschke, age, s. 4)

EMPERYALİZMDEN YARDIM DİLENMEK

Vahdettin, İngilizlerin hoşuna gidecek bir şeyler yapıp onlardan güvence almak için çırpınıyordu. Savaşta Ermenilere ve İngiliz esirlere kötü davranmış Türkleri cezalandırarak İngilizlerin gözüne girmeyi bile denedi.

Sözde Ermeni kırımında rolü olduğu gerekçesiyle Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey'in idamını onayladı. Anadolu'daki Milli Mücadele'yi yok etmeleri için pek çok defa İngilizlerden yardım dilendi.

Öyle ki Büyük Taarruz öncesinde bile, 7 Ağustos 1922'de, İngiltere Yüksek Komiseri Rombald'a, Atatürk ve arkadaşlarıyla ilgili çok ağır sözler söyleyip İngilizleri Anadolu'daki “millicilere” karşı kışkırttı: “Millici liderler bir hükümet değildir, bir isyancılar ve ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki'nin canlandırıcılarıdır…

Kişisel çıkarları için ülkede egemenliklerini kurmaya çalıştılar. Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevikten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır…”

(Salahi Sonyel, Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı, Ankara, 2007, s.187)
Vahdettin daha da ileri giderek bir İngiliz ajanı gibi çalıştı. Salahi Sonyel'in açıkladığı bir belgeye göre, 23 Şubat 1922'de huzuruna kabul ettiği Ankara Hükümeti Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'in çantasındaki gizli belgeleri çaldırıp İngiltere Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold'a gönderdi. (Salahi Sonyel, “Son Osmanlı Padişahı Vahdettin ve İngilizler”, Belleten,

XLIX/154, 1975, s. 257-264.) TÜRKİYE'Yİ İNGİLİZLERE BIRAKMAK

30 Mart 1919'da Damat Ferit'in İngilizlere sunduğu bir projeye göre İngiltere Türkiye'de gerekli gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecekti. Her ile bir İngiliz konsolosu tayin edilecekti. Seçimler İngiliz kontrolünde yapılacaktı. Türk maliyesini İngiltere kontrol edecekti. İngilizler bu projeye cevap vermedi. Ancak Vahdettin vazgeçmedi ve 19 Eylül 1919'da İngilizlerle bir gizli antlaşma imzaladı.

Emperyalizm, bir adamı; Vahdettin'i kontrol ederek bir milleti esir almak üzereydi. Emperyalizmin merhametine sığınan Vahdettin, 10 Ağustos 1920'de Türkiye'nin idam fermanı Sevr Antlaşması'nı imzalattı. 21 Ağustos 1919'da Vahdettin'le görüşen J. de Robeck, Londra'ya gönderdiği bir raporda Vahdettin'in İngiltere'ye güvenerek Sevr Antlaşması'nı kabul ettiğini belirtiyordu. (Jaeschke, age, s. 7).

ŞAŞIRTAN TESLİMİYETÇİLİK

Doğrusu Vahdettin'in teslimiyetçiliği İngilizleri bile şaşırttı. İstanbul'daki İngiliz temsilcilerinden Richard Webb, 19 Ocak 1919'da İngiltere Dışişleri Bakanlığı'ndan Sir Ronald Graham'a gönderdiği özel mektupta şöyle diyordu: “Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde şimdi valilerini atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara aldırmadan serbest bırakıyoruz. Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz… Politikamız süngünün kesin ucuna dayanıyor. Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz… Bildiğiniz gibi padişah bizi buraya yerleştirmeyi diliyor…” (Sonyel, Gizli Belgelerde… s. 12)(S.MEYDAN)

Resim

İngilizler, bir adamı; sultanı/halifeyi kontrol ettikleri sürece “İslam dünyasını” kontrol edebileceklerini görüyordu.
10 Ocak 1918'de Vahdetin, Amiral Calthorpe'a bir aracı gönderip “Bütün umudunu İngiltere'ye bağladığını, İngilizlerin istediği kişileri tutuklayıp cezalandırmaya hazır olduğunu” belirterek İngilizlerin, halifelik makamında kalması için kendisine yardım edip etmeyeceklerini sordu. Damat Ferit de 9 Mart 1919'da Richard Webb'i ziyaret ederek, “Padişahın ve kendisinin ümitlerini Allah'tan sonra İngiltere'ye bağladıklarını” belirtti. (Sonyel, age, s. 20).

MECLİSİ DAĞITMAK

Vahdettin İngilizleri memnun etmek için öncelikle iki adım attı:

1- Meclisi dağıttı.

2- Hükümeti Damat Ferit'e kurdurdu.

11 Mart 1919'da Amiral Webb raporunda, “Damat Ferit Hükümeti, düşünülmesi mümkün olan en İngiliz yanlısı hükümettir” diyordu.

Vahdettin, 21 Aralık 1918'de -en gerekli olduğu anda- meclisi dağıttı. İstanbul'un işgal edildiği gün, “Bir millet var koyun sürüsü, ona bir çoban lazım o da benim” diyen Vahdettin'in meclisi dağıtması normaldi. Ancak meclisin dağıtılması çok yanlıştı. Öncelikle meclisin her şeye rağmen işgale direnme ihtimali vardı. İşgalcilerin meclisi kontrol etmesi daha zordu. Ayrıca yeniden seçim yapılması gündeme geldiğinde ülkenin işgal edilmiş bölgelerinden mebus seçilemeyecek, yeni mecliste buralar temsil edilemeyecekti. Dolayısıyla o bölgelerin elden çıkması kolaylaşacaktı. Ancak meclisi dağıtan “saray, serbestçe ve kendine en uygun biçimde galip devletlerle özellikle İngiltere'yle antlaşmaya varmak istiyordu.” (Sina Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, C.1, 2. bas, İstanbul, 1992, s.137)

İNGİLİZLERE YARANMA POLİTİKASI


Vahdettin, İngilizlerin istediklerini yaparsa hem tahtını, tacını koruyacağını hem de Paris Barış Konferansı'nın Türkiye lehine bir karar vereceğini düşünüyordu.

Resim

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Savaş Bakanlığı'na bir nota verip Anadolu'daki direniş hareketlerine son verilmesini isteyince etekleri tutuşan hükümet ve padişah hemen harekete geçtiler. Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun'a gönderdiler. Atatürk'e verilen görev Anadolu'daki direniş ateşini söndürmekti. Atatürk ise tam tersine direniş ateşini körükleyince İngilizlerin isteğiyle hemen geri çağrıldı, gelmeyince görevden alındı. Benzer şekilde İzmir'de direniş örgütleyen Nurettin Paşa da görevden alınıp yerine İzzet Bey ve Ali Nadir Paşa getirilmişti. Çünkü Vahdettin, İzmir'in işgaline karşı direnilmemesini, mütareke hükümlerine uyulmasını istemişti. 15 Mayıs 1919'da İzmir kanlı bir şekilde işgal edildi. İzmir Valisi Kanbur İzzet, bırakın direnişi, 26 Mayıs'ta Yunan kuvvetlerini özel bir törenle ve saygıyla karşıladı.

VAHDETTİN'İN SAVAŞI

Vahdettin, Milli Mücadele'ye adeta savaş açtı. Bu savaş gereğince;

Atatürk İstanbul'a çağrıldı. Gelmeyince ordu müfettişliğinden alındı. Bunun üzerine o da askerlikten istifa etti.

Atatürk sadece ordudan çıkarılmakla kalmadı, nişanları, rütbeleri ve fahri yaverlik unvanı geri alındı. Bütün bu kararları Vahdettin onayladı.

Görevden alınan Atatürk'ün emirlerinin dinlenmemesi için genelge yayımlandı.

Atatürk ve Rauf Bey'in “derhal yakalanarak İstanbul'a gönderilmeleri için” valiliklere emir verildi. Atatürk'ün tutuklanması için Kazım Karabekir'den yardım istendi.

Image resized to : 56 % of its original size [ 880 x 1448 ]

Resim

Direniş cemiyetlerinin kurulması, direniş mitinglerinin yapılması ve millicilere ait telgrafların çekilmesi yasaklandı.

Damat Ferit, İngiliz Yüksek Komiserine, padişahın ve kendisinin İngilizler tarafından korunup korunmayacağını sordu. İngiltere, padişahın ve sadrazamın güvenliklerinin sağlanacağını bildirdi.

22 Temmuz 1919'da İngiliz ve Fransız Yüksek Komiserleri de “Padişahın desteklenmesine” karar verdiler.

İçişleri Bakanı Adil, “İzmir'deki millici çeteleri dağıtmak için gerekirse askeri kuvvet kullanacağız” dedi.

Milli Mücadele karşıtı propaganda için Anadolu'ya Nasihat Heyetleri gönderildi. Vahdettin'in Denizli'ye gönderdiği Jandarma Genel Komutanı, Yunanla çarpışmaktan vazgeçilmesini istedi.

Bütün illere, Kuvayı Milliye'nin dağıtılması emri verildi.

1.2.3. Ordu Müfettişlikleri kaldırıldı.

Başarılı komutanlar ve yurtsever valiler görevden alınıp yerlerine işbirlikçiler atandı.

Hükümetin verdiği listelere göre asker, sivil yurtseverler tutuklanıp Malta'ya sürgün edildi.

Elazığ Valisi Ali Galip'ten Sivas Kongresi'ni dağıtması istendi.

30 Eylül 1919'da İngiliz Yüksek Komiseri J. de Robeck, Lord Curzon'a gönderdiği bir yazıda, “Padişahın, İngilizlerin kuvvet kullanarak milliyetçileri durdurmasını istediğini” bildirdi. Robeck, değişik tarihlerde Londra'ya gönderdiği raporlarda “Vahdettin'in tahtını kaybetme korkusuyla titrediğini”, “Padişahın kendisini İngilizlere teslim ettiğini” yazdı. Aynı Robeck, 23 Şubat 1920 tarihli raporunda, “Bizim aldığımız kararlara hürmet etmeyen yegâne halk, Türk halkıdır” diye yazacaktı.

16 Mart 1920'de İstanbul işgal edildi. Misakı Milli'yi ilan eden Meclisi Mebusan 18 Mart'ta çalışmalarına ara verdi. Bazı milletvekilleri tutuklanıp Malta'ya sürüldü. Çok geçmeden Vahdettin meclisi kapattı.

Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Milli Mücadele aleyhine fetva yayımladı. Fetvada istilacılara karşı direnen milliyetçileri tek tek veya topluca öldürmek din gereğidir. Bu uğurda ölenler şehit, öldürenler gazi sayılır deniliyordu. Fetvalar İngiliz uçaklarıyla Anadolu'ya atıldı.

Damat Ferit İngilizlere, Atatürk'e karşı Kürtleri kullanmayı önerdi.

Kuvayı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) kurulup İzmit ve civarındaki Kuvayı Milliyecilerin üzerine yollandı.

Milli Eğitim Bakanı Rumbeyoğlu Fahrettin okul kitaplarından “Türk” sözcüğünü çıkardı.

Hükümet, Ahmet Anzavur'a paşalık rütbesi verdi. Anzavur paralı ordusuyla milli kuvvetleri dağıtmak için İzmit'ten Adapazarı'na hareket edip Adapazarı'nı işgal etti.

İstanbul Divan-ı Harbi, Atatürk ve arkadaşlarını (Karabekir hariç) idama mahkum etti. Vahdettin, idam kararlarını onayladı.

Vahdettin, 16 Kuvayı İnzibatiyeliye elbaşını, Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi.

Adalet Bakanı Ali Rüştü Efendi, Yunan taarruzunun başarısı için dua edilmesini istedi. Edirne'de Selimiye Camii'nde Müftü Hilmi Efendi, Yunan ordularına dua edip Venizelos'u övdü.

Vahdettin, Kuvayı Milliyeci subaylara 7 yıl hapis cezası verilmesi hakkındaki kanunu onayladı.

İngiliz ajanı Rahip Frew, Osmanlı Nişanı ile ödüllendirildi.

2 Eylül 1920'de Damat Ferit, Yüksek Komiser Robeck'e, “Vahdettin'in oğluna bir İngiliz vasi aradığı, anayasanın onun veliaht sayılmasına göre değiştirileceğini” söyledi.

Padişah Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit'le birlikte, Anadolu'daki 20 civarında iç isyandan; kanlı kardeş kavgasından sorumludur.

Bu Vahdettin, Milli Mücadele'nin ardından,17 Kasım 1922'de İngilizlere sığınıp ülkeden kaçtı.

Resim
Tarihimizin en “acımasız” cami satışı son padişah Vahdettin tarafından gerçekleştirilmiştir. İşgal yıllarında saray ve hükümet, para ihtiyacı için İstanbul’daki ecdad mirasını; tarihi camileri, tarihi hamamları, medreseleri, hatta mezarlıkları bile işgalcilere satmıştır.

Bu konudaki belgeleri ortaya çıkaran Atilla Oral’ın ifadeleriyle; “Vahdettin, atalarının emanetine sahip çıkmak isteyen bir padişah değildi. Eğer böyle biri olsaydı, ilk önce kültür miraslarına, ata yadigârlarına sahip çıkması gerekirdi. Oysa, bunlara sahip çıkmak amacıyla hiçbir çaba göstermedi. Aksine hayırsız mirasyediler gibi ne var ne yoksa satıp savurdu. Camileri, türbeleri, mezarları dahi sattırdı.

Mimar Sinan eserlerini yıktırdı. İşgal yıllarında Vahdettin’in hissizliği ve acımasızlığı sonucu kültür ve sanat varlıklarımız büyük zarar gördü.”

Resim
Osmanlı Devleti, Balkan Savaşı yıllarında para bulabilmek için ülke içindeki kaynaklara yönelmiş, askeri doyurabilmek için İstanbul’daki bazı gayrimenkulleri satışa çıkarmıştır. Taksim Kışlası ve Talimhane Meydanı da satışa çıkarılanlar arasındadır. Talimhane ve Kışla, 500.000 liraya Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılmıştır (7/20 Şubat 1913). Ancak o Taksim Kışlası içinde Mehmetçiğin ibadeti için bir de camii şerif vardır. 1913 yılındaki satış sözleşmesine kışlanın içindeki “bu caminin korunması” hükmü koydurulmuştu. Ancak Fransız şirket 1920’lerde kışla içindeki Taksim Mehmetçik Camii’ni de satın almak istemiştir. Daha önceki hükümetlerin ve Padişah Mehmet Reşat’ın özellikle satmadığı Taksim Camii’ni Padişah Vahdettin, İstanbul Hükümeti’nin Maliye Nazareti Vekili Tevfik Bey imzasıyla Fransız şirkete satmıştır. (23 Ağustos 1922). Dönemin Maliye Nazırı Vekili Tevfik Bey anılarında Taksim Camisi satış sözleşmesine de yer vermiştir.

Sonuçta Taksim Camii, Padişah Vahdettin’in emriyle ve 7000 lira bedelle Fransız sermayeli “İstanbul Emlak Şirket-i Osmaniyesi”ne satılmıştır. Cami satışına halkın tepki duyacağı düşüncesiyle ahalisinin tamamı Müslüman olan Safraköy’de bir cami inşasına karar verilmiştir. Ancak o dönemde böyle bir cami yapılmamıştır. Bakırköy’deki Safraköy Camii bölge halkının topladığı paralarla ancak 1957 yılında yapılmıştır. Ayrıca Vahdettin’in bu onur kırıcı satış sözleşmesi dönemin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi’de de yayımlanmayarak adeta halktan gizlenmiştir.



İşgal yıllarında İstanbul hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki tarihi Ağa Camii’ni de satmaya kalkmıştır.


ResimBu apaçık gerçeğe rağmen saltanat sevicisi Cumhuriyet düşmanları “Taksim Camisi’ni İsmet İnönü yıktı!” yalanını söylemişlerdir.

Örneğin, Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, Taksim Camisi’ni, 1940 yılında İsmet İnönü’nün yıktırdığını iddia etmiştir.

İşgal yıllarında İstanbul hükümeti ve Padişah Vahdettin, Beyoğlu’nun göbeğindeki tarihi Ağa Camii’ni de satmaya kalkmıştır. Taksim Camii’nin satışında olduğu gibi, “Camii şerifi başka bir yere nakledeceğiz!” taktiğiyle tarihi Ağa Camii de satılmak istenmiş, fakat cami mütevellisinin muhalefeti yüzünden satış gerçekleşmemiştir. İleri gazetesi, Ağa Camii’nin satışı için yapılan girişimleri öğrenip “Cami Satılır mı? Ağa Camii Etrafında Dönen Dolaplar” başlıklı bir haber yapmıştır.


İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii’ni satılmaktan, yıkılmaktan kurtaran da Atatürk Cumhuriyeti’dir.


Bunun üzerine hükümet, cami arsasının bazı bölümlerini gayrimüslim bir şirkete kiraya vermiştir. Dönemin gazetelerinden öğrendiğimize göre, cami arsasına apartman inşa edilmesine çalışılmış, bu iş için yapılan ihaleyi Lefter adlı bir Rum almış. Bu sırada Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı kazanması, İstanbul’un, işbirlikçi İstanbul hükümetinden ve işgalcilerden temizlenmesi sayesinde Ağa Camii de satılıp yok edilmekten kurtulmuştur. Ağa Camii, satılmaktan ve yıkılmaktan son anda kurtulmuştur ama işgal yıllarının ihanetlerini, kirini, pasını taşımaktadır. Bir hayli yıpranmış, kırık dökük haldedir.

Şair Nazım Hikmet, 1921’de yazdığı “Ağa Camii” adlı şiirinin sonunda “Ey bu caminin ruhu bize mucize göster” diye yazmıştır. Ve çok değil bir yıl kadar sonra o mucize gerçekleşmiş, Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve işgalciler geldikleri gibi çekilip gitmişlerdir.

İstiklal Caddesi üzerindeki tek cami olan Ağa Camii’ni satılmaktan yıkılmaktan kurtaran da Atatürk Cumhuriyeti’dir. Cami, 1937 yılında Vakıflar idaresi tarafından restore edilmiştir. Vakıflar idaresi bu yenileme için tam 22.432,30 lira para harcamıştır.

1937’de Ağa Camii tamir edildikten sonra caminin önüne, “Yurttaş dününü unutma bugünü iyi anlarsın” diye yazılmıştır.

Görüldüğü gibi Vahdettin, sadece işgalcilerle işbirliği yaparak vatana ihanet etmemiş, ayrıca tarihi camileri yabancılara satarak, satmak isteyerek veya satılmasını engellemeyerek de kendi tarihine, kültürüne ihanet etmiştir. Vahdettin’in “satış” girişimleri sadece İstanbul Taksim Camii ve Beyoğlu Ağa Camii ile sınırlı değildir.

İşte Vahdettin’in sattığı eserlerin kısa bir bilançosu:

1. Taksim Müslüman Mezarlığı’nın 17.000 liraya gayrimüslim sermayeli bir elektrik şirketine satılması.

2. Ayasofya Camii Şerifi’ndeki mahzenin satılması.

3. Laleli’de Sultan Mustafa Han Medresesi’nin önce satılması, sonra yıkılması ve yerine Laleli apartmanlarının yapılması.

4. Mustafa Ağa Camii Şerifi'nin 1300 liraya Harunaçi Efendi’ye satılması.

5. Sultan Mahmut Türbesi karşısındaki iki caminin satılması.

6. Üsküdar’da Acıbadem Dergâhı’nın yıkılıp yerine Tramvay Fabrikası’nın yapılması.

7. Bahçekapı’da Hamidiye Medresesi ile Eyüpsultan’da Mihrişah İmareti’nin ardiye olmak üzere kiraya verilmesi.

Resim8. Bereketzade Camii Şerifi’nin satılmasına çalışılması (cami son anda kurtuldu).

9. Kasımpaşa-Beyoğlu Müslüman mezarlığının Vahdettin’in kararnamesiyle satılması.

10. Mimar Sinan’ın Haseki Sultan Hamamı’nın yıkılması.

Resim11. Üsküdar Tahir Efendi Camisi’nin depo olarak kullanılmak üzere Amerikalılara kiraya verilmesi.

12. Vakıf çeşmeleri, sebillerin parayı bastırana kiraya verilmesi.

13. Yol yapıyoruz diye tarihi Yedikule Surlarının yıkılmaya başlanması.

14. Alemdağ ormanlarının satılığa çıkarılması.

15. General Harrington’un Taksim Ermeni Mezarlığı’nı futbol sahasına çevirmesi.

16. Bakımsız ve sahipsiz bırakılan camilerin soyulup soğana çevrilmesi. (Sürecek)

Ayrıntılar için bkz: Atilla Oral, Charles Harrington, “Sömürge Valisi’nin Himayesinde Vahdettin’in İhanetleri ve İşgal İstanbul’u”, İstanbul, 2013.

Vahdettin’in İslam Dinine İhanetleri -2-

Vahdettin’in Kuran ve Hadis Meallerini Yasaklaması

Padişah Vahdettin, işgal yıllarında sadece İstanbul’daki bazı tarihi camileri ve mezarlıkları işgalcilere satmakla kalmamış, Kuran ve hadis meallerini de yasaklamıştır.

Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk ordularının 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Savaşı’nı kazanmasından yaklaşık bir buçuk ay sonra işbirlikçi Padişah Vahdettin bir kararname yayınlayarak ayet ve hadislerin meallerinin gazetelerde yayımlanmasını yasaklamıştır. 23 Ekim 1921 tarihli kararnameyle yasak bildirilmiştir. Kararname 19 Ekim 1921’de imzalanmıştır.

ResimKuran ve hadis meallerinin yayımlanmasını yasaklayan kararname 23 Ekim 1921 tarihli Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanmıştır. Kararnamede bu yasağa uymayanların cezalandırılacağı belirtilmiştir. Vahdettin’in ve İstanbul Hükümeti’nin nazırlarının (bakanlarının) imzasıyla yayımlanan, gazetelerde Kuran ve hadis meallerinin yayınlamasını yasaklayan kararname şudur:

“11 Recep 1327 tarihli Matbuat Kanunu’na Müzey-yel Kararname:

Madde 1: Resail-i mevkuteden maada (Belli aralıklarla çıkan küçük kitaplardan başka) ceraidde (gazetelerde) Ayet-i Kuraniye ve Ehadis-i Şerife’nin meallerinden bahis olunabilirse de aynen ve tamamen derci memnudur, (yasaklanmıştır.) İşbu memnuiyete (yasağa) muhalif hareket eden gazetenin müdür-i mesulü ile makaleyi yazan, onar liradan yirmişer liraya kadar cezay-i nakdi ya, yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapis ile yahud her iki ceza ile birden mücazat olunurlar.

Madde 2: İşbu kararname tarihi neşrinden muteberdir, (geçerlidir).

Madde 3: İşbu karar namenin icrasına Harbiye, Dâhiliye ve Adliye Nazırları memurdur.

Meclis-i Umumi’nin içtimaında kanun iye ti teklif edilmek üzere işbu kararnamenin mevki mer’iyyete vaz’ını irade eylerim.

17 Sefer 1340-19 Teşrinievvel 1337

İmza: Mehmed Vahideddin. Dâhiliye Nazırı ve Nafia Nazır Vekili: Ali Rıza, Hariciye Nazırı: Ahmet İzzet, Şeyhülislam: Nuri, Sadrazam: Tevfik, Şura’yı Devler Reisi: Tevfik, Harbiye Nazırı ve Bahriye Nazır Vekili: Ziyaeddin, Ticaret ve Ziraat Nazırı: Safa, Adliye Nazırı: Kazım, Maliye Nazırı: Faik Nuzhet, Maarif Nazırı ve Efkafı Hümayun Nazır Vekili: Said”

Vahdettin, Kuran ve hadis meallerinin sadece gazetelerde değil kitaplarda da yayınlanmasını yasaklamıştır. 19 Nisan 1920’de kitaplarda da Kuran ve hadis meallerinin yayınlanması yasaklanmıştır.

Peki ama Padişah Vahdettin, Kuran ve hadis meallerini neden yasaklamıştır?

Bu soruya doğru cevap verebilmek için yasakların zamanlamasına bakmak gerekir. Vahdettin’in kitaplarda Kuran ve hadis meallerinin yasak tarihi 19 Nisan 1920’dir. Yani kurnaz işbirlikçi Vahdettin, TBMM’nin açılmasından dört gün önce böyle bir yasak getirerek Atatürk’ün ve Kuvayi Milliye hareketinin “dine aykırı hareket ettikleri” propagandasının zarar görmesini engellemek istemiştir.

Vahdettin, Kuran ve hadis meallerinin sadece gazetelerde değil kitaplarda da yayınlanmasını yasaklamıştır. 19 Nisan 1920’de kitaplarda da Kuran ve hadis meallerinin yayınlanması yasaklanmıştır.


ResimÇünkü bilindiği gibi 11 Nisan 1920 tarihli bir fetvayla (Şeyhülislam Mustafa Sabri ve İstanbul Müftüsü Dürrizade’nin hazırladığı) Kuvayi Milliye’nin “din dışı” olduğu ve “Kuvayi Milliyecilerin faaliyetlerinin Allah’ın buyruklarına ve şeriata aykırı olduğu” ilan edilmişti. İşte Vahdettin, bu propagandanın etkili olması için, halkın Allah’ın buyruklarını okuyup anlamasına engel olmak istemiş, bu amaçla 19 Nisan 1920’de Kuran ve hadis meallerinin kitaplarda yayımlanmasını yasaklamıştır. Atatürk ise bu propagandaya karşı bir karşı fetva yayınlatmış ve TBMM’yi tekbir ve dualarla açtırmıştır.

Vahdettin Hristiyan işgalcilere karşı kazanılan bu zaferinin aynı zamanda Kuran'a ve hadislere uygun bir mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini halktan saklamak istemiştir.


ResimAyrıca Vahdettin, bu yasak kararından bir gün önce, 18 Nisan 1920’de Kuvayı Milliye’ye karşı “paralı ordu” Kuvayı İnzibatiye’yi kurmuştur. İşte Vahdettin bu süreçte halkın Kuran’daki gerçekleri öğrenmemesi için Kuran ve hadis meallerine yasak getirmiştir. Vahdettin’in gazete ve dergilerdeki Kuran ve hadis meallerinin yasak tarihi ise 23 Ekim 1921’dir. İşbirlikçi Vahdettin, Türk’ün ölüm kalım savaşı olan Sakarya Zaferi’nden bir buçuk ay sonra Kuran ve hadis meallerini yasaklayarak halkın milli coşkusunun Kuran’la dini bir coşkuya dönüşmesini önlemek; Hristiyan işgalcilere karşı kazanılan bu zaferin aynı zamanda Kuran’a ve hadislere uygun bir mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini halktan saklamak istemiştir, işgal yıllarında İstanbul’da işgalcilere cami ve mezarlık satması ve Kuran, hadis meallerinin gazetelerde, dergilerde ve kitaplarda yayımlanmasını yasaklaması, onun sadece vatana değil aynı zamanda İslam dinine ve Müslüman Türk milletine ihanet ettiğinin de kanıtlarıdır.

“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” diye adlandırılan Halife Vahdettin, Kuran’ın ve Hadislerin anlaşılmasını engellemek için mealleri yasaklarken; kimilerince “dinsiz. İslam düşmanı” diye adlandırılan Mustafa Kemal Atatürk, Kuran ve Hadislerin anlaşılması için mücadele etmiştir. Kim gerçek Müslüman, kim gerçekten İslama hizmet etmiş, elinizi vicdanınıza koyup siz karar verin!.


Ayrıntı ve belgeler için: Atilla Oral, İşgalden Kurtuluşa İstanbul, İstanbul, 2013, s. 561,562

Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

Top Post Ad

Below Post Ad

Sponsor