NİHAL ATSIZ HAKKINDA MALUMAT / BİLGİ

 Nihal Atsız'ın Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'e dair yaklaşımı, Gazi Mustafa Kemâl diyen ama l Atatürk diyemeyen din maskeli etnikçi yobazlıkla birebir örtüşmektedir:


"Başkumandan Mustafa Kemal’i tebcil ederim ama Reis-i Cumhur Mustafa Kemal Atatürk’ü beğenmeye de sevmeye de zorunlu değilim."


(Kaynak: Yavuz Bülent Bakiler, 1944-1945 Irkçılık-Turancılık Davası’nda Sorgular, Savunmalar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 309)


Atsız pek oldukça yazısında Mustafa Kemal Atatürk'ü över şeklinde yapmış olup yermiştir. Atsız'ın Mustafa Kemal Atatürk ile alakalı reel görüşleri ise kendisinin de ilkin inkâr edip sonrasında kabul etmek zorunda kalmış olduğu bir mektupla apaçık ortadadır. Nihal Atsız’ın avukatı tarafınca verilen 5 Mayıs 1945 tarihindeki üçüncü ek temyiz dilekçesinde de bu mektuplar ve içinde ne olduğu inkâr edilmemiş ama hususi iletişim olduğu ve aleniyet taşımadığı öne sürülerek hukuken kanıt olarak değerlendirilmemesi istek edilmiştir.


(Kaynak: Askeri Yargıtay Tetkik Raporu)


Atsız'ın bu mektubu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1962 tarihindeki 62. birleşiminin 2. oturumunda da Meclis kürsüsünden okunarak devlet arşivlerine geçirilmiştir.


Nihal Atsız'ın 1944'te ikinci karısı Bedriye'ye yazdığı ve Mustafa Kemal Atatürk'e hakaretler yağdırdığı bu mektup şöyledir:


"Biz bu muharebede yenilirsek bunun en büyük iki mesulü birinci ve ikinci Cumhurreisleridir. Birincisi memlekete saçmış olduğu ahlâksızlıkla, ikincisi korkaklığı ile buna sebep olacaklardır. Birincisi on beş sene Cumhurreisliği etmiş olduğu şekilde orduyu dikkatsizlik etti. İnkılâp hastalığına uğramış bir çılgındı. Etrafına ahlâksız insanları toplamış ve onların memleketi soymalarına göz yummuştur. İkincisi on beş yıldan birincinin mesuliyetlerine tamamen katıldığı için suçludur. Ve İtalya'dan korkacak kadar ödlek bir adamdır. Birincisi şuursuzdur. İkincisi ahmaktır. İkisinin de ortaklaşa vasfı hilekârlıklarıdır. Millet Meclisi diye topladıkları satılmışlar meclisi ile kendi riyasetlerine meşru bir biçim vermek istemişlerdir. Fakat bunu dünyaya yutturuyoruz sanacak kadar gaflet göstermişlerdir. Beni pekiyi bilirsin ki, Cumhuriyet Rejimi için en küçük rahatımı bile feda etmem. Okullarda oğlumuza yapılacak Cumhuriyet propagandasını tüm varlığınla önlemelisin. Oğlumuz nerede ve ne halde olursa olsun Cumhuriyetin pespayelik bulunduğunu öğrenmelidir."


(Kaynak: https://www.tbmm.gov.tr/.../c004/b062/mm__010040620066.pdf)


Türkçülük, tarihin görmüş olduğu en büyük Türk olan Mustafa Kemal Atatürk'e atılan iftiraların ana kaynaklarından önde gelen Rıza Nur'un içsel oğlu olan, hâkim düzeyde önemsediği kafatası endisi brakisefal çıkmayan, gayr-ı Türk olduğu yarım asırlık dava arkadaşı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan tarafınca açıklanan, Mustafa Kemal Atatürk'ün Türk tarih ve Türk dil tezlerine açıktan karşı çıkan etnikdaşı Zeki Velidi Togan ile beraber hareket eden, Anadolu ve Trakya'nın 1071 öncesi Türklüğünü reddeden, bu bakımdan da "Anadolu'ya sonradan geldiniz; dağdan gelip bağdakini kovdunuz." diyen Pkk zihniyetiyle bu hususta talep eder istemez aynı fikrî zemine düşen birine gore mi biçimlenecektir? Türkçülük, toplumcu müritler şeklinde bolca duygu sıfır bilgiyle ortalık serserisi tavırlarıyla mı yol alacaktır?


Yoksa Türkçülük, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün binlerce senelik Türk kültüründen damıtarak ve kendi üstün dehasını da katarak oluşturduğu millî ideolojimiz Atatürkçülük (Kemalizm) kapsamındaki milliyetçilik okuyla ve ilmi yöntemlerle mi uygulanacaktır?

NİHAL ATSIZ İLE NECİP FAZIL
Ortak noktaları Atatürk karşıtlığı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temellerini olışturan millî ideolojimiz Atatürkçülük (Kemalizm) düşmanlığı olan Nihal Atsız ile Necip Fazıl'ın ne zaman tanıştıklarına dair ortada iki farklı açıklama vardır.
Atsız'ın söylediğine göre, 1945 yılında tanışmışlardır. Irkçılık-Turancılık davasından sonra o sıralar solculuktan ümmetçiliğe yeni dönmüş olan Necip Fazıl, kendisini evine davet eder ve konuklara mükellef bir rakı ziyafeti verir. Necip Fazıl, vermiş olduğu bu ziyafetin ardından Atsız'a, kurmuş olduğu Büyük Doğu adlı derneğe katılmasını teklif eder.
(Nihal Atsız, Ötüken Dergisi, 1970, sayı 11)
Necip Fazıl'a göre ise tanışmaları 1950'dedir. Necip Fazıl, Babıali adlı eserinde Atsız'ı şöyle anlatır:
''Sene 1950… Büyük Doğu idarehanesine gelmiştir. O zamana kadar tanıdığım ve yüz yüze geldiğim biri değil. Yalnız koyu ırkçılığı ve Hitler vari sağ kaşı üzerine uzattığı saçlarıyla karikatürleştirdiğini bildiğim, Dr.Rıza Nur yetiştirmesi bir adam… Peyami Safa onun için, Nazım Hikmet'e koyduğu teşhis ile ''tam bir ahmak'' derdi. Havası, esprisi, mizaç renkleri olmayan biri…''
(Necip Fazıl Kısakürek, Babıali,Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s.335)
Ayrıca Necip Fazıl, Babıali adlı eserinde, Atsız'ın Büyük Doğu'ya hayranlık beslediğinden bahseder. Yine de Necip Fazıl, Nihal Atsız'ın İslamiyet'e bakış açısından rahatsızdır. Çünkü Atsız'a göre İslamiyet Türklük için engeldir. Necip Fazıl'a göre ise Türk, İslamiyet'i seçtikten sonra Türk'tür. Öncesinde Türk değildir.
(Ek bilgi: Atatürkçülükteki (Kemalizm'deki) laiklik ilkesine göre ise her iki görüş de yanlıştır. Laiklik, Türklüğü esas alan din ve vicdan özgürlüğüdür.)
Bazı fikir ayrılıklarına rağmen Nihal Atsız ve Necip Fazıl, Atatürkçülük (Kemalizm) düşmanlığı konusunda hemfikirdir. Bu yüzden Necip Fazıl, sahibi olduğu Büyük Doğu mecmualarında 1950 ve 1958 yıllarında Atsız'a yer verir. Yine Necip Fazıl'dan okuyalım:
''Nihal Atsız'ı budalalığı ve ezberci kültürü içinde son derece sığ bir insan olarak böylece yaftaladıktan sonra, onunla ortak olduğumuz nefret kutupları üzerinde 1950 ve 1958 Büyük Doğu'larında bazı yazılarını da neşrettik. 1958 Büyük Doğu'larında beni, Adnan Menderes'in sermayelendirdiğini zanneden Nihal Atsız, isminin imlasını Etnan Bey diye yazdığı Adnan Menderes'in güya bize yağdırdığı nimetlerden pay istediğini bana mektupla bildirmeye ve yazılarına ödenen paranın azlığından şikayet etmeye kadar gitmiştir.''
(Necip Fazıl Kısakürek, Babıali, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s.336-337)
Ayrıca Atsız, Z Vitamini adlı romanını 1959 yılında Necip Fazıl'ın Büyük Doğu mecmuasında, ''Selim Pusat'' imzası ile yayınlamıştır.
Necip Fazıl, Büyük Doğu mecmuasından ötürü birçok kez yargılanır. Nihal Atsız da Büyük Doğu yazarlarından olduğu için Necip Fazıl'la birlikte yargılanmıştır.
İkilinin ayrılışı ise 1960 ihtilalinden sonradır. Çünkü Atsız, ihtilali yapanlar arasında etkin olan Kafkasyalılar cuntasına çok yakındır. İhtilalinin hazırlayıcısı Cemal Madanoğlu'nun babası ise Atatürk'ün vatan hainlerini belirlediği 150'likler listesindedir. Baba Madanoğlu, Batı Anadolu'da Yunanistan'a bağlı özerk Çerkezistan faaliyetlerinden dolayı 150'likler listesine konulmuştur. Necip Fazıl ise Menderes'in örtülü ödeneğinden para alan bir kalemşordur.
Atsız da 1975'te ölmeden önce Necip Fazıl hakkında şu satırları yazmıştır:
''Necip Fazıl iyi bir nesircidir. Fakat hiçbir yüksek okuldan mezun olmadığı için bir fikir tartışmasında ondan parçalar alıp tanık diye kullanmak doğru olmasa gerekir.''
(Nihal Atsız, Ötüken Dergisi, 1970, sayı 11)
Atatürk'ün yaptıklarını yıkmak için Nihal Atsız ile Necip Fazıl başta pek çok kişi "sağdan", Nazım Hikmet, Deniz Gezmiş başta olmak üzere de yine pek çok kişi "soldan" faaliyet yürütmüşlerdir.
Necip Fazıl, günümüzde iyice deşifre olmuştur da Atsız konusunda şu sorunun yanıtı aranmalıdır:
Türkçülük, tarihin gördüğü en büyük Türk olan Atatürk'e atılan iftiraların ana kaynaklarından biri olan Rıza Nur'un manevi oğlu olan, başat düzeyde önemsediği kafatası endisi brakisefal çıkmayan, gayr-ı Türk olduğu yarım asırlık dava arkadaşı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan tarafından açıklanan, Atatürk'ün Türk tarih ve Türk dil tezlerine açıktan karşı çıkan etnikdaşı Zeki Velidi Togan ile birlikte hareket eden, Anadolu ve Trakya'nın 1071 öncesi Türklüğünü reddeden, bu bakımdan da "Anadolu'ya sonradan geldiniz; dağdan gelip bağdakini kovdunuz." diyen Pkk zihniyetiyle bu hususta ister istemez aynı fikrî zemine düşen birine göre mi biçimlenecektir? Türkçülük, sosyalist müritler gibi bol duygu sıfır bilgiyle ortalık serserisi tavırlarıyla mı yol alacaktır?

Yoksa Türkçülük, Ulu Önder Atatürk'ün binlerce yıllık Türk kültüründen damıtarak ve kendi üstün dehasını da katarak oluşturduğu millî ideolojimiz Atatürkçülük (Kemalizm) kapsamındaki milliyetçilik okuyla ve bilimsel yöntemlerle mi uygulanacaktır?
Atatürk'e "diktatör" suçlamasında bulunanlardan biri de Nihal Atsız olmuştur.
Atsız, Türkiye'nin Yeniden Kuruluşu adlı makalesinde konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır:
"...Şahsiyetler kuvvetli olunca, Anayasa ne derse desin, kuvvetli şahsiyet diktatör olabilmektedir. Nitekim 1924 Anayasasına göre de devlet başkanlarının yetkisi az olduğu halde Atatürk bir diktatördü."
(Nihâl Atsız, Ötüken, Sayı: 100, Nisan 1972 - http://www.nihal-atsiz.com/.../turkiyenin-yeniden...)
Atsız'ın bu konudaki daha da sert suçlamaları ise Kurucular Meclisi makalesinde karşımıza çıkmaktadır:
"Cumhuriyet çağının birinci ve sonuncu Millet Meclisleri milletin isteği ile namuslu seçimlerle seçilmiş kanunî meclislerdir. Diğerleri ise seçimle değil, diktatörlerin tâyini ile ahbap kayırmak, geçim sağlamak, köle yetiştirmek için kurulmuş gayrı meşru meclislerdi. Bu meclislerde tek partinin adamları oturur ve bu adamlar hep birden el kaldırır, yılda 200 kanunu ittifakla çıkarır, adam döver veya öldürür, ırz ve namusa taarruz eder, saylavlık maaşından başka türlü yerlerden de kazanç sağlar ve Türkiye’nin on yılda asırları aştığını, bütün milletleri geçtiğini söyleyerek millî mazimize mukaddesatımıza söverlerdi."
"Türkiye Cumhuriyeti 1950 Mayısında kurulmuştur. Ondan önceki 1923-1950 çağı gayrı meşru ve müstebit bir diktatörlük zamanıdır. Diktatörlüğü yapan Halk Partisi, bilhassa onun ileri gelenleridir."
"Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Müstakil Gurup gibi maskaralıklarla milletin ve dünyanın gözünü boyamaya kalkan ve boyadık zannedecek kadar da zekâdan mahrum olan bu partinin yaptığı kanunlar kanun olmak vasfına haiz değildir. Çünkü kanunları, millet tarafından namuslu seçimlerle seçilen millet meclisleri yapar. Halbuki birinci ve sonuncusu müstesna, Millet Meclisleri namuslu seçimlerle değil; tehditler, dalavereler ve emirlerle tâyin edilmiştir."
(Nihal Atsız, Orkun, Sayı:9, 1 Aralık 1950 - http://www.altayli.net/kurucular-meclisi.html)
Atsız'ın ve bilumum Atatürk karşıtlarının buna benzer pek çok ithamına karşı Atatürk'ün sözleriyse çok açık bir yanıt niteliğindedir:
"Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zorâki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Bence diktatörlük, diğerlerini râm edendir. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim."
"Ben istese idim derhâl askerî bir diktatörlük kurardım ve memleketi öyle idâreye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki milletim için modern bir devlet kurayım."
(Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Atatürk'ten Düşünceler, Odtü Yayınları, Ankara, s. 170)
Binlerce yıllık Türk devlet geleneğinde Tek Adam diktatörlüğü yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır. Cumhuriyet (demokrasi) ise dünyaya biz Türklerin armağanıdır.
Eski Türklerde Anayasa'ya Töre, Meclis'e Toygun, Cumhurbaşkanı'na Kağan, Başbakan'a Ayguçı, Bakanlara Tudun, Milletvekillerine Bey adı verilmiş; Toygun toplantılarına ise Kurultay denilmiştir.
Atatürkçülüğün (Kemalizm'in) temel ilkelerini simgeleyen 6 Ok'tan biri de işte bu Cumhuriyetçilik (demokrasi) ilkesidir. Milliyetçilik okuyla birlikte düşünüldüğünde millî demokrasi demek mümkündür.
Türkçülük, tarihin gördüğü en büyük Türk olan Atatürk'e atılan iftiraların ana kaynaklarından biri olan Rıza Nur'un manevi oğlu olan, başat düzeyde önemsediği kafatası endisi brakisefal çıkmayan, gayr-ı Türk olduğu yarım asırlık dava arkadaşı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan tarafından açıklanan, Atatürk'ün Türk tarih ve Türk dil tezlerine açıktan karşı çıkan etnikdaşı Zeki Velidi Togan ile birlikte hareket eden, Anadolu ve Trakya'nın 1071 öncesi Türklüğünü reddeden, bu bakımdan da "Anadolu'ya sonradan geldiniz; dağdan gelip bağdakini kovdunuz." diyen Pkk zihniyetiyle bu hususta ister istemez aynı fikrî zemine düşen birine göre mi biçimlenecektir? Türkçülük, sosyalist müritler gibi bol duygu sıfır bilgiyle ortalık serserisi tavırlarıyla mı yol alacaktır?
Yoksa Türkçülük, Ulu Önder Atatürk'ün binlerce yıllık Türk kültüründen damıtarak ve kendi üstün dehasını da katarak oluşturduğu millî ideolojimiz Atatürkçülük (Kemalizm) kapsamındaki milliyetçilik okuyla ve bilimsel yöntemlerle mi uygulanacaktır?
NİHAL ATSIZ'IN KAFATASI TÜRK TİPİ DEĞİL Nihal Atsız'ın yarım asırlık dava arkadaşı Ordinaryüs Profesör Doktor Reha Oğuz Türkkan'a kulak verelim: "Atsız Bey, Cihat Savaşer, Fehiman Altan ve Necdet Sançar’ın da yer aldığı bir gruptu. Arkadaşlar kendilerinin kafatasını ölçmemi istediler. Ölçtüm. Atsız’ınki 81.4 çıktı. Halbuki Türklerin de dahil olduğu ‘brakisefallik’ 84’ten başlar. Atsız’ın fena halde canı sıkıldı. Ben de ölçtüğüme pişman oldum." (Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/yeterince-turk-cikmadi-3433646) Antropolojide (insanbilim) yapısal biçimi belirlemek için kafatası dahil çeşitli ölçüler alınmasına antropometri denir. Bilimsel kafatası ölçümü ise antropometri pergeli kullanılarak yapılır. Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan, Atsız'ın kafatasını antropometri pergeliyle ölçtüğünü de açıklamıştır. Kendisi de kafatası ölçen Atsız ise Atatürk iftiracısı manevi babası Rıza Nur'dan kalma, hekimlerin gebe kadınların rahat doğum yapıp yapamayacaklarını anlamak için leğen kemiklerinin bulunduğu bölgeyi ölçtükleri havsala ölçme aletiyle kafatası ölçmüştür. Antropoloji de öbür bütün bilim dalları gibi ciddi bir bilimdir. Gebe kadınların kalça kemiğini ölçen aletle kafatası ölçmek tam bir gülünçlüktür! Atatürk'ün Türk tanımına göre Atsız Türk'tür fakat Atsız'ın yaklaşımına göre Atsız'ın kendisi Türk olmamaktadır. Atatürk, kendi el yazıyla yazdığı ve bir dönem okullarda da okutulan Yurttaş İçin Medeni Bilgiler adlı kitapta Türk milleti (ulusu) tanımlamasını şöyle yapmaktadır: "Türk milletinin yapılanmasında etken olduğu görülen tanımsal ve tarihsel olgular şunlardır: 1- Siyasi varlıkta birlik 2- Dil birliği 3- Yurt birliği 4- Irk ve köken birliği 5- Tarihi yakınlık 6- Ahlaki yakınlık" Bu maddeleri sıralayan Atatürk, "Bir topluluğa millet diyebilmek için bu şartların aynı zamanda olgunlaşmış ya da kısmen bir arada bulunması lazımdır.” diyerek bizce de doğru olan bir millet (ulus) tanımlaması yapmıştır.

NİHAL ATSIZ'IN RIZA NUR'A ÖVGÜLERİ
Atatürk iftiracısı Rıza Nur, Nihal Atsız'ın manevi babasıdır ve Nihal Atsız Rıza Nur'a HER ZAMAN derin övgüler yağdırmıştır. Bu durumu gizlemek isteyen Atsızcılar, "Atsız, Rıza Nur'un hatıratını öğrendikten sonra Rıza Nur'a tavır aldı." derler. Bu ise koskoca bir YALANDIR! Nihal Atsız, Rıza Nur'un Atatürk hakkındaki iftiralarından ilk günden beri haberdardır ve Türkiye'de basılmasını istemektedir! Nihal Atsız Atatürk iftiracısı Laz Rıza Nur'u şöyle tanımlamaktadır: "İstanbul'da 8 Eylül 1942'de öldüğü güne kadar Rıza Nur, Türkçülük ülküsünün en büyük şahsiyetidir." Cumhuriyet tarihi yalanlarının kaynağı olan Atatürk'ün Nutuk adlı eserinin toplatılıp imha edilmesini isteyen Rıza Nur'un cenazesiyle de Nihal Atsız ilgilenmiştir ve Atatürk iftiracısı Laz Rıza Nur'un mezar taşına "Türklük için yaşadı, öldü." yazdırmıştır. O Rıza Nur ki Hayatım ve Hatıratım adını verdiği 4 ciltlik paçavralarında KENDİ KENDİSİ hakkında bile şunları yazmıştır: ”Bu çocuğu (Harbiyeli) herkesten ziyade sevmeye başladım… Görmesem aklımdan hiç çıkmıyor, görsem yüzüne bakamıyor, içimde heyecan duyuyordum… Anladım ki bu çocuğa aşık olmuştum… Böyle bir aşkın sonu livata (sapık cinsel ilişki) demektir.” (Rıza Nur, Hayatım ve Hatıratım, sayfa 22) Rıza Nur'un Atatürk'e iftiralarla dolu paçavraları ise 1960 yılında İngilizlerce yayınlanmıştır. Nihal Atsız ise manevi babası Rıza Nur'dan zaten bizzat dinlediği bu iftiralar yayınlandıktan sonra da Rıza Nur'u övmeye devam etmiştir! Nihal Atsız'ın Eylül 1962 tarihli Orkun dergisinin 8. sayısında yayınladığı ve Makaleler -2 kitabının sansürsüz versiyonunda da basılan "Rıza Nur'un Türkçülüğe En Büyük Hizmeti" başlıklı yazısı aynen şöyledir: "Büyük Türkçülerden merhum Dr. Rıza Nur‘un Türkçülüğe en büyük hizmeti, büyük Tarihini yazmış olmasıdır. Siyasî hayatın haksız darbelerine uğrayıp gurbetlere düştükçe, boş durmayan, duramayan, milletine mutlaka bir hizmet yapmak isteyen Rıza Nur, Türklüğe faydalı saydığı bir yığın eseri hazırlarken 1917’de Mısır’da başlayıp 1921’de Türkiye’de bitirdiği 14 ciltlik koca bir eser meydana getirmiş, bunun 12 cildini Cumhuriyetin ilk yıllarında bastırmaya muvaffak olmuştur. Yine meşhur bir Türkçü olan Müşir Süleyman Paşa‘nın vaktiyle yazdığı “Tarih-i Âlem” adlı mektep kitabından sonra Rıza Nur‘un tarihi, millî tarihimizi Osmanlı çerçevesinden çıkararak bütün Türkleri kaplamış bir kadro haline getiren ikinci eserdir. Süleyman Paşa‘nın askerî mektepler için yazdığı Tarih-i Alem, bilhassa son çağ tarihimizde daima millete önderlik etmiş olan asker sınıfının gözünü açmış, orduya Türkçülüğü, Turancılığı nasıl sokmuşsa, ondan kırk yıl sonra yazılan Rıza Nur‘un tarihi de ilk tohumları orduda atılan Türkçülük ve Turancılık fikrini daha büyük bir aydınlar alayına yaymış, milleti yaşatacak ana düşünceyi memlekette kökleştirmiştir. Bu tarih ilmî bir eser değildir. Zaten böyle bir gayesi de yoktur. Hattâ birçok yerlerinde indî tasarruflar ve yanlışlar da vardır. Kronolojik bir sıra takip etmeyip türlü sülâleleri gelişi güzel sıralaması da başlıca bir kusurdur. Fakat bunlar o büyük eserin değerini asla azaltmamaktadır. “Dünyada en büyük iftiharım Türk yaratıldığımdır” diye başlayan bu koca eserin can alacak noktası, Türkçülük bakımından yazılması, okuyanlarda Türklük sevgisi yaratmasıdır. Türk tarihini tamamıyla sistemlendirememiş olmakla beraber, meselâ Selçuklularla Osmanlıları aynı devletin iki hanedanı sayması gibi hem tarihî gerçeğe, hem de millî menfaat ve ülküye uygun keşifleri bir haylidir. Bu büyük eserin basılmayan 13-14. ciltleri, Türklerin tarih huzurunda almaları gereken siyasî, içtimaî durumu gözden geçirmesi bakımından mühimdir. Türklerle komşuları olan millet ve devletlerin münasebetleri, bunlardan Türklüğe gelecek fenalıkların önlenmesi meseleleri bu ciltlerde tartışılmış, çareleri ve tedbirleri gösterilmiştir. Eğer Cumhuriyetin ilânından sonra başbakanlığa İsmet İnönü değil de Rıza Nur gelseydi millîleşmek, Türkleşmek ve kuvvetlenmek bakımından Türkiye bugün başka bir manzara gösterir, bugün başımıza belâ olan birçok dâvalar tamamıyla ve kökünden tasfiye edilmiş bulunurdu. Eski harflerle yazılmış olduğu için bugün 40 yaşından küçük olanların istifade edemediği bu büyük Türk Tarihi, milliyetçilik tarihimizin mühim eserlerinden biri olarak kalacaktır. Onun yerine bugün bir yenisini koymak mühim bir millî vazifedir. Ve Tanrı dilerse Türkçüler bunu da yapacaklardır." Orkun, Eylül 1962, Sayı: 8 (Kaynaklar: 1- http://www.altayli.net/riza-nurun-turkculuge-en-buyuk... 2- http://www.nadirkitap.com/atsiz-makaleler-2-sansursuz...) Atatürk iftiracısı Rıza Nur'a derin övgüler yağdıran Nihal Atsız bu yazdıklarıyla da yetinmeyerek Millî Yol Dergisi'nin 7 Eylül 1962 tarihli 32. sayısında yayımlanan röportajının geniş bir özeti şöyledir: Röportajı yapan Murat Gencoğlu aktarmaktadır: - Dr. Rıza Nur’u ilk önce nerede ne zaman gördünüz? - Mısır’dan geldiği gün… Zevcemle birlikte karşılamaya gitmiştik.Vapur rıhtıma yanaştığı zaman önce o beni görmüş “Nihâl!” diye seslendi. - Öyleyse evvelden sizi tanıyordu. - Hayır. Yalnız resimlerimizden birbirimizi tanıyorduk. Aramızdaki tanışma “Oğuznâme” vesilesiyle oldu. Dr.Rıza Nur’un İskenderiye’de Oğuznâme’yi neşrettiğini duymuş ve bir tane edinmek istemiştim. Caferoğlu, “Kendisine yaz kardaşım, iyi adamdır, gönderir.” demişti. Bir mektupla Oğuznâme’den istedim. Gönderdi. Tanışıklığımız böyle başladı ve devam etti. - Dr. Rıza Nur’u ilk görüşte üzerinizde nasıl bir tesir bıraktı? - Söylediğim gibi, resimlerinden tanıyordum. Görür görmez teşhis ettim. Tahminime çok benziyordu. Orta boylu, toplucaydı. Saçları dökülmüştü. - İstanbul’a döndüğü zaman evli miydi? - Hayır. Zaten Rıza Nur çok eskiden bir kere evlenmiş ve ayrılmıştı. Ondan sonra da bir daha evlenmedi. Çocuğu da yoktur. - Sizce Rıza Nur’un en kuvvetli tarafı neresi idi? - Tabii milliyetçiliği. Son derece şuurlu, uyanık ve engin bir sevgiyle Türklüğe bağlı idi. İkinci olarak sistemci oluşu da en kuvvetli taraflarından birisiydi. Her konuda fikri , hem de derin ve kendine mahsus fikri olan bir mütefekkirdi. Ansiklopedist de diyebiliriz. Türkiye’nin kalkınması için bir program hazırlamıştı. Bu programı Orkun dergisinde (1950-1951’de çıkan Orkun) yayınlamıştık. Bir vesika olarak değeri çoktur. - Yazar olarak, üstün bulduğunuz tarafları nelerdir? - Bence yazar olarak en kuvvetli tarafı hususî mektuplarıdır. - Bir yazar için, basılmış eserlerinin dışında, hususî mektuplarının başarılı olması pek alışılmış bir şey değil. Sizce bunun sebebi ne olmalı ? - Rıza Nur, güzel yazardı. Fakat yazdığından daha güzel konuşurdu.Bu da pek alışılmış bir şey değil. Herkes konuştuğundan daha güzel yazar. Umumî kaide budur. Rıza Nuri bu kaidenin istisnasıydı. Mektuplarının kuvvetli oluşu da herhalde çok samimî ve açık sözlü yazılmış olmasındandır. Mektuplarından sonra en kuvvetli eserinin Türk Tarihi olduğunu söylemeliyim. Türk Tarihi millî heyecan verici olması bakımından çok mühimdir. Bir milliyetçi nesil yetiştirmiştir. - Hangi nesil? - Bizim neslimizi. Ben Türk Tarihi’ni okuduğum zaman yirmi yaşındaydım. Çok beğenmiş ve heyecanlanmıştım. Kardeşim Nejdet (Nejdet Sançar) o zaman on beş yaşlarındaydı. Onunla bahse tutuştuk. Türk Tarihi’nin her cildi için, okuduktan sonra, eğer okuyabilirse, ben ona beş kuruş verecektim. Biliyorsun, Türk Tarihi on iki cilttir ve bir hayli de hacimlidir. - Kim kazandı? - Bahsi Nejdet kazandı ama parayı almadı. Türk Tarihi’ni o kadar beğenmişti ki on iki cildi de arka arkaya okudu ve kitabın verdiği büyük heyecanla bahsi kazanmasına rağmen altmış kuruşu benden almak istemedi. - Dr. Rıza Nur’un Türklüğe hizmetinden de biraz bahseder misiniz? - Tabiî önce Türk Tarihi… Nesillere milli şuuru aşılayıcı kuvveti bakımından. Tarih olarak sistematik değildir. Son iki cildi de basılmamıştır. Sonra tercümelerini söylemeliyim. Bir de neşrolunmayan Türk edebiyatı Tarihi var… Fiilî olarak da Türklüğe pek çok hizmeti vardır. - Dr. Rıza Nur’un insanî taraflarına ve hassalarına dair bir hâtıranız var mı? - İnsanları tanımakta fevkalâde kabiliyeti vardı. Meselâ, Gümülcineli İsmail Hakkı adında bir itilâfçı için daha o zamanlar "Bu adam Hürriyet ve itilâfı perişan edecek!" dermiş. Dediği oldu. Türkiye’ye geldiği zaman, daha sonra Türkçülükten dönen bir şahıs için "Gümülcineli, itilâfçıları perişan etti; bu adam da Türkçülüğü perişan edecek!" derdi. Dediği çıktı. Bahsettiği kimsenin Türkçülüğe büyük zararları dokundu. - Türkiye’ye döndükten sonra, Rıza Nur, neyle meşgul oldu? - Doktorluğu bırakmıştı. O, daha ziyade hareket adamıydı. Tanrıdağı mecmuasını çıkarmak istiyordu. “Bu mecmuayı çıkaramazsam benim için ölümdür!” diyordu. Merhum Mükrimin Halil de onu bu fikrinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Fakat mecmuayı çıkardı. Tanrıdağı’nı çıkarmasına sebep hem Türkçülüğü yaymak hem de Türkbilik Revüsü’nde neşredemediği ilmî makaleleri neşretmekti. - Mesleğinde, yani hekimlikte başarı göstermiş miydi? - Evet, Operatör Cemil Paşa’nın (Cemil Topuzlu) muaviniydi. Sünnetçiliği ilmî bir şekle sokmuştur. 23 yaşında asistan yüzbaşı, 26 yaşında da doçent oldu. - Şair olarak Rıza Nur hakkında fikriniz? - Vasat bir şairdi. Esasen şiiri, Türkçülüğün yayılmasında bir vasıta olarak telâkki ederdi. En beğendiğim iki şiiri, “Oğuz Kağan Destanı” ile “Ateş ve Pervane”dir. - Sinop’ta bir vakıf kütüphanesi var. Bu kütüphaneyi ne zaman kurmuş? - Talebeyken kitap bulmakta zorluk çektiği için "İlerde param olunca kütüphane kurayım." diye niyet etmiş ve Millî Mücadele yıllarında bu niyet ettiği kütüphaneyi kurmuş. Bu bina, Sinop’ta deniz kıyısında iki katlı bir yalıdır ve bir çiftlik de geliri kütüphaneye verilmek üzere vakıf bırakılmıştır. Kütüphanede daha ziyade Türkolojiye ait kitaplar vardır. Şimdi on bin cilt kadar kitap bulunduğunu tahmin ediyorum. - Rıza Nur birçok siyasî hâdisele­rin içinde yaşamıştı. Hâtıralarının da çok zengin olması gerekir. Acaba hâtıralarını yazmış mı? - Evet. Yazdığı hâtıralarını Paris’te ve Berlin’de iki kütüphaneye ver­miştir. Bunların ilerde basılması düşünülebilir. - Türkiye’ye geldikten sonra dok­torluğu bıraktığını söylemiştiniz; ney­le geçiniyordu? - O zaman Başvekil bulunan Dr. Refik Saydam eski arkadaşıydı. Onun yardımıyla emekli maaşı bağlandı ve birikmiş olanları da aldı. Bu sanırım, ayda 150 lira kadar bir paraydı. - Hususî hayatında ne gibi özellik­leri vardı? - Hususî konuşmalarında ve muamelesinde gayet nazikti. Fakat prensip meselelerinde çok sert davranırdı. Fikirlerinde ısrar ve inat ederdi. Bir gün, İsmet Tümtürk ile kendisini, bir imlâ meselesinde ikna edebilmek için büyük güçlük çekmiştik. Belki bir saat kadar münakaşa ettik. Fakat haklı gördüğü zaman da kabul ederdi. Meselâ bu imlâ meselesinde en sonunda "Peki, peki, söylediğiniz gibi olsun." demişti. Hiçbir aşırılığını görmedim. Arasıra içki ve pek nadiren de sigara içer­di. İtidalli yaşıyordu. Hattâ Mısır’da­ki bir alışkanlığını burada da terk etmedi. Orada bulaşıcı hastalıklar pek yaygın olduğu için bütün sebze ve meyvalan permanganat içinde temiz­ledikten soma yermiş. "Birçok arka­daşım bu yüzden öldü, benim sağ kal­mam bu ihtiyatım sayesindendir." der­di. Burada da sebze ve meyvalan permanganat içinde mikropsuz hale geti­rip yemekten vazgeçmedi. - Peki, bir soru daha: Ölümünü na­sıl öğrendiniz? - Bu çok acı ve beklenmedik bir darbe oldu. Ölümünden önce hiçbir rahatsızlığı ve şikâyeti yoktu. Sapasağlamdı. Taksim’de Şehit Muhtar Caddesinde Sülün Palas Apartmanı'nda oturuyordu. Geceyarısı bir fenalık gelmiş, yanında çalışan hizmetçi kızı alt kattaki Doktor Semih Sümerman’a yollanmış. Doktor hemen gelmiş ve bir iğne yapmış. Sonradan öğrendi­ğimize göre ciğere kan hücum etmiş. Yirmi dakika sürmüyor, gözlerini haya­ta kapıyor. Ertesi gündü, o zaman talebe olan Dr. Külâhlıoğlu geldi. Yüzü solgun, ha­reketleri ağırdı. "Size acı bir haber vereceğim. Doktor Rıza Nur bu akşam vefat etti." dedi. Donup kaldık. Hiç beklemediğimiz bir şeydi bu. Soma hazırlandık ve zevcemle birlikte Rıza Nur’un son ziyaretine gittik. - Bildiğime göre, mezartaşında "Türklük için yaşadı, öldü." yazılı. Böyle yazılmasını kendisi mi vasiyet etmişti? - Hayır. Kendisine ölümü yakıştı­rabilir miydi? Ona en yakışan mezartaşı bu olmalıdır, diye düşündüm ve ben yazdırdım. Hakikat de zaten budur. Bütün ömrü boyunca Türklük için yaşamış ve ölümü de o uğurda olmuş; kabrine başka ne yazılabilir ki? (Millî Yol Dergisi, 7 Eylül 1962, 32. Sayı)
NİHAL ATSIZ'IN MAĞDURİYET EDEBİYATI
Nihal Atsız'ın ömrü boyunca ve Atsız müritlerinin bugün bile mağduriyet edebiyatını yaptığı Irkçılık-Turancılık davası olarak bilinen dava 7 Eylül 1944 yılında başlamış olup 29 Mart 1945 yılına kadar devam ermiştir. Toplamda 23 kişi ırkçılık-Turancılık davasında toplamda 65 oturum boyunca yargılanmıştır.
Yargılama sonucunda Hüseyin Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaş Fer, Nurullah Barıman, Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar, Cebbar Şenel ve Cemal Oğuz Öcal çeşitli cezalara çarptırılınca temyize başvurmuşlardır.
Davanın temyizi üzerine, 25 Ekim 1945’te sanıkların yeniden yargılanmasına karar verilir. 26 Ağustos 1946’da başlayan ikinci yargılama 31 Mart 1947’de sonuçlanır. Mahkeme, sanıklar aleyhine yapılan suçlamaların kanıtlanamadığını, sanıkların tek yaptığının komünizm gibi gayri-milli bir ideolojiye yönelik “milli bir tavır“ olduğunu belirterek sanıkları beraat ettirir.
Atsız konusundaki can alıcı soru şudur:
Türkçülük, tarihin gördüğü en büyük Türk olan Atatürk'e atılan iftiraların ana kaynaklarından biri olan Rıza Nur'un manevi oğlu olan, başat düzeyde önemsediği kafatası endisi brakisefal çıkmayan, gayr-ı Türk olduğu yarım asırlık dava arkadaşı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan tarafından açıklanan, Atatürk'ün Türk tarih ve Türk dil tezlerine açıktan karşı çıkan etnikdaşı Zeki Velidi Togan ile birlikte hareket eden, Anadolu ve Trakya'nın 1071 öncesi Türklüğünü reddeden, bu bakımdan da "Anadolu'ya sonradan geldiniz; dağdan gelip bağdakini kovdunuz." diyen Pkk zihniyetiyle bu hususta ister istemez aynı fikrî zemine düşen birine göre mi biçimlenecektir? Türkçülük, sosyalist müritler gibi bol duygu sıfır bilgiyle ortalık serserisi tavırlarıyla mı yol alacaktır?
Yoksa Türkçülük, Ulu Önder Atatürk'ün binlerce yıllık Türk kültüründen damıtarak ve kendi üstün dehasını da katarak oluşturduğu millî ideolojimiz Atatürkçülük (Kemalizm) kapsamındaki milliyetçilik okuyla ve bilimsel yöntemlerle mi uygulanacaktır?

ATSIZ VE İSLAM
Nihal ATSIZ'ın İslam Hakkındaki Düşünceleri
Türkçü, özde ise ANTİ İSLAM olan "Gerçek Atsız"ı kendi kaleminden tanıtmaya başlayalım:
Tanrı insan idraki dışındadır. Kur'an, Muhammed'in talimatıdır. Bunun birçok delilleri vardır. Bir tanesi birçok yerinde aya, güneşe, fecre, atların köpüren ağızlarına yemin ve and verilmesidir. Yemini kim eder? İnsan eder ve kendisinden daha üstün bir varlığın adına eder, Tanrı yemin eder mi? Tanrı'dan daha üstün bir varlık olmadığına göre kendi yarattığı aya, güneşe neden yemin etsin? Görülüyor ki bu yeminler Muhammed'in gönlünden ve beyninden doğmadır ve hatta Araplar arasında İslamiyetten önceki zamanların usul ve adabınca edilmektedir. (Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir - ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 11 ) 
 .
Kur'an "âlemlerin sahibi olan Tanrı'ya hamdederim" diye başlamaktadır. Belli ki bu söz de Muhammed'indir. Çünkü Tanrı, kendi kendisine hamdetmez. Müfessirler her ne kadar Tanrı "böyle diyin" demek istemiştir yolunda tevillere geçmişlerse de Kur'anın sonundaki küçük sürelerde olduğu gibi, sürenin başına bir "söyle, de ki" hitabını eklemeyi Tanrı düşünmez miydi? (A.g.m) 
 .
Fakat ey Türk Gençliği, sana soruyorum: Sen Arap Muhammedin mezarını artık bıraktıktan sonra senin Kâbe’n Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir? (Çanakkale Savaşı - ATSIZ MECMUA, 1932, Sayı: 17) .
 .
Din Arab’ın, hukuk sizin, harp Türklüğündür. (Davetiye - 1940)
 .
Kumar, içki ve her türlü fuhşiyatla yozlaşmış, karılarını değiştiren ve kız çocuklarını gömecek kadar vahşet gösteren bir toplumda Muhammed'in başka türlü davranmasına imkân yoktu. Onlara korkunç cehennem azapları gösterecek ve dünyada doğrulukla yaşayanlara da öte âlemde köşkler, Kevserler yiyecekler, güzel huri kızları vaad edecekti. (Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir - ÖTÜKEN, 1970, Sayı: 11 ) 
 .
(Yobazlar) Soy soy insanların bir tek Âdem’le Havva dan türediklerine, Âdem’in 1050 yıl yaşadığına, Havva'nın her yıl biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlat doğurduğuna ve bu kardeşleri birbiriyle evlendirdiklerine inanırlar. Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh'un gemisi onlarca tarihi bir hakikattir. Hangi Teknik Üniversitesinden mezun olduğu belli olmayan Nuh'un yaptığı o pazarcı kayığına her cins hayvandan birer çiftin girip sığması ve 40 tufan gününde birbirine yemeden uslu uslu oturması da gerçektir vesaire... Şimdi bu kafadaki adamla bir fikir tartışması yapmaktaki trajediyi düşünün. (A.g.m) 
 .
İslamiyet ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor. Amerikan anayasası da tanımıyor ama gerçekte bu fark daima vardır. İslamiyet’in ırk ve renk tanımadığı çağlar bir daha dönmemek üzere geride kalmıştır. Birinci Cihan Savaşında, İslam kardeşlerimiz Araplar'ın İngiliz'lerle birleşerek Türk ordularını nasıl arkadan vurduklarını unutmadık. Bu Arap ihanetinin başında Peygamber soyundan gelen şerifler bulunuyordu ki bunlardan birinin hatıraları Hayat Tarih Mecmuasında tefrika edilmektedir. (A.g.m) .
 .
İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler İslamiyeti yüceltti. Biz İslam olmadan önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te olsaydı her Müslüman millet yükselirdi. Hele tarafımızdan birkaç kere tekrarlandığı gibi İslamiyetten önce büyük devlet olan İran İslam olduktan sonra bugünkü durumuna düşmezdi. (A.g.m)
 .
Bilimdeki türlü ilerlemeler geliştikçe kâinatın din kitaplarında yazıldığı gibi altı günde yaratılmadığı, bu oluşumun milyarlarca yüzyılda meydana geldiği, hele insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Âdem’le hayali bir Havva'dan türemedikleri ispat olunmakta ve ilim artık, kısa ömürlü de olsa canlı hücre yaratacak seviyeye ulaşmış bulunmaktadır.(A.g.m) .
 .
İslam düşüncesinde sömürgecilik vardır. Ülkeler fethetmek, bu ülkeyi haraca bağlamak sömürmekten başka bir şey olmadığı gibi bütün beşeriyet de tek ümmet değildir.(A.g.m) 
 .
Tanrı, ne din kitaplarının anlattığı gibi insan şeklinde, ne de göklerin bir yerindeki tahtının üzerindedir. Onun nasıl olduğunu, ne olduğunu bilmeye imkân yoktur. Olsaydı din bilginleri asırlar boyunca birbirine girmezdi.(A.g.m) 
 .
Peygamberin, çevresindeki ahlak bozukluğunu görerek çareler aradığını, tedbir düşünmek için dağlara çekilip insanlardan uzakta yaşadığını ve ta eski Mısır'dan gelerek Yahudiler'e geçen "tek Tanrı" fikrini akıl ve duygusuyla kabul ederek Arap putçuluğuna karşı çıktığını görüp anlamak için yobaz olmaya, bir takım masallara inanmaya, eski Sümer'den ve Mısır'dan gelip Yahudiler aracılığı ile öteki milletlere geçen inançları ilahi hakikat diye kabul etmeye lüzum yoktur. (A.g.m) 
 .
Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek milli mefahiri unutturmak suretiyle İsrailiyyatı hayat ve ahlak sistemi diye öne sürmek milli bir cinayettir.(A.g.m) 
 .
Muhammed'in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği ve Halife Ömer'in amcazadesi Zeyd'in kendisini bundan menettiği hakkında İbni- İshak'ın siyer parçalarında bir kayıt bulunduğu gibi (bak: İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, cilt I. s. 126) Peygamber olduktan sonraki "Garanik" meselesi de bütün İslam âleminde meşhurdur ve tevil olarak "Şeytan, peygamberin içine girerek onun adına öyle konuştu" demek gibi çocukça bir tevile başvurulmuştur. Peki, şeytan bu karganmışlığı yaparken "âlim" (= her şeyi bilen), basir (= her şeyi gören) ve habir (= her şeyden haberi olan) Tanrı ne yapıyordu? Görülüyor ki saçma sapan tevillerle beşeri zaafları örtbas etmeye imkân yoktur.(A.g.m) 
 .
Yedinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık, sosyoloji bakımından Araplar'ın millet haline geçme savaşıdır.(İslam Birliği KuruntusuÖtüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4)
 .
İslam Birliği ve kardeşliği kuruntudur. Dinin baş unsur, olduğu çağlarda bile gerçekleşmemişti. Bundan sonra, araya bu kadar ihanet ve düşmanlık girdikten sonra asla gerçekleşmeyecektir. Gerçekleşecek olan birlik İslam birliği değil, Adalar Denizinden Altayların ötesine kadar Türk birliği olacaktır. (A.g.m) 
 .
İçki fena ise üzümü neden yarattın? Üzümden içki yapılacağını neden Levh-i Mahfuza yazdın? Son peygamberin arkadaşları namaz kılarken âyetleri yanlış okumasaydı içki yasaklanacak mıydı? Çöldeki Bedevi ile bir kurmay subayın içmesi aynı mıdır? Biri sarhoş olunca her türlü herzeyi söyleyebilir. Öteki sarhoşluğun son merhalesinde bile temkinli ve iradelidir. Çöldeki Bedevi ile bir kurmay subayın içmesi aynı mıdır? Biri sarhoş olunca her türlü herzeyi söyleyebilir. Öteki sarhoşluğun son merhalesinde bile temkinli ve iradelidir. Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Ayşe'yi neden sevdi de aldı? (Atsız'ın kendini betimlediği Selim Pusat karakteri, mahkemede peygamber tanıklardan Muhammed ile dalga geçer ve küçük çocukla (Aişe) evlendiği imasında bulunur - Ruh Adam).
 .
Ben, yabancı kaynaklı hiçbir fikri benimsemeye tenezzül etmeyecek kadar millî şuur ve gurura malik bir Türküm. Siyasî, içtimaî mezhebim Türkçülüktür.(En Sinsi Tehlike)
 .
Şimdi soralım: Atatürk Türkiye'si, Atatürk milliyetçiliği diye her gün leylek gibi laklak eden çeneler jübilesini yapmak için koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular? (Milletleri Ruhlandırmak - ÖTÜKEN, 1971, Sayı: 10) 
İslam beynelmilelciliği davası güdenler de hep milliyetçi olduklarını söylerler. Türkçülük bu türlü eksik ve yanlış milliyetçiliklerin hepsini reddeder. (Türkçülük ve Siyaset - Ötüken, 26 Temmuz 1972)
Bunlar da yetmediyse, Atsız'ın dinler hakkındaki görüşünü, oğlu Yağmur Atsız'dan dinleyelim:
"Atsız Müslüman olarak tanımlanamazdı. Onun bu mevzûdaki konumunu bence en iyi ‘lá-dînî’ olarak tavsîf etmek yerinde olur. Evet, ‘Semávî Dinler’le pek başı hoş değildi ama ‘tanrıtanımaz/ateist’ de değildi. Káinátı yaratan bir güce inansa da bu gücün káinátı yaratdıkdan sonra ‘olaylar’a müdáhale etdiğine inanmazdı." (Yağmur Atsız - Atsız'a Dair)
 .
Atsız'ın hayatının sonuna doğru, herhalde “hidâyete ererek” Müslümanlığa dönüşü palavradır. Bir kere bu, Atsız'ın karakterine aykırıdır. Onu zerre kadar tanıyanlar bilir ki farz-ı muhâl aklından geçmiş bulunsaydı bile sırf “yaklaşan ölümü hissetti de korkup döneklik etti” dedirtmemek için böyle birşey yapmazdı. Bu lakırdıyı tedâvüle sokanlar muhtemelen “Atsız” adını siyâseten sermâye edinmek isteyenlerdir. (Aksiyon - Mart 2008)
 .
"Dindar bir insan olan ve ara sıra namaz da kılan, fakat bazen Zekeriyâ Sofrası (dileği kabul olan kadının 40 çeşit yemek yaparak onu kadınlarla paylaşması) düzenlediği için Atsız tarafından “örtülü putperestlikle” (!) suçlanan Annem Bedriye Hanım ise zevcinin günaha girdiği tezini savunurdu. Bir yaz günü öğle üzeri sofraya koca bir tabak dolusu iri türbe eriği gelince Atsız bu eriklerden esinlenerek “Erik Yanaklı Allah” sözleriyle Anneme takıldı. Annem telaşla “Nihal, çarpılacaksın!” deyince şu unutamadığım karşılığı verdi: “Allâh"ın hiç işi gücü yok da bir hiç mesâbesinde olan benimle uğraşacak öyle mi? Bana bu kadar değer verecekse ne mutlu bana! O vakit razıyım, varsın çarpsın!” (Aksiyon - Mart 2008)
Atsız istismarcısı sentezci müptezeller, tüm bunlara karşılık olarak, yine cehalet abidesi olmaktan ödün vermeyeceklerdir. Bunu yaparken de, düşünceleri apaçık ortada olan Atsız'ın sözlerini kanıt olarak sunma gafletine düşeceklerdir. Kendilerine kanıt yaptıkları sözlerin hepsinin de çok erken tarihlerde söylenmiş olması da ayrı bir gülünçlük, onlar içinse utanç sebebidir. Çünkü önemli olan, insanın son düşünceleridir. Bu İslam'da da böyledir; yaşamı boyunca dine aykırı işler yapmış birisi, can verirken şehadet getirirse, o artık Müslüman'dır. Peki Atsız'ın din hakkındaki son görüşleri ne yöndedir? 
Cevabı yukarıda... Tabii okuma konusunda çektiği sıkıntıyla meşhur olan Ülkücüler bunları okur mu, okusalar da anlarlar mı, orasını herhalde Allah(!) bilir. (Bazı bölümleri alıntıdır)
 ..
 Bunun yanı sıra, gerçeklik değeri olmayan, zamanın şartlarına göre politika icabı sarfedilen sözlerin olması da çok doğaldır. Atsız, bugün Türkçü olduğunu iddia edip, buz gibi Arapçılık yapan sahte Türkçülerin kendisi hakkındaki gülünç iddialarını ta o zamanlardan sezmiş olsa gerek ki, Müslüman olmadığı halde, bazı dönemlerde din hakkında olumlu şeyler yazmasının sebebini yine kendisi açıklamış:

"Komünizme karşı ya milliyetçilikle, yahut dinle durulabilirdi. Bunların ikisini birden kullanmak şüphesiz daha akıllıca olurdu."(Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz) (Ayrıyetten Nihal Atsız Kadir Mısıroğlu'nun kitabınıda önermiştir)

Reşit Galip tarafındanda sürgün ettirilmiştir!


Yorum Gönder

0 Yorumlar
* Please Don't Spam Here. All the Comments are Reviewed by Admin.

Top Post Ad

Below Post Ad

Sponsor